Tavuk (Yitik Ülke Yayınları), Tayyare (Yitik Ülke Yayınları), Hatice (Yitik Ülke Yayınları) ve Kalkhedon Tüneli (Cinius Yayınları) olmak üzere yayınlanmış dört tane kitabınız bulunmaktadır. Sizi yazmaya iten itki nedir, yazmak sizin açınızdan nasıl bir eylemdir?
Hatice adlı eserimde şunu söylemiştim: “Yazmak benim için memleketimle kurduğum en kısa köprüdür,”; “klavye ve kalemim ise uçaktan hızlı ulaşım araçlarımdır,” diye… Beni yazmaya iten başlıca sorun işte buydu. Çok uzun zamandır yurt dışındayım ve dili özlüyor insan. En çok da şarkıları beraber mırıldanmayı ve beraber dinlemeyi. Politikadan, felsefeden uzun uzun sohbetler açmak istiyor. Hatta atıp tutmayı, şaka yapmayı bile özlüyorsunuz. İnternetin yaygınlaşması hayatımda radikal değişiklikler yapana kadar ben bu yoksunluğu derinden tattım. Kendimi bildim bileli hikaye yazıyordum zaten. Yapmayı en iyi bildiğim şeyi bu kez kendim için kullanmaya karar verince yazmaya başladım.
Peki illa bir sorun mu gerekiyordu? Evet! Çünkü, nerede bir sorun varsa sanat oraya yakındır. Açıklayayım: Sorunların üstesinden gelmek aklın bir marifetidir. İnsanı hayvandan ayıran en vurucu özellikleri, hayatta kalma mücadelesi sayesinde gelişti. Zekamız böyle doğdu. Teknoloji böyle oluştu. Yani “sorun-akıl-insan” harika bir üçlü oluşturdular. Bence sanat, aklın zirve yapmış bir türevidir. İzdüşümüdür. Akıl ise bir problem çözümüdür. Size tuhaf gerlebilir ama ben sorunsuz sanatı düşünemiyorum! O yüzden de demek ki ben de yazdığıma göre benim de takıldığın bir takım sorunlar olduğu âşikar. Sizlerden, ülkeden ayrı olmak gibi, mesela…
Romanlarınızda kara mizah, dram, aşk, toplumsal ilişkiler, toplumsal statüler gibi konuları ele alıyorsunuz. Toplumsal olguların birey üzerindeki yansımasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Toplum ile birey birbiriyle bağdaşıklık halindeyken zaman zaman birey bu toplumsal mekanizmalardan sıyrılıp kendi iç benliğine dönme dürtüsüyle hareket edebiliyor. Karşılaştığımız bu “içe dönme” durumu kişisel bir başkaldırı olabilir hüviyetinde midir sizce?
Sorunuzu teker teker ele alayım: Kara mizah benim tarzım. Çocukluğumda okuduğum ilk kitapların Aziz Nesin’in eserleri olmasından mıdır bu tarz? Bence evet. Kara mizahta okuyucuya çok rol düşüyor. Yazarın demek istediklerini ve dahası demediklerini anlayacak okuyucu. Fransa’da ikinci derece derler ikincil anlam için. İşte okuyucunun mizah dilinde 180 derecelik attığı bir turdur, kara mizah. Şüphelenmektir: Şüpheci okurun, inandıramadığımız, kandıramadığımız okurun dilidir, kara mizah. Alegorik bir tutumdur. Ağlanacak haline gülmektir aynı zamanda. Ama ağlamak, kızmak, bağırmak, çağırmak da serbesttir elbette. Zor gibi duran hayat yolculuğunun yükünü hafifletmektir diyelim kara mizaha yönelik son sıfat olarak.
