Anlamışsınızdır, bu yazıların sahibi, Cihat Zafer, şehirlere âşık bir adam! Adapazarı-Haydarpaşa-Adapazarı… Bir düdük sesi ve hareket! Adapazarı garı veya Mithatpaşa istasyonundan trene binip iki saat sonra Haydarpaşa’da inen bir yolcunun ilk gördüğü şey nedir? Elbette iskele ve vapurlar! Çocukluğu ve gençliği daha ziyade bu şehirlerde ve böyle yolculuklarla geçmiş kişiler için ne çok şey ifade eder tren ve vapur… Şehirler, yaşantılar, hasretler, kavuşmalar, onlarla simgeleşir hep zihnimizde. İstanbul, evet, vapur demektir en çok bizler için. Adapazarı’nın kimliğini ise tren tamamlar.
Elimizde taptaze iki kitap var… Ve onlarda en fazla öne çıkan iki şehir… Bir yanda “gecesi sümbül kokan, Türkçesi bülbül kokan” İstanbul; diğer yanda “çınarlarına kargaların üşüştüğü memleket” Sakarya… İkisinin ortasında bir adam… Nereye bakıyor? “Seve seve giden vapur”un ardından bakıyor. Bıraksanız, az sonra o vapuru kucaklayacak gibi; artık anıları bile ıssızlaşan, yitip gitmiş bir şehri sevmekten vazgeçmiyor. “İstanbul’u duydum daha bir kerre sesinde” diyen Yahya Kemal gibi, o hâlâ bir yerlerden İstanbul’un sesini duyuyor. “Bu şehir o eski İstanbul mudur?” diye soran Attila İlhan’a sanki cevaben, o eski İstanbul içimizde hep yeni, der gibi, gözleriyle okşuyor yedi tepeli şehri. Mimar Sinan’ı, Dede Efendi’yi, Şeyh Galip’i, Necip Fazıl’ı, Orhan Veli’yi, Ziya Osman’ı, Tanpınar’ı, Samiha Ayverdi’yi, Hikmet Öğüt’ü, Erol Akyavaş’ı, Ali Cağaloğlu’nu yaşıyor tekrar tekrar. İstanbul’u İstanbul yapanlardan ayrı kalamıyor, onlara olan saygısını ve sevgisini bu yazılarda ortaya koyuyor.
Adapazarı onun gözünde Arnavut kaldırımları, dökülen kurumuş, sapsarı çınar yaprakları, başka hiçbir yerde olmadığı kadar güzel, lapa lapa yağan kar, iliklerine kadar ıslatan yağmur, çarkın bulanık suyu, Orhan Cami’de okunan ezan değil sadece. Adapazarı onun gözünde, kırbacını atının sırtına tüm gücüyle indiren faytoncuyu elinden tutarak uyaran, “Evladım, at arpayla gider, kırbaçla değil!” diyen Cevdet Şimşek Hoca’nın; kendisine hiçbir pay verilmeyen balıkçının kederini kalbinde duyup “Yazmasaydım deli olacaktım” diyen Sait Faik’in merhameti aslında.
İşte yine sonbahar geldi… ve işte “yine akşam”… Belki sizin de içiniz trenler kadar doludur… Ve sakindir belki vapurlar kadar… Öyleyse alın bu iki kitabı, çevirin sayfalarını; istediğiniz yazıdan, istediğiniz kadar okuyun. Bir şey sarıverecek önce içinizi, “küçük bir şey…” Kalbiniz kadar! Derken ılık bir rüzgâr titretecek kalbinizi, bazen öfkelenecek, bazen iyilikle eşinize, dostunuza, çocuğunuza, sevdiklerinize sarılacaksınız. “Yaşasın ölsek de yaşamak” diyeceksiniz umutla.
Anlamışsınızdır, bu yazıların sahibi, Cihat Zafer, şehirlere âşık bir adam! O şehirlerin “harcında” ve de “kenarındaki” insana âşık belki de. O yüzden İstanbul’a aşk mektubu yazıyor, o yüzden hatıralarında olsun hiç yitirmiyor kendini yetiştiren ve kendinden bir şeyler verdiği şehirlerini. Ne diyordu Hacı Bayram-ı Veli hazretleri?
Çalabım bir şâr yaratmış
İki cihan âresinde
Bakıcak didar görünür
Ol şarın kenâresinde
Nagihan ol şâre vardım
Anı ben yapılır gördüm
Ben dahi bile yapıldım
Taş ü toprak âresinde
Çarşılar, Trenler, Hatıralar’ı ve İstanbul’a Aşk Mektubu’nu alıp okuduğunuzda, son kırk elli yılın Türkiye panoraması ile birlikte vicdanını, kalbini, içindeki sesi dinleyen bir yazarın bazen kederli ve yumuşak bazen sert ve tavizsiz cümleleriyle karşılaşacaksınız. Beylik toplum eleştirilerinden, çiğ romantizmden, sakil nostalji yavelerinden hepimize gına geldi. Artık kendimize, şehirlerimize ve insanlığa gerçek bir sanatçı duyarlılığı ve entelektüel nazarla bakanlara kulak vermenin zamanıdır. Bize bu dopdolu hazzı yaşattığın için teşekkürler Cihat Zafer, teşekkürler sevgili ağabey!