İşten çıktınız ve eve dönüyorsunuz, dilinize bir şarkı dolanmış; yahut bir gezintidesiniz, yürüyorsunuz, dudaklarınızda bir mırıltı, yine “hep o şarkı”! Kaçmanız mümkün mü? Şarkılar hayatımızın içinde. Yahya Kemal Beyatlı, “Bizim romanlarımız, şarkılarımızdır” derken ne kadar haklıdır. Şarkılar bir ömrün veya bir yaşanmışlığın özeti gibidir çoğu zaman. Hele ki bizim ülkemizde! Sayfalar boyunca anlatılamayacak şeyler, bir şarkı sözüne sığıveriyor. Dokunaklı melodilerle içimize işleyen şarkıları dinliyor, dinlerken hayalimizde kim bilir nerelere gidiyoruz!
Düşünüyorum, hayır bunlardan hiçbiri asıl sebep değil! Şarkılar Girmiş Hayatımıza, içimizde bir yerlerde nasılsa saklı kalmış iyiliği, samimiyeti ve saflığı hatırlatıyor bize. Bugünkü “modern” hayatlarımızda pek de ihtiyaç hissetmediğimizi sandığımız duyguların aslında bizi nasıl “insan” yaptığını anlıyoruz bu yazıları okurken. Bu müthiş keşfi asla didaktik bir kuruluğa düşmeden, yazarken aldığı hazla bize yaşatıyor Zuhal Erol.
Değişim Yayınları tarafından yayımlanan kitapta on dokuz anı-hikâye yer alıyor. Doğrusu, bu yazıları sadece belli bir tür içine hapsetmek güç. Karşımızda müthiş bir muhayyile var ve bu muhayyile, bir şarkıdan yola çıkarak zihinde saklı kalmış yaşantılarla kol kola bir metni ilmek ilmek örüyor. Kurmaca mı yoksa gerçek mi? Yazarın anlattığına bakılırsa hepsi yaşanmış olaylar, anlar. Peki ya yazarın düşündükleri, hissettikleri? Tek tek her bir kısa hikâyenin kişilerini kahramanlaştırırken onlara kendince biçtiği rol? Zuhal Erol, bir bakıma Proust’un, Abdülhak Şinasi’nin, Ziya Osman’ın izinden giderek kurguyla yaşanmışlığı bir araya getiriyor ve kendi hayal dünyasında şarkılarla bütünlenen hem lirik hem neşeli bir eser sunuyor bize. Yazar, anlattıklarının içinde bazen Sait Faik gibi bir gölge kahraman bazen da kahramanın ta kendisi oluyor. Anlatım, böylece hep dinamik bir halde sürüyor.
Kimileyin limonata gibi bir akşamüstü önce Çark Deresi’ne düşer, sonra dereden çıkar, saçlarımı Beşköprü’deki akşam güneşinde kurutur, Maltepe’den koşarak Altınova’ya iner, Donatım’da koca ağaçların yapraklarıyla soluklanır, Şemsiyeli Park’ta ya da Dizdar’da vişneli dondurma yer, bir uçurtma gibi kâh Serdivan tepelerine kâh Sapanca kıyılarına savrulurum. Saçlarımda kırlar dolusu papatyalardan taçlarla ağaçtan ağaca uçarım. Aynalıkavakta yaprak, bahçede akşamsefası olur, gazozda köpük olur, Uzunçarşı’da koz helva olur, kozada kelebek, trende simit, gölde sazlık, sazlıkta balık olur yani yeniden çocuk olur, kalbimi yaşamak denen mucizeye yeniden açarım. (s.8)
Bu satırlarda adı geçen mekân ve nesnelerin Adapazarı’nda hiç yaşamamış biri için herhangi bir karşılığı yoktur belki ama kitabı okumaya başlayınca önemli olanın yaşanan şeyler ve onların bıraktığı iz olduğunu anlıyorsunuz. Çevre, elbette önemli ancak olaylara ve hislere yoğunlaştığınızda sadece dışsal bir unsur olmaktan öteye de gidemiyor. Küçük kızın trende kulak misafiri olduğu aşk hikâyesinin nerede geçtiği aslında bir ayrıntıdan fazlası değil, gözümüz kulağımız hikâyenin nasıl biteceğinde çünkü. Doğrusu yazar çok eski bir teknik olan, klasik hikâyenin bel kemiği sayabileceğimiz bu yükselen gerilim unsurunu başarıyla kullanmış.
Geçmişi niçin severiz? Çünkü orada çocukluğumuz vardır. Zuhal Erol da kitabın ön sözünde “Hayatımın en güzel zamanları çocukluk günlerimdir” diyerek bu duruma dikkat çekiyor. Ama sadece çocuklar açısından da görmüyor geçmişi. Kamera büyüklere döndüğünde, Necatigil’in “Biz bu kadar eğilmezdik/Çocuklar olmasaydı” dizeleriyle anlattığı bir baba, genelde gözü yaşlı, lirik bir anne ve sanki Orhan Veli’nin şiirlerini ithaf ettiği “yaşamak hakkını mütemadi bir didişmenin sonunda elde eden” geniş, her meslekten insanı içinde barındıran bir toplum çıkıyor karşımıza. Anlatıcı, hemen hepsine sempatiyle bakıyor, kötüleri bir çırpıda söyleyip iyileri, daima iyileri ön plana çıkarıyor. Ama hüzünden kurtulmak ne mümkün! Hayat, iyilere cehennemi yaşatacak kadar kasvetli, kötücül çoğu zaman. Çünkü “acıdan geçmeyen şarkılar biraz eksik” hep…
Hayatımı yazsam roman olur, diyenler bu kitabı özellikle okumalı. Bir hayatın kısacık bir anından bile roman tadında yazılar nasıl çıkar görmek için. Şimdi merak ve heyecanla ikinci kitabı bekliyoruz; bir zamanlar hep duyduğumuz, kulağımıza çalınan şarkıları şimdi bir başka dikkatle dinleyerek…