Gelelim toplumsal çerçeveye: “Hatice”de en önemli sorun, köyün ekonomik kaynaklarını yitirmesiydi. “Tayyare”de 1928 Ekonomik Buhranı’ydı. “Tavuk” ise milyonlarca askeri doyurabilme derdinde olan zorlu bir gıda lojistiği problemiydi. Yani? Yani evet mutlaka derin bir toplumsal çıkmazdan kaynaklanıyor bendeki olaylar. Sonra o olay bireyin hayatına nasıl intikal ediyor onu bir anlamda izletiyorum okuyucuya. “İzletmek” fiilini bilerek kullandım burada. Benim romanlarımdan bahsedenlerin en çok kullandığı terimle “film gibi ritmli” kurgular yazıyorum.
Sonra kaçma psikolojisini mutlaka işliyorum ki, bir sorun karşısında ya savaşma ya da kaçma söz konusudur. Ama her zaman da kaçmanın kendisi savaşmaya dönüşür hikayelerimin şansız karakterlerinde. Bu başarısız halleri gülünçleştirir onları. Yoksa benim mizahi bir dilim bile yok aslında. Ama romanlarımın kahramanları komik, başarısız adamlar. Kendim gibi… İnsanlığın çoğunluğu gibi… Son sorunuza da yanıt veriyor bu söylediğim: Kişisel bir başkaldırı mıdır bu kaçak baş karakterin yaptıkları? Son derece sıradan kişiler olan benim roman kahramanlarım başkaldırsalar ne yazar, diyecek oluruz başlarda da, öyle olmuyor işte! Hakikaten bir şeyleri değiştirmeyi başarıyorlar. Bazen de başaramıyorlar, ama denemeleri, çıkmış oldukları yol bile onları başarılı kılmaya yetiyor.
Eserlerinizde genelde yurdundan uzakta yaşayan kahramanlara yer veriyorsunuz, nitekim Tavuk romanınızda Fransa, Tayyare de Şikago, Hatice’de Balkanlardan Türkiye’ye uzanan yolculuklar çerçevesinde kahramanlarınızı kurguluyorsunuz. Gurbet, insanın yazınsal arzusu üzerinde nasıl bir etki oluşturur?
Gurbet benim en iyi bildiğim sorunsal olduğu için gurbeti işliyorum. Yolculuk ise benim için zannedersem bir hayat şekli… Ben Türkiye’deyken de bu böyleydi. Gençken de böyleydi. Hâlâ da böyle… Yola çıkma deyince dünyanın en mutlu insanı oluyorum! Yolun kendisine vurgunum desem yeridir. Benim bu büyük tutkum kendini en güzel şekilde romanlarımda ifade ediyor olsa gerek. Farklı kültürlerle tanışmayı seviyorum. Yemeklerini, müziklerini, kahvehanelerini tanımak istiyorum dünyanın her yerinin. Yollarda fotoğraflar çeker, anı biriktiririm aynı zamanda. Hatta işe giderken bile, o kısacık yol bile benim için fotoğraf kaynağıdır. İşten dönerken resim çeker Instagram’a koyarım. Bunları seviyorum. Yol keşfetmektir, merak etmektir, hayatın kendisidir.
Paris’te yaşamınıza rağmen eserlerinizi Türkçe kaleme alıyorsunuz. Günlük yaşantınızda Fransızca’yı kullanırken kurgusal tasarımlarınızda Türkçe’ye başvuruyorsunuz. İki dilli yaşamak nasıl bir duygu, bunun üzerinizdeki yansımaları nelerdir?
