Zamanı on sekiz yerinden vurmalarımızla, pişmanlıklarımızla, aksi bir tesadüfün içindeki tüm o davetsizliklerimizle, başladığımız şarkıyı bitiremeyişimizle, susmayan nabzın hafızasındaki o ödülle, atmayan bir yüreğin unutuşlarındaki cezayla, insan nefesindeki tehlike ve daha birçoğuyla… Hiç bitmeyen bir hazırlıkta neye hazırlandığımızı bilmediğimiz bu dünya halinde sizinle karşılaşmak ne güzel.
Hoş geldiniz sevgili Serhat Uyurkulak. Yapı Kredi Yayınları etiketiyle Ekim 2023’te okurlarıyla buluşan son şiir kitabınız Dünyalık’ı yeni okuma fırsatı buldum, hayırlı olsun. Söyleşimize başlamadan önce arka fonda bize eşlik edecek bir şarkı istesem sizden?
Çok teşekkür ederim, hoş bulduk. Fonda Hümayun Şeceryan’dan “Ahay Khabardar” veya Pink Floyd’dan “Time” çalabilir.
Kitabı müthiş bir keyifle okudum. Hatta ara ara soluklanarak, demleyerek, güzel şarkılar dinleyerek, sevdiğim dizelerin altını çizerek okudum. Neşesiyle, hüznüyle, dünya olma haline kaldırılan bazen kederli bazen de isyankâr o başla, tam olarak dünyalık olmakla nasıl başa çıkılacağını hatta bir yandan da başa çıkılamayacağının şiirleriyle, bu kitap adeta sormaların sorgulamaların kitabı bana göre. Nasıl oluştu kitabın hikâyesi ve siz nasıl bir dünyalısınız?
Kitabımın sizde böyle bir okumaya vesile olması beni çok memnun etti. Sizinle aynı görüşteyim: Dünyalık, dünya durdukça önemini asla yitirmeyecek konularda (mümkünse doğru) sorular sormayı, şiirle düşünmeyi isteyen bir kitap. Yazdıklarıma şöyle bir düşünce eşlik ediyor: Doğa bilimleri de dâhil olmak üzere herhangi bir soruya verilebilecek muhtemel cevaplar birden fazla olabilir. Özellikle insana, insan varoluşuna, toplumsal yaşantıya dair konularda muhtemel cevaplar fazlalaşıyor ve bunların hepsi de bir ölçüde geçerli olabiliyor. Mesela, “insan nedir?” sorusu… Eşrefi mahlûkat mı? Hayvanlar içinde bir hayvan mı? Evrenin kanser hücresi mi? Özgür iradesi olmayan bir otomat mı? Özgür iradesi olan bir düşünen şey mi? Kendisini yapan seçimler dışında bir hiçlik mi? Burjuva, beyaz, heteroseksüel, batılı erkeği yücelten bir kurgu mu? Dile ve kültüre düştüğü için dünyadan, doğadan, diğer canlılardan sonsuza dek kopmuş bir varlık mı? İlahi aşk mı? Vicdan mı?
“İnsan için dünyada olmak nedir?” de böyle bir soru. Tek bir cevabı yok, birden çok geçerli cevabı var. Bizim bu dijital, olağanüstü hızlı, uğursuz çevrimiçi çağımızda bu tip sorular artık pek önemsenmiyor. Hatta bunları deli saçması sayıklamalar gibi görenler bile var. Artık genel olarak neyin yapmaya veya düşünmeye değer bulunduğunu belirtmeye gerek yok. Sadece şu kadarını söyleyeyim: Dünyalık’ın hikâyesi çok büyük ölçüde bu tip sorulardan ve bunların çoklu cevaplarından oluştu. Öyleyse ben de ne olduğunu, dünyada olmanın ne demek olduğunu, bir dünyası olup olmadığını merak eden bir dünyalıyım. Ve bu çerçevede hepsi birer iman sıçraması veya bir çeşit mistisizm niteliği taşıyan “pozitif”, “neşeli” veya “ruhani” açıklamalar beni ikna etmiyor. Çünkü insan varoluşunun temelinde yatan çok boyutlu yabancılaşmayı sadece dünyaya başka türlü bakmaya başlayarak, başka bir anlatı kurarak aştığınızı söyleyemezsiniz.
Dünyalık, sizin 2010 yılında Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanan Sesini Aramayan Şiir’den sonraki ikinci kitabınız. Yani bu iki kitap arasında on üç yıllık bir ara var. Bu kadar uzun bir ara vermenizin özel bir nedeni var mı?
