Benden ilk kitabımın hikâyesiyle ilgili yazı istendiğinde o kitabımın artık ilk kitabım olmadığını ifade etmiş, ikinci kitabım Zaman Dursun İstedim’in hikâyesini yazayım demiştim. Fakat bu yazının başına oturduğumda üçüncü kitabım Unuttum Yalnız’la ilgili yazmanın daha uygun olacağını düşündüm çünkü yakın zamanda çıkmıştı, süreci daha iyi anlatabilirdim. Ama benim niyetim teknik bilgi vermek değil, bir yolculuktan bahsetmekti. Dolayısıyla adımlara değil yolun kendisine odaklanmalı, kendi hikâyemden bahsetmeliydim.
Belki de bu basitliğe ve ölümün var olduğu gerçeğine katlanamadığım için kitaplara sarıldım, kendi rolümü sahnelerken çareyi onlarda aradım. Herkes bir şeye tutunur, benimki edebiyat oldu. Çok okumak, içimde hep var olan yazma edimi ateşledi. 13 yaşındaydım, okuduğum kitapların dünyasına özeniyor, sayfalarca karalıyordum. Eskiye ilgi duyuyordum, kitaplar kitapları doğurdu derken kendimi divan edebiyatının içinde buldum. Lise ve üniversite yıllarım Eski Türk Edebiyatı ile geçti. Okuduklarım beni fazlasıyla etkiliyor, başka bir zamanın ve mekânın içine çekip orada öylece bırakıyordu. Bunun zararını gördüm, inkâr edemem. Gençliğimden midir yoksa kişiliğimden mi bilmiyorum; aşk, din, tarih, gelenek vb. adına ne okusam ona inanıyor, körü körüne bağlanıyordum. Hayal âleminde yaşıyordum ama büyüdükçe gerçeklerle tanıştım. Sert oldu. Zaman geçtikçe daha da sert. Şimdi beni hayatın realitesinden uzaklaştıran bütün o kitaplara, sorgulamadan teslim olduğum değerlere ama en çok da kendime kızgınım. Biyografimden çıkardığım ve şimdi bana her anlamda uzak olan ilk kitap Harflerin Aşkı işte o dönemlerin ürünüydü.
Kırılma noktaları da oluyor elbette. Birçok okur-yazarın hayatında kırılma noktaları olmuştur. Çünkü sürekli savaş hâlindesiniz. Bir önceki ben, bir sonraki benle; bir sonraki an, bir önceki anla kavgada. Kendisiyle, başkalarıyla, dünyayla, varlıkla ya da yoklukla sorunları olmayan insanlar zaten neden okuyup yazsın ki? Bir şeylerle mücadele ediyor, bazılarına direniyor, bazılarıyla hesaplaşıyorsunuz. Ben de işte o kavganın, hesaplaşmanın, kendimce ağır ve sancılı bir dönemin içindeyim. 30 yıl boyunca “yüreğinin götürdüğü yere git” diyenleri dinledim, hata etmişim, şimdi dengede durmaya çalışsam da çoğunlukla aklımın sesine kulak veriyor, her şeyi ve herkesi yeniden sorguluyor, kozamın içinde okuyup yazıyorum. Çıkabilirsem uçabilirim de. 33 yaşıma, yani yeni döngüye, eskisinden çok daha aklı başında, çok daha olgun ve biraz da yorgun girecek olsam da memnunum. Hayata karşı tahammülüm azaldı ama güzel şeylerin olabileceğine dair ümidim var. Zaman gerekecek, zaman geçecek, geçen zamanda değişim ve gelişim devam edecek, hikâye de öyle. Ama hikâyemin nerede başlayıp nereye gittiğini ve nereye gidebileceğini görmek için bile yazmak gerektiğini düşünüyorum. Hayatımı uzun zamandır birkaç önemli fiil etrafında şekillendiriyorum; okumak, yazmak, gezmek ve üçünün doğal sonucu olarak keşfetmek. İnsanı anlama çabasıyla yaşama uğraşının kesiştiği bir yerlerde, aradığım şeyi bulduğumu düşündüğüm o anların birinde, mutluluğa ve huzura yaklaşıyorum ama bitimli bir süreç değil, sonsuz bir döngü bu. Her mutluluktan sonra yeni bir mutsuzluğun, her huzurdan sonra yeni bir huzursuzluğun başladığı o muhteşem, aynı zamanda o korkunç döngü. Okuduğum ve yazdığım her kitapla, yeniden yeni bir yolculuğa çıkıyor, yol boyunca birikiyor, biriktiriyorum. Kendimi ait hissettiğim yer, zaman ve şartlar uygun olana kadar da bekliyorum. Belki bu bekleyişin sonunu göremeyeceğim, ölüm herkesi ve her şeyi yarım bırakacak, doğal olarak beni ve kitaplarımı da. Ama olsun diyeceğim, düz yolda durmaktansa yürümek, aynı toprağı aşındırmaktansa yeni bir yol açmak, bütün tehlikelerine rağmen ormana kaçmak, kendini keşfetmek için yoldan çıkmak da yola çıkmak da güzeldi. Çünkü yol, güzeldi.