Yakın zamanda Metinlerarası Kitap etiketiyle yayımlanan Selman Dinler’in Alelade Felaketler isimli ilk öykü kitabı okur karşısına çıktı. Dinler’e içinde bulunduğumuz bu felaketler çizgisinde birkaç soru sorduk. Keyifli okumalar dileriz.
Mahmut Yıldırım: -Ahmet Hamdi Tanpınar, “…burada her şeye bu kadar basit bir gözle bakan insanların arasında yaşamak bana güç gelecek. Bunlar için ölüm, hayat, günün her hadisesi, saadetler ve felaketler o kadar tabii şeylerdi ki… Hâlbuki ben bir masalı olan adamdım,” der.
Tanpınar’ın sözünden hareketle “felaketler”, günümüzde de artık her zaman görülen, pek de bir özelliği olmayan bir anlama gelse de yazarlar kendi içlerinde büyük bir yıkım yaşıyorlar. Siz, neden bu büyük yıkımı kitabınızda alelade hâle getiriyorsunuz?
Tanpınar (ya da anlatıcı karakteri) bunlar dediği halkın, felaketleri doğal karşılamasından, alelade bulmasından yakınıyor. Bu durum onun zamanından bugüne değişti mi? Evet, aleladelik algısı kuvvetlendi. Bugün oturduğumuz sıcak evimiz içinde, bombalarla parçalanan Filistinli bebeklerin görüntüleriyle, çığlıklarıyla bir arada yaşamak zorundayız. Eskiden yan şehirdeki felaketlerin bile ancak bulanık söylentileri ulaşırdı bize. Şimdiyse aynı anda Avustralya’da ezilen bir kediye, Gazze’de kolu kopan bir kız çocuğuna ve Alaska’da yaşam alanı daralan kutup ayılarına aynı anda ağlayabiliriz. Dünya hiçbir zaman gül bahçesi değildi, ölüm ve trajedi yaşamın çekirdeğinde gizlidir. Yine de kitle iletişim araçlarının bu kadar yaygınlaşmasına dek, bu denli büyük ve bireyin algılayamayacağı kadar yoğun bir felaket sağanağı altında değildik. İnsanın taşıma kapasitesi belli, bu kadar acıya dayanamaz. Mecburen alışır. Çok olan şey sıradanlaşır. Felaketler de sıradanlaştı hâliyle.
Peki, ben kitabımda felaketleri aleladeleştiriyor muyum? Sanmam. Daha çok, alelade olanın içindeki felaketi gösteriyor olabilirim. Diyalektik bakışın dünyayı anlamada çok faydasını gördüğümü düşünüyorum. Felaket olanın içinde sıradan, sıradan olanın içinde felaket gizlidir. Bu dönüşüm ve damarları incelemek hoşuma gidiyor, zihin açıcı buluyorum.
Mahmut Yıldırım: Trajikomik hâllerin merkezinde şekillenen öykülerinizde günlük rutinin içinde kaybolmuş görünen anların ardındaki beklenmedik felaketleri gösteriyorsunuz bizlere. Her öykü bir felaketi içinde barındırır mı? Neden felaketler üzerine eğildiniz?
Selman Dinler: Her öykü bir felaketi içinde barındırır. Esas kız esas oğlanla evlendiğinde siniri bozulan bir baldız, eski bir âşık, aşırı sahiplenici bir anne, iade edeceği çeyrek altının fiyatını duyunca şok geçirmiş, altını çengele takarken içinden mırıl mırıl beddualar eden habis bir komşu bulabiliriz, ararsak. Ben özellikle böyle şeyler aramıyorum. Uğursuz bir baykuş gibi viranelerde tünemiş değilim. Canım yazmak isteyince ilgimi çeken, arkasını getirip bir yere bağlayabildiğim konular biraz böyle çıktı. Çocukluğuma ve hatta “aile dizimi” tekniğiyle üç kuşak önce gördüğü eziyetle beni pesimist bir yazar yapan keçi çobanı büyük dedeme filan girebiliriz ama ne anlamı var? Sanatçı (ben öyleysem eğer) bu tarz analizlerden uzak durmalıdır bence. Hafif flört etmeli ancak işi ileri götürmemelidir. Benim edebiyat anlayışım böyle. Neyi neden yazdığımız sorusuna tam manasıyla tatmin edici bir cevap bulursak Allah korusun, onu yazmaya ihtiyaç duymayabiliriz. Öykülerimin ortak bir felaket teması etrafında gezindiğinin bile farkında değildim. Kitabıma isim ararken sevgili eşim bu nefis öneriyle geldi, birkaç defa izah edince de anlayıp ikna oldum. İsim hem güzel oldu hem de içeriğe dair doğru bir perspektif sunuyor.