Nedeni çoğumuzun aşina olduğu dünya hâli, hayatın gereksizce karmaşık ve yorucu olması, aklımı ve elimi bir türlü düzenli yazmaya verememek… Bir yolunu bulup istikrarlı yazabilir duruma geldikten sonra, şiirlerim ve ben hazır olduğumuzda bir dosya oluşturdum.
Arkadaş Z. Özger’den bir epigrafla başlayıp İlhan Berk’in dizeleri ile biten bir kitap karşılıyor okuyucuyu. Bu iki şairin sizdeki öneminden ve bu epigraflarının kitaba katkısından biraz bahsedebilir misiniz?
Önceki soruyla ilişkili cevap vereyim: Arkadaş Z. Özger’den aldığım dizeler benim için bu uzun yazamama veya iyi yazamamadan kaynaklanan “kitapsızlık” dönemini bitirme arzusunu ifade ediyor. Çok sevdiğim ve yakınlık kurduğum bu müthiş şair bana “yeter artık, daha neyi bekliyorsun?” diyor, bana da onun bu kışkırtmasına icabet etmek düşüyor. İlhan Berk’ten aldığım dizelerse kitabımdaki “bütün yüzleriyle dünyanın giderek daha da görünmez, içine yerleşilemez hâle gelmesi” temasıyla bağ kuruyor, daha doğrusu ben İlhan Berk’le bağ kuruyorum. Belki onun değindiği bir durumun en uç noktasına vardığını söylemek istiyorum.
“Dünya bizde misafirdi/evi onun üzerine yaptık/çekip gittik.” Dizenizle dünyaya hiç bakmadıkları bir yerden bakmaya davet ediyorsunuz okuyucuyu. Bize her zaman büyüklerimiz “bu dünyada hepimiz misafiriz” der. Siz ise dünyayı misafir ettiğimizi vurguluyorsunuz. Bu harika dizelerden yola çıkarak şunu sormak isterim: Nasıl daha iyi bir ev sahibi olabilirdik dünyaya, çekip gitmeyi daha kolay mı buluyoruz?
Dünyada hem misafiriz hem de onu misafir ediyoruz, ikili bir gerçeklik var ve ortada aslında bir ev sahipliği yok. Epikuros ölümden korkmanın anlamsız olduğunu çünkü biz varken ölümün olmadığını, ölüm varken de bizim olmadığımızı söylemişti. Yani varlık ya da dünya biz varken var, biz olmadığımızda var olan şey ise hiçlik ya da yokluk. Hayyam da buna benzer biçimde “ben düşündükçe var dünya, ben yok o da yok” diyor. Bunu dünyayı misafir etmek olarak görüyorum. Hem onun içindeyim hem de onu algılayarak, düşünerek, sezerek içimde var ediyorum.
Ama burada elbette bir tehlike var: Eğer yeterince akılsızsam dünyayı kendi bilincimle var ettiğimi, ona sahip olduğumu sanabilirim. İnsanlığın en azından bir kısmının bilinen tarih boyunca böyle bir akılsızlıkla dünyayı talan ettiğini, ona hâkim olmaya çalıştığını biliyoruz. Benden sonra tufan ve hiçlik yanılgısıyla evi olabilecekken insanlığın dünyayı kendine düşmanlaştırdığını, yabancılaştırdığını görüyoruz. İşte bu, dünyadan çekip gitmek, onu terk etmek demek benim için.
Aslında biz çifte bir yabancılıktan mustaribiz. Dil ve kültür nedeniyle doğayla aramızda zaten bir dolayım var ve bence bunun aşılması geçici bazı mistik deneyimler dışında mümkün değil. Bunun ötesinde biz insanı her şeyin hükümdarı yerine koyan ideoloji ve eylemlerimizle dünyayı daha da uzaklara ittik, kendimiz için tanınmaz hâle getirdik. Dünyayı sahibi olmayan bir ev olarak görmek yetmez. Bunun da ötesinde bütün gezegende toplumsal hayatı kurma biçimimizi kökten değiştirmediğimiz sürece bir umut yok. Sadece bakış açımızı değil bu bakış açılarını belirleyen üretim ve tüketim biçimimizi yıkıp yeni temeller üzerine inşa etmemiz gerek. Bunu da kelimelerle veya iyi niyetlerle değil hedefleri belli, sürekli, kolektif siyasal eylemle yapabiliriz.
