Böyle mi yeni yollara çıkacağız? Bu insanlarla mı?
Serap Kiriş geçen yıl Sennur Sezer Emek-Direniş Öykü Ödülü’nün sahibi olan Hıdır Murat Doğan’la söyleşti. Edebiyat’tan insana, üretimden geleceğe, emekten direnişe birçok konuda keyifli bir sohbet gerçekleştirildi.
Serap Kiriş: Ben aslında seni yakından tanıyorum ama seni tanımayanlar, seninle ilk defa buluşacak okurlarımız için bize biraz kendinden bahseder misin? Kendini nasıl tanıtırsın?
Hıdır Murat Doğan:1985 yılında ailemin mecburi görev yeri olan Afyonkarahisar’da doğdum. Ailemin geç ve sancılı biçimde edindiği tek çocuğuyum. Güzel bir çocukluk geçirdim. Eğitim hayatım kendimce başarılıydı. Sonrasında bir nevi aile mesleği olarak öğretmen olmayı tercih ettim. Bunların yanında dünyanın bana yetmediğini düşünen insanlardanım aynı zamanda. Kendimce öğretmenlik mesleğimin yanına bir şeyler katmaya çalışıyorum.
S.K: Farklı uğraşların var bildiğim kadarıyla.
S.K: Bize öğretmenlik ve yazarlık dışında neler yaptığından bahseder misin biraz? Başka uğraşlar ve üretimler derken neyi kastediyorsun?
H.M.D.Bir Grafik tasarım bölümü mezunu değilim ancak öğretmenlik hayatımdan çok daha uzun süredir çeşitli yayın organları, kişiler ve kuruluşlar için tasarım çalışmaları yapıyorum. Bunların yanında amatör olarak müzikle ve amatör fotoğrafçılıkla uğraşıyorum. Kısa film ve belge film çalışmaları yapıyorum. Yaşamımı bu biçimde üreterek sürdürmeyi seviyorum.
S.K: Peki, sana şunu sormak istiyorum. İnsan neden yazar? Seni yazmaya iten ne oldu?
H.M.D.Yemek yerken bir eşiğe geldiğimizde doyduğumuzu söylüyorsak, fiziksel olarak vücudumuzun kaldırabileceği bir yük sınırı varsa sanırım zihnimiz için de aynı şey geçerli. Düşüncelerimizin de bir eşiği var. Ben de bir gün o noktaya geldim sanırım. Yazmanın da böyle bir boyutu var. Benliğim doydu ve anlatma ihtiyacı hissettim diye düşünüyorum. Kendi adıma iletişim yöntemi olarak konuşmayı pek fazla becerebilen insanlardan değilim sanırım, iyi ya da kötü yazmayı seçtim.
S.K: Yani dünyaya sesleniş biçimin yazmak, öyle mi?
H.M.D.Evet, kendim her ne kadar çoğunlukla yaşadığım karakterlerle aynı şeyleri yaşamasam da bu insanların hayatlarının da anlatılması gerektiğini düşünerek; kendimden, ailemden ve geçmişimden bana miras kalan anılardan yola çıkarak da yazıyorum. Kurgu ve gerçek yaşamı bir arada sunmaya çalışıyorum kendimce. İnsan bu yüzden yazar. Nasıl ki konuşmayı, bağırmayı, ağlamayı tercih ediyorsak bu da bir isyan ve mukavemet biçimi belki de.
S.K: “Kütürt” ve “Soğuk Masal” kitaplarından sonra bu yıl Sennur Sezer Emek ve Direniş Öykü Ödülü’ne layık görülen “Biraz Ormanda Saklanacağım” dosyan. Bu kitabı nasıl tanımlarsın?
H.M.D.“Kütürt” ve “Soğuk Masal” birbirinden farklı öykülerden oluşan, genellikle kurgular üzerine kurulu, birbirinden farklı hatta uç noktalardaki hayatları anlatmaya çalıştığım dosyalardı. Anlatım biçimi olarak benzer üsluplar kullanıyorum yazdıklarımda. Birinci ağızdan anlatmaya çalışıyorum. Yine “Biraz Ormanda Saklanacağım” dosyamda da benzer bir üslubu kullandım ancak bu kez biraz daha fazla kendimden parçalar bıraktığım bir çalışma oldu bu.
İnsan olarak sadece aşk yaşamıyoruz. Hayat biraz da acı ve sevinçlerin harmanlandığı uzun bir yol. Böyle olunca da kendi öykümden yola çıkmış oldum. Tanıklık ettiğim dünyayı anlatmak istedim.
