Tove Ditlevsen’in kaleme aldığı otobiyografik serisinin ilk kitabı Çocukluk, Leyla Tamer’in Danca aslından çevirisiyle Monokl Yayınları’ndan çıktı. Çocukluk, Gençlik ve Bağımlılık (Evlilik) adlarını taşıyan Kopenhag Üçlemesi’yle Ditlevsen, dünyada kadın edebiyatının ve otobiyografik anlatının yeni seslerinden biri hâline geldi. Serinin ilk kitabı Çocukluk’ta 1920’li yılların Kopenhag’ında yaşayan işçi bir ailenin çocuğu Tove’un büyüme serüveni, etrafıyla ilişkisi, kendisiyle yüzleşmesi, zorlu hayatıyla mücadelesi ve bu süreçte şiiri kendine sığınak olarak görmesi anlatılıyor. Anıların kurmacaya aktarılması, sanki bugün yaşanıyormuş gibi kanlı canlı sunumu ve lirik anlatımı, metni sıradan bir otobiyografiden ziyade şiirsel bir anlatıya dönüştürüyor.
İşçi sınıfından bir ailenin kız çocuğu olarak dünyaya gelen Ditlevsen birçok açıdan hayata yenik başlıyor. 2. Dünya Savaşı öncesi yaşam koşulları; içinde yaşadığı dönemin, toplumun ve ailenin kız çocuğuna bakışı; eğitim-öğretim hayatının sekteye uğrayışı bunlardan sadece birkaçı. Bunca girdabın ve fırtınanın içinde yazar, kendine yeni bir liman yaratabilmek için şiiri seçiyor ve ilk şiir kitabını yirmili yaşlarının başında, 1939’da yayımlıyor. 1941’de ilk romanı ‘Bir Çocuk Zedelendi’yi tamamlıyor. 1947’de ‘Blinkende Lygter’ isimli şiir kitabı onu ülke çapında tanıtıyor. Hayatı boyunca alkol ve madde bağımlılığıyla mücadele eden Ditlevsen 1976’da, 58 yaşındayken uyku hapı içerek hayatına son veriyor.
Yazarın hayatına ve kendine ilişkin dürüst ifadeleri, lirik dili, açıklayıcı ve detaylı anlatımıyla dikkat çeken Çocukluk, aslında bir varoluş sorgulaması. Kitap, sadece Tove’un değil özünde insanın, küçük yaşlardan yetişkinliğe uzanan sürecinde geçirdiği değişimi gözler önüne seriyor. Belli başlı temalar ve konular ön plana çıkıyor elbette. Çocukluk, aile, anne-baba rolleri, cinsiyet eşitsizliği, yazma ve şair olma çabası, yoksulluk, ülkenin durumu gibi. Ama çocukluğun bunların hepsini içine alan bir kara delik olduğunu söylemek mümkün, tıpkı bellek gibi:
“Çocukluk karanlık ve bodrum katına kapatılıp, unutulmuş küçük bir hayvan gibi devamlı inliyor. Soğuk havada buharlaşan nefesin gibi ağzından tütüyor, bazen çok küçük, bazen çok büyük geliyor. Asla tamamen uyumuyor. … Çoğu yetişkinler, mutlu bir çocukluk geçirdiklerini söylerler ve buna belki kendileri inansalar da ben inanmıyorum. Bana kalırsa, sadece onu unutmayı başarmışlar. … Ne tarafa dönersen dön, çocukluğun sert ve sivri kenarlarına çarpıp, canını acıtıyorsun ve çocukluk seni tamamen parçalamadan evvel bitmek bilmiyor.” (28-29)
Hayatta karşılaştığı güçlüklerle mücadele biçimi olarak kelimeleri yontmayı ve onlardan kendine sığınaklar yapmayı tercih eden yazarın aslında çok makul bir hayali var: şair olmak. Ancak o yıllarda, Ditlevsen’e kitap okumayı aşılayan sosyalist babası için bile, bir kadının şair olması alay konusu. Fakat Tove yine de bu hayalinden vazgeçmiyor ve günlüğüne şöyle yazıyor: “Bir gün, içimden geçen bütün kelimeleri kâğıda dökeceğim. Bir gün, başkaları onları bir kitapta okuyacak ve bir kızın, her şeye rağmen şair olabileceğine şaşacaklar. Annem ve babam, benimle Edvin’den (erkek kardeşi) daha çok gurur duyacaklar.” (22)
Tove’un bir başka hayali ise ona acı veren çocukluğundan bir an önce kurtulmak. Çünkü çocukluk onun için tabuttan farksızdır ve oradan kurtulmak öyle kolay değildir, ölüm gibi kokusu siner, yaşadıkça da atamazsın:
“Çocukluk tabut gibi uzun ve dar, kendi kendine içinden çıkmak mümkün değil. Hep ortada, herkesin gözü önünde, tıpkı Güzel Ludvig’in tavşan dudağı gibi. … Çocukluğun içinden çıkmak mümkün değil, üstüne koku gibi siner. Her çocukluğun kendine has bir kokusu vardır. Diğer çocuklarınkini algılarsın. Kendi kokunu bilemediğinden, diğerlerinden daha kötü olmasından korkarsın bazen.” (26)