Çift dilli yaşam bu doğru. Ama Türkçe’ye hakimiyetimle Fransızca’ya hakimiyetim arasında dağlar var. Hani bir dili çok iyi bilmek de yetmez yazmak için. Bakın şöyle açıklayayım: Yazmak demek cümleleri yan yana getirmek olsa, verirdik bir yapay zekaya hikayenin konusunu, sonra okurduk çıktısını. Yazara bile gerek yoktu. Ama kurgunun içinde doğduğu bir kültür vardır. Yazmak aslında yazmak değildir; ifade etmektir! Misal, bir kahvehanede azılı kumarbazlar elli bir oynuyor diyelim:
“Buyrun sinek yedili attım. Ya siz? Ben de buna karşılık masaya kupa papazını koyuyorum. Şimdi siz buyurmaz mısınız, lütfen? Bir adet çay alabilir miyim? Koyu olanını tercih ederim,” diye konuşmazlar! Hayatta öyle demezler! İstanbul’da da demezler, Adana’da da demezler! Peki bu cümleler doğru mu? Evet, hepsi doğru? O zaman ne yanlış? Ruhu yanlış! Oranın bir atmosferi var, bir dili, bir kültürü, deyim yerindeyse bir raconu var. Bunu bilmek için bir yazar ya araştırmasını güzel yapacak ya da oranın kültürüne, yazılı ve yazısız kültürüne önceden hakim olacak. O yüzden şimdilik Türkçe yazıyorum. Bir denemem oldu geçtiğimiz aylarda Fransızca yazma konusunda. Fena da değildi başlangıcım. Ama sonra yine döndüm Türkçe’ye. Daha rahatım. Kendime güvenim tam ana dilimdeyken!
Burada iş hayatım Fransızca geçiyor. Ama Türkçe dizileri, filmleri haftada bir iki takip etmeye çalışıyorum. Gazeteleri okuyup, Youtube’daki siteleri mümkün mertebe Türkçe izliyorum. Kütüphanemde ağırlıkla Türkçe eserler bulunuyor.
Peki Fransızca ne yapmak isterdim? Romanlarımı çevirmek isterdim. Hatta çok zengin olsam, Fransızca dilinin etimolojisine tüm vaktimi ayırmak isterdim. Matematik gibi. Çok otantik, harika bir çözünürlüğü var kelimelerinde ve o kelimelerin kronolojisinde.
Avrupa’nın kültürel başkenti olan Paris’te yaşadığınız için buradaki sanatsal ve edebiyat akımlarını kolaylıkla izleme fırsatını yakalayabiliyorsunuz. Paris’teki edebiyat ve sanatsal durum nedir acaba, yazınsal boyutlarda geldikleri nokta nedir? Gelişim çizgileri nasıl ilerlemektedir?
Bu sorunuzu Anne Hidalgo duysa çok sevinirdi şüphesiz. Kültürel başkent yakıştırması çok hoş olmuş ama gerçekliği yansıtıyor mu? Emin değilim. Ben Paris’in Avrupa’nın kültürel başkenti olduğunu çok düşünmüyorum. Hiç bulandırmadan yanıtlayayım bu soruyu: “Bakarsan bağ olur, bakmazsan dağ olur” Sanata, sanatçıya, kültüre yatırım yapar, sosyal, psikolojik ve ekonomik anlamda bunları desteklerseniz, iyi sonuçlar alırsınız. İyi eserler ortaya çıkar. Yok, ekonomik kesintilere en önce kültürel alanlarda başlarsanız o zaman da eserler ortaya çıkmaz ya da kötü eserler olur bunlar.
Başından beri belirtiyorum, sanat bir sorunu çözme faaliyetidir. Şüpheci, işleyen, fikir yürüten aklın tezahürüdür. Sanırım dünyanın dört bir yerinde, artık bu kriterle sanat yapılmıyor. Burası ya da İstanbul, ne fark eder? Politika, futbol, müzik gibi alanlarda olunan şöhreti arıyor yazarlar. Oysa yazmak felsefe yapmaktır? Hani nerede yazılacak sorular? Küresel kapitalizmle birlikte hepsi uçtu gitti.
Bir de, yine küreselleşmenin ekonomik görüntüsü olarak, ürben-banliyö sorunsalı ortaya çıktı. Fakat henüz bu sorunsalı edebi dille ve yapıtlarla işleyecek olgunluk toplumda oluşmadı. Hani benim hiç hoşlaşmadığım abidik gubidik bir anlatım ve yüzeyle bakışla işleniyor bu konu. Umarım ben yanılıyorumdur, ya da henüz benim elime geçmemiştir de o yüzden ben bilmiyorumdur o kitapları… Değilse sanattan söz etmek zor.