Kitap dört ana bölümden oluşuyor: “YOL”, “ADA”, “ATLAR VE ÇOCUKLAR”, ve “DÖNÜŞ”. Ada bölümünde, ismini unutmaya birden adaya gelen Bahri karşımıza çıkıyor. Bahri, bana Edip Cansever’in Çağrılmayan Yakup’unu hatırlattı. Cansever’in Yakup’unda insanın yalnızlığı, toplumdan yabancılaşması ve bireyin kendi iç dünyasında yaşadığı çatışmalarla dışlanmış ve unutulmuş olma hissiyatını merkezine alır. Bununla birlikte modern insanın varoluşsal sorgulamalarını ve toplumla olan ilişkilerini de irdeler. Yakup ile Bahri’nin birbirine benzer ve farklı noktaları nelerdir sizce?
Sanırım Yakup’la Bahri tanışsalardı birbirlerine hiç katlanamazlardı. Aynı masada yan yana yiyip içmek zorunda kalsalardı herhalde en fazla bir saat içinde ikisi de bir yolunu bulup masadan sıvışırdı. Birbirlerine bu kadar benziyorlar ve birbirlerinden bu kadar farklılar bence. Yine de şunu ekleyebilirim: Yakup’a nazaran Bahri kendi iç çatışmalarının neden kaynaklandığını, uzaklaşmak istediği şeylerin ne olduğunu daha açık biliyor gibi gelebilir okuyanlara. Ama iyi ki rüyasında görüp onu adaya davet ettiğini zannettiği “alakarga” var. Bahri’nin aslında neyin peşinde olduğunu sözünü hiç esirgemeyen ama sesini Bahri’ye duyuramayan bu bilge sayesinde anlıyoruz (ya da öyle mi?).
“Eğer Yaşasaydın” şiirinizden yola çıkarak şunu sormak isterim: İnsan her şeyi affedebilir mi ve bunun özelinde sizin affetmekle aranız nasıldır?
İnsan her şeyi affedemez ama eğer yeterince isterse affetmiş gibi davranmayı seçebilir. Benim de hayatımda bazen böyle yaptığım oldu.
İlhan Berk dilin deforme edilmesi gerektiğine sık sık vurgu yapıp her şairin kendi dilini beraberinde getirdiğini vurgular. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz?
Aynı fikirdeyim. Rus Biçimcileri şiirin dile yönelik örgütlü bir şiddet olduğunu söylemişlerdi. Buradaki “şiddet” kelimesinden İlhan Berk’in bahsettiği deformasyon veya gündelik dilin patlatılması ya da kendi üzerine yıkılması gibi bir eylemi anlıyorum. Herhalde bu eylemi yapan örgütlülüğün şekli ve hedefleri de şairin dilini, sesini ve biçemini belirliyor. Bu açıdan Nâzım Hikmet’in şiirsel örgütlülüğü kitlesel bir sosyalist partiyi andırırken Sylvia Plath’ınki bir psikiyatri kliniğinde toplanmış, erkek terapistlerini az önce etkisiz hâle getirmiş, birbirlerine konuşan bir grup kadını hatırlatıyor.
Şairler yazdıkları şiirin poetikasını ne kadar oluşturabilirler ya da ne kadarını oluşturmuşlardır?
Kılı kırk yararcasına oluşturulmuş bir poetikayla, diyelim bir manifestoyla ortaya çıkan şairlerin hemen hemen hiçbiri—benim bildiklerim en azından—bu poetikaya tamamen sadık kalmamış. Bu durumda bir hikmet olsa gerek. Bir de tabii Turgut Uyar’ın acemiliği ustalığa, bir ustalık noktasına ermeye çalışmaya her zaman yeğlemesi var. Bu tavrı çok önemsiyorum.
En çok nelerden sıkılıyorsunuz bugünlerde ve en son okuduğunuz şiir kitabı nedir?
En çok kendimden sıkılıyorum çünkü son derece değersiz ve anlamsız oldukları hâlde yapmak veya önemsiyormuş gibi davranmak zorunda kaldığım bir dolu şey var.
Ve en son Salih Bolat’ın Rüya Zamanı’nı okudum. Bazı şiirleri, dizeleri sürekli zihnimde dönüp duruyor.
Ve son olarak: “Hadi dünyayı kapatıyoruz hanımlar, beyler!” diye anons geçiliyor. Durum çok ciddi. Siz de çantanızı hazırlıyorsunuz. Gerçekten gidiyoruz yani. En son ne bırakmak isterdiniz dünyaya?
Yokluğumu, yani dünyanın kendisini.