Yazarın çocukluğunda açılan bu karanlık çukurda kaybolurken ve daha da derinlere inerken onu yazar-şair olmaya iten sebeplerin temelinde bu mutsuz çocukluğun yattığını düşünmeden edemiyoruz. Hemingway kendisine; “Bir yazar için erken yaşta alınabilecek en iyi eğitim nedir?” diye sorulduğunda “Mutsuz bir çocukluk” der, belki de Tove’u edebiyatçı Tove Ditlevsen yapan şey, karanlık satır aralarında uyuyan “mutsuz bir çocukluk”tur. Çocukluğu salt bir yaş aralığı ya da basit bir biyolojik dönem olarak ele almak elbette mümkün değil. Hele ki söz konusu büyük çoğunluğu bu dönemden beslenen “sanatçı”larsa. Bazen küçücük bir çağrışım, çocukluğa dair tek bir anı bile sayfalarca yazdırmaya muktedir. Aslında bu dar ve minicik çember bütün hayatı içine alabilecek kadar geniştir. Etrafına eklenen diğer çemberlerle birlikte yazarın beslendiği sonsuz çocukluk da büyür. Buna anne-baba rolleri ve aileyi de eklemek mümkün. Tove’un Çocukluk’unda karşımıza çıkan anne ve baba imgeleri sorunludur. Her şeyden önce karşısında baskıcı, öfkeli, depresif bir anne vardır, öyle ki küçük Tove onun gerçekliğinden sıyrılmak için başka bir gerçekliğin ihtimaline sığınır:
“Dünya soğuk ve tehlikeli ve ürkütücü bir yerdi çünkü annemin kara öfkesi, her defasında yüzüme vurmasıyla ya da beni sobaya doğru itmesiyle sonuçlanırdı. O yabancı ve esrarengizdi ve ben, bebekken bir başka bebekle değiştirildiğimi, onun aslında benim annem olmadığını düşünürdüm.” (7)
Bununla birlikte sayfaların içinde baskın, mesafeli, ataerkil bir baba imgesi gizlidir. Kitaptaki erkekler, baba ve kardeş, yazarın savaştığı güçlerden sadece ikisidir. Yazar, aslında mutsuz bir çocuklukla değil, çocukluğunu mutsuzluğa çeviren anne, baba, kardeş gibi kalenin içindeki düşmanlarla savaşır. Kazanması için de tek çare dışarıdan gelen oklara karşı kendini kuşatmasıdır, kitaptaki şu pasaj bu açıdan önemlidir:
“Baba, ızdırap ne demek?’ diye sordum. Bu sözü Gorki’de bulmuştum ve çok hoşuma gitmişti. ‘Bu Rusça bir tabir’ dedi sonunda. ‘Acı, sefalet, keder demek.’ Gorki büyük bir şairdi. Coşkuyla, ‘Ben de şair olmak istiyorum,’ dedim. Hemen kaşlarını çatıp tehdit edercesine ‘Kendini ne sanıyorsun sen?’ dedi, ‘Kız çocuğundan şair olmaz.’ Annem ve Edvin bu abes fikrime güledursunlar, ben kırgın ve üzgün, tekrar kendi içime çekildim. Bundan sonra hayallerimi asla kimseye anlatmamaya karar verdim ve çocukluğum boyunca da bu karardan caymadım.” (21)
Üzerinde durulması gereken bir başka konu ise dil ve üslup. Ditlevsen’in iç dünyasını, gündelik hayatını aktarırken kullandığı dil oldukça şiirsel. Aslında Çocukluk’u okurken daha çocuksu, samimi, basit bir dille karşılaşacağımızı düşünüyoruz ama yazar daha ilk satırlardan bu algıyı kırıp okuru, şiirselliğinin peşinden sürüklüyor. Süslü cümleler, çarpıcı ifadeler ve derin bir anlatım mevcut kitapta. Bu yönüyle Çocukluk, bir çocuğun dilinden yazılmış gibi durmuyor. Roman-anı-günlük gibi türlerin iç içe geçtiği kitapta yazarın yaşadığı her şey, yeni bir kurmacaya dönüşürken aslında kullandığı dil de bu değişimden üzerine düşen payı alıyor. Geçmişte konuşulan ve yaşanan dille şimdi kurulan ve yazılan dil arasında inşa edilmiş bir metin var önümüzde. Cümleler, geçmişten gelip şimdinin yorumuyla ve kurmacanın mantığıyla tekrar tekrar örülüyor. Bu da Çocukluk’u çocuksuluktan kısmen uzaklaştırıyor. Bu uzaklaşmanın bir başka nedeni ise çocukluğunu yaşayamamış yazarın tıpkı kendi gibi erkenden olgunlaşmış dili.
Devamını da merakla beklediğimiz Çocukluk, aslında çoğumuzun soldurduğu ama buna rağmen arka bahçesinde büyütmeye devam ettiği gizli bir dil gibi. Hatırladıkça canlanıp yeniden yaşanıyor. Ve bazı anılar, tıpkı kitaplar gibi, sadece okundukça yeşeriyor.