Elbette sanatsal aktiviteler, sayıca belki Türkiye ile karşılaştırınca daha fazla olabilir. Çeşitlilik açısından da daha fazla olabilir belki. Sanatçı anlamında burası beyin göçü de alıyordur. Ama Türkiye’de buraya nazaran ciddi bir eksiklik var mıdır? Onu da siz cevaplandırabilirsiniz.
Tabii tiyatroyu es geçmemek gerekir. Yukarıdaki tüm söylediklerimden tiyatro muaftır. Paris’in tiyatro ve gösteri dünyasına diyecek tek lafım yok. Muhteşem oyunlar çıkıyor. Niye bunu sonda söyledim ki? Haksızlık oldu.
Benim severek takip ettiğim pek çok yazar ve şair var Türkiye’de. Çok güzel eserler çıkıyor. Kim söylemişti, belki Amin Maalouf, ama emin değilim: “En iyi yazarların bu coğrafyadan çıkmasına şaşmamalı, çünkü coğrafi ve zamansal bütün geçişlerin eşiği bu coğrafyadır,” diye benzer bir açıklama okumuştum. Bu yorumun sahibini inanın hatırlamadım. Belki birden fazla kişinin savunduğu bir fikirdir. Ama bakınca, ekonominin getirdiği zorlukları, küresel migrasyonun tam orta yerinde Akdeniz coğrafyasında olmanın verdiği avantajı ve zorlukları, umudu ve karamsarlıkları, maddiyatı ve spiritüaliteyi aynı anda yaşayan bir toplumuz biz. Tüm bu çelişkiler ve şahit olduklarımız bize önemli bir anlatım avantajı sağlıyor.
Duygulara çok hakimiz. Duygularımızı çok güzel ifade ediyoruz gerçekten. Dili kullanmakta ise aynı şekilde hünerli miyiz? Cevabım evet olsa bu soruyu sormazdım bile… Bu söylediklerim son dönem edebiyatçılarımız üzerineydi. Bir önceki dönemin edebiyatçılarının pek çoğu dünya çapında tanınıyor zaten.
Türkiye edebiyatından özellikle beğenerek takip ettiğiniz yazar ve şairler var mı?
Yazmak müzik dinlemek gibi, kimi arabesk sever kimi rock. Herkesin sevdiği ya da o dönem için sevdiği yazarlar olabilir. Gençken bilim kurguya düşkünken, ihtiyarladıkça politikaya sarıyor mesela insanlar. Benim sevdiklerime gelince: Özellikle derseniz yok ama kendi zevklerime en çok hitap edenlerden, İhsan Oktay Anar ve Ahmet Ümit i heyecanlı okuyorum. İlhami Algör’ü severek okumuştum. Şiirde Göksel Bekmezci, Kadir Aydemir ve Serkan Türk’ün yazdıklarını çevirip tekrar tekrar okurum bazı akşamları. Yitik Ülke’den tanıdığım şairler bunlar.
Biz okuyucalarınızı bekleyen yeni bir dosyanız var mı?
Son olarak biz okurlarınıza ve edebiyatla uğraşan gençlere nasıl tavsiyelerde bulunmak istersiniz?
Tavsiye vermek benim gibi ruhu amatör birini aşar. Ama belki söyleyebileceğim birkaç cümle varsa onlardan biri mutlaka ve mutlaka meraklı ve araştırıcı olmak; verilen cevaplarla yetinmemek; mutlaka bir sonraki cevabı araştırmak; yani ikinci dereceye zıplamak, bol bol felsefe yapmak. Bunlar olduktan sonra düşüncenin olduğu yerde, onları ifade etme isteği de doğar tabiatıyla. Ondan ilerisi sadece bir tarz meselesidir
Söyleşiye verdiğiniz samimi ve içten cevaplarınız için teşekkür ederim.
Serdar Çekinmez ilgiyle takip ettiğim bir isim. Samimi ve doğru noktalarda gezinen bir söyleşi olmuş