Selman Dinler: Değindiğiniz konu çok önemli. Bir yazarın ilk düşmanı klişedir. Klişe ise herkesin diline pelesenk olmuş, basmakalıp sözlerdir ki bizim öznel yaratma gücümüzün güdüklüğünü beyan eder. Yola çıktığımız yer klişedir fakat acemiliği üzerimizden atarken özenle ayıklarız klişeyi dilimizden. Sanat, öykü hatta gündelik sözlerimiz bile bir parça zekâ pırıltısı, orijinallik içermeli diye düşünürüm. Bu yaratıcı cinslik arayışını abartıp okurun bağ kuramayacağı kadar acayip şeyler yazmak da tehlikelidir ve başka bir kolaycılık tuzağına düşmektir bir bakıma. Mühim olan ilginçlik arayışına çıktığımızda, okuru yolda kaybetmeyecek bir hızı tutturabilmek.
Öykü anlayışım nasıl? Kullandığım Türkçenin en azından asgari bir estetik standardı tutturmasına çalışıyorum. Çok güzel cümleler yazamasam da berbat cümleleri yazıdan ayıklamaya gayret ediyorum. Diğer yandan, belagatin hazzına kapılıp uyduracağım güzel bir dilin anlatıyı gölgede bırakmamasına önem veriyorum. Dil ve teknik çok önemlidir ancak bunlar hikâyeye hizmet etmeli. Hikâyeyi, karakteri, duyguyu, atmosferi okura geçirmek için geleneksel ve modern tüm tekniklerden canımız istediği kadar karıştırıp kullanabiliriz. Edebiyatın kesin kurallarına iman etmiyorum. Her kuralı yıkan bir babayiğit çıkar, yanlış dediklerimizi alkışlamak zorunda kalırız. Önemli olan sonuçtur. Cahil, kaba bir insanın sanatsal sezgileri, ondan hiç ummadığımız güzel bir öykü çıkarabilir. Edebiyat teorisini yalayıp yutmuş, kılçığını da bir kenara tükürmüş dişlerini kürdanlayan bir ustamız ise onca bilgisine rağmen donuk, çocuksu, berbat şeyler yazabilir. Kimden ne çıkacağı belli olmaz. Sanatın alanına ulaşmak için en önemli kılavuzumuz içgüdülerimizdir. Sezgilerimize boyun eğmeyelim ama onları daima dikkate alalım. Sezgilerimizi zinde tutmak için de kaliteli sanat eserleriyle kendimizi besleyelim.
Mahmut Yıldırım: Üslubunuzu belirlerken nasıl bir okur profili hedeflediniz ya da bunu dikkate aldınız mı?
Selman Dinler: Hayır, hedeflediğim bir okur grubu olmadı. Kendim de okurken zevk alacağım şeyler yazmaya çalıştım. Çok fazla nefret ifadesi ve küfür kullanmamaya gayret ettim. Yine de yeteri kadar var, elbette. Onun dışında kendime göre yazdım.
Mahmut Yıldırım: Son olarak dışarıdaki dünyanın üzerini hızla örtüp bizlere Alelade Felaketler’i sunan yazarın aklından neler geçiriyor? Yazmak istediğiniz konular, teknikler, okuma listeniz vs. bahseder misiniz?
Selman Dinler: Akıl demişken, biraz aklımı kapatıp ruhsal bir incelme ve derinleşme yaşamak isterdim doğrusu.
Bir süredir yakın zamanda çıkmış Türkçe öyküler okumakla meşgulüm. Çağdaşlarımı tanımak, iyiyi öne çıkarıp kötüye de kötü demek gibi Don Kişotça bir misyon edindim. Detaylı analizler yazmaya vaktim yok, birkaç cümlelik görüşlerimi paylaşıyorum Twitter’da. Ama bu kadarına bile ihtiyacı varmış öykü dünyasının. Beni bu uğraşımda bazıları açıktan, bazıları mesaj atıp beğenme butonuna dokunmaktan korkarak gizlice destekleyenler olduğu gibi bir yerlerde bez bebeklerime iğne batırıp ateşe atan, tanrılardan benim helak olmamı gözyaşları içinde niyaz eden değerli edebiyat emekçileri de var. Hepsine selam olsun. Çabalarını, edebiyat uğruna neler çektiklerini biliyorum ama yine de kimsenin kitabını okumayacağıma söz veremem. Belki sıradaki sizin kitabınız olur…
Şaka elbette, elimdeki kitaplar bitince biraz dünya edebiyatına, klasiklere dönüp dinlenmek istiyorum şimdilik. Sadece kendi zevkim için okumak güzel olacak. Yazılara gelince, kitabım çıktıktan sonra birkaç öykü yazdım ama çekmeceye attım onları. Önce sakinleşmek lazım. Tamamlanmış bir romanım var ama onun da zamanı gelecek, belki tekrar baştan yazarım. Daha sonra yazmak istediğim bir sürü başka şey var doğal olarak. Önce bir novella ile devam etmek istiyorum. Tarih, macera, gizem. Bakalım. O büyük bilinmezliğin karşısında çaresizce durmak, beklemek, o tedirgin edici gerilim, kalbimi hızlandıran o adrenalin, yazmanın bu anını özledim.
Umarım bundan sonraki çalışmalarımda Türk edebiyatının layık olduğu güçte eserler yazabilirim. Önemli olan bu.
Söyleşide bile keyif verir mi insan.