40 yaşındaymışım. Farkında bile değildim ki ömrümün en süt beyaz yıllarında ittirdiğim kapı yine karşımdaydı. Küskün ve yaşlıydı. Yine de buyur etti içeri. Vefalıdır o, nelerimizi çekti maaile… Büyük bir ailenin yorgun avlusunda adımlarken zamanı, azametinden hiçbir şey kaybetmemiş o taş ev yine karşımda. İç kapıdan girerken Kazım Hoca karşıladı mavi pijamasıyla. Yine bir şeyler okuyordu. Üstünde hiç bırakmadığı hâkî pardösüsü. Ve saçlarını tararken aynanın karşısındaki gülen yüzü… Mutfakta yine cumanın kuru fasulyesi pişmekte. Dilber Hanım, avluda sarılık kesmekle meşgul. Hediye gelen tavuklar, yoğurtlar, peynirler, yumurtalar…. Kazım Hoca’ya köyden gelenlerin muska yazıver ısrarları… Torunlar, gelinler ve evlatlar avluda cuma koşuşturmacasında. Aile marketinin hasılatı yüklüğe gelmek üzere. O yüklük hep ürkütmüştür beni. Hep yutacağından korkardım da kendime bile diyemezdim bunu. Hislerim hâlâ aynı, çekingen yaklaşıyorum yüklüğe. O devasa avluda narlar, portakallar, kayısılar, erikler, incirler… Eskisi gibi karşılamadılar bu sefer. Toprak da eskisi gibi değil, hüzünlü… Bence her şeyin farkındalar. Yine zamanın çarkına yenildikleriyle kaldılar. Hatıralarının zamana boyun eğişine üzülüyorlar. Dertleri kendileri değil, hatıralar… Sadece sen aynı karşıladın beni Kazım Hoca, o hâkî pardösünle, aydın yüzünle… Hoşça kal çocukluğum… Hoşça kal dede…
İnternet sitemizden en verimli şekilde faydalanabilmeniz ve kullanıcı deneyiminizi geliştirebilmek için Cookie kullanıyoruz. Cookie kullanılmasını tercih etmezseniz tarayıcınızın ayarlarından Cookie’leri silebilir ya da engelleyebilirsiniz