H.M.D.Bir gece bilgisayarımın başına oturup bambaşka bir şeyler anlatmak için ilk paragrafı yazmıştım ancak sonra bizzat kendi anılarıma doğru aktı öyküler istemsizce. Böyle olsun istememiştim aslında ama bana o ilk paragrafı yazdıran da kendi benliğimdi. Kendi geçmişimdi. Kendi öykümdü yani. Önce belki de kendi öykümüzü anlatmamız gerekiyor zaten.
İç içe geçen öykülerle ilgili olarak şunu söyleyebilirim. Hayatımızda ilk kez herhangi bir sokakta karşılaştığımız bir insanla ortak bir öykümüz de oluyor aslında o an. Bir yerde hepimizin öyküleri kesişiyor. Hatta yaşadığımız öykünün bir başka zaman karşımıza yeniden çıktığına da tanık oluyoruz. Aynı hayalleri tekrar kurup aynı çukurlara yeniden düşüyoruz. Ortaya uzun bir öykü çıkıyor böylelikle.
S.K: Yeni nesil yazarlara ve Edebiyat dünyasına baktığımızda, Türk öykücülüğünde kendini nerede görüyorsun veya görmek istiyorsun?
H.M.D.Kendimi nerede görmek isterim bilemiyorum aslında. Bildiğim şey hiçbir zaman Yaşar Kemal olamayacağım. İnsan belki kendine ve kalemine güvenmeli ancak şu var ki bu çılgın tüketim kültürünün ve gitgide ilkelleşen dünyanın tam ortasında sadece benim değil çok daha iyi kalemlerin, sanatçıların bile kolay kolay yer edinemediği ve edinemeyeceği bir çağda, coğrafyada yaşıyoruz. Toplumsal olarak yaramız bu diyebiliriz.
S.K: Çok iyi çalışmalar da var ama…
H.M.D.Mutlaka var. Ben de bu arkadaşlarımla birlikte yazmak ve anlatmak istiyorum. Hepsi bu.
S.K: İyi bir okursun aynı zamanda. Türk edebiyatını olduğu kadar dünya edebiyatını da yakından takip ettiğini, etmeye çalıştığını biliyorum. İyi bir yer edineceğini düşünüyorum.
H.M.D.Teşekkür ederim. Umarım öyle olur. Kendi adıma üretmeye çalışan bir öğretmen olduğumu söylüyorum ancak insan “Ben kitap yazıyorum” diyerek bir şeyler yazmaya başlamaz. Başlamamalı. Önce bir şeyler okumak lazım. (Gülüyor) Elbette okuduklarımız bize yol gösterir. Bunu taklit etmek anlamında söylemiyorum. Okuduklarımız bizi şekillendirir. Ancak öğrendiklerimizle bizler bir şeyler üretebiliriz. Bisiklet kullanmayı bile önce birilerinden görmemiz, öğrenmemiz gerekiyor. Tecrübeye saygı duymamız gerekiyor.
S.K: Peki, yazar ve sanatçıların yeterli ölçüde söz sahibi olduğunu veya olmak istediğini düşünüyor musun?
H.M.D.Ne yazık ki düşünmüyorum, düşünemiyorum. Hatta burada bahsettiğin iki ayrı başlık var aslında. Biliyorsun ki kapalı bir kutunun içindeyiz artık. Oranın dışına çıkmamıza izin verilmeyen veya sesimizi dışarıya duyuramadığımız bir kutu bu. Bu bağlamda çaresizlikle kalakalıyoruz.
Diğer başlık hakkında söyleyebileceğim birkaç şey de şunlar: gerçekten insanlar söz sahibi olmak istiyor mu? Karşı durmaya çalışıyor mu? Sanırım çok az yazar veya sanatçı yapmak istiyor bunu… Oturduğu koltuğun sağlamlığını, içinde bulundukları odanın düzeninin bozulmamasını yani kısacası o kutudaki mevcut zamana ve konforlarına dokunulmamasını çoğunlukla. Dışarıda akan bir hayat, acı dolu bir dünya var ancak daracık bir pencereden izlemeyi seçiyor insanlar.
S.K: Peki nasıl aşılabilir sence bu? Ne yapabiliriz?
H.M.D.Bence toplumsal belleğimizi tazelemeliyiz önce. Dışarıda herkes kendi kurallarıyla yaşamayı seçmiş durumda. İlkel kimlikleri ve anlık mutlulukları seçmiş durumda. Ne yazık ki böyle bir ara tür oluştu yaşadığımız dünyada. Elbette sosyolojik bir değişim yine yazar ve sanatçıların elleriyle gerçekleşebilir. Girift bir durum var ne yazık ki burada. Çünkü bizim ülkemizde sanatçı toplumu değil, toplum sanatçıyı şekillendiriyor. Bu durum yazarlar, öğretmenler hatta bilim insanları için de geçerli. Yani kısacası insanları yönlendirmesi, farkındalık yaratması gereken kesimlerin zihni esir alınmış durumda. Kimse dürüst olmadığını kabul etmiyor. İnsanlar kendi bencillik ve şımarıklıklarını fark etmiyorlar. Fark etmedikleri gibi onlar sizi bu söylemlerle suçluyorlar. Hiçbir bedel ödemeden ahkam kesiyorlar. Kendi kendileriyle yüzleşmek istemiyorlar. Elbette meyvesini alamadığı ağacı bir gece o bahçeye girip kökünden sökmekle övünen bir toplum için gayet normal şeyler bunlar… Bu insanların yetiştireceği çocuklardan nasıl bir iyilik bekleyebilirsiniz?
S.K: Aslında o kapalı kutunun kapısını aralayacak olanlar da bu kesim değil mi?
H.M.D.Toplumsal anlamda evrensel ahlak dediğimiz kavramla henüz tam olarak tanışabilmiş değiliz. Oysa evrimin gereğiydi bu. Maalesef bu kesim de -yani toplumu şekillendirecek ve yönlendirecek kesim- ilkelliğe giden bir yolculuğa çıkmış durumda çoğunlukla. Bu insanlar da yaşadığımız dünyanın yetiştirdiği bireyler olduğu ve o kalıpların içinden çıkmak istemedikleri için bu haldeyiz. Hayalleriyle dünyadan kopuk, geçmişleriyle topluma bağımlı durumdalar.
Bir bilim insanı, öğretmen, sanatçı veya yazar yani toplumu şekillendirecek herhangi bir insan sırf anlık menfaatleri nedeniyle yanlışı “yanlış” olarak görmeyi; ailesine ve çevresine salt kişisel bağları nedeniyle “dur” demeyi bilmiyorsa, kötülüğe gözlerini kapatıyor, ailesinden öğrendiği ve görebildiği dünyayla yetiniyorsa, kısacası birey olmayı beceremiyorsa ortada ciddi sorunlar var demektir. Bir katili kutsamaktır aslında bunun adı. Kötülüğü normalleştirmektir. Bugün bu karanlık, bu insanları esir almış durumda ve bunun farkında bile değiller. Yaşadığımız çağdan bihaber bir hayat sürüyorlar. Kutularındaki karanlığın içinde yaşamak istiyorlar. Çok acı bu. Böyle mi yeni yollara çıkacağız? Bu insanlarla mı?
S.K: Öncelikle tekrar kutlarım seni. Sennur Sezer Emek ve Direniş Şiir ve Öykü Ödülleri’nden öykü ödülünün bu yılki sahibi sen oldun. Peki bu ödülün senin için anlamı nedir?
Ödüllerin adından da yola çıkarak “Emek ve Direniş” benim için fazlasıyla anlamlı sözcükler. Emek kavramı hepimiz için var. Çünkü tıpkı Sennur Abla’nın da dediği gibi:
“Bir sözle kuruldu dünya. Hep o sözü aradım ve buldum: Emek”
Geleceği ancak emekle var edebiliriz. Dayatılanı, öğretileni, ezberletileni reddederek ve direnerek var edebiliriz. Politik veya yaşamsal bağlamda durum bu.
Sennur Sezer yalnızca bir edebiyat insanı değil, aynı zamanda emekçilerin, ezilenlerin, ötekilerin, kadınların, çocukların yani bugün bu düzende kaybolan insanların sözcüsüydü aynı zamanda. Barışın, açlığın ve umudun diliydi. Dünya’yı yazarak, üreterek, buradayız diyerek değiştirmeye çalışan ender insanlardandı. Onun yolundan yürümek benim için fazlasıyla önemli ve gurur verici.
S.K: Dünyayı yazarak değiştirmek mümkün mü peki?
H.M.D.Aslında mümkün. Sadece yazarak değil, göstererek değiştirmek mümkün. Belki çok uzun bir süreç bu. Çok zaman alabilir. Yüz yıllar alabilir hatta. Direnç gösterdiğimiz şey her ne ise onun adı bir gün unutulacak. Ancak ürettiklerimiz mutlaka evrenin bir yerlerinde kalacak. Şuraya dikilen bir taş on bin yıl sonra karşımıza çıkabiliyor. Ürettiklerimiz de çıkacak.
S.K: “Biraz Ormanda Saklanacağım” Ece Ayhan’ın bir dizesi ile karşılıyor bizi.
“Bir dahaki gelişte dünyaya, nehir yollarından döneceğiz.”
Bir dahaki gelişte dünyaya, yine yazmak ister miydin?
H.M.D.Elbette. Dünya’yı yazarak, üreterek ve buradayız diyerek var etmeye her zaman ihtiyacımız olacak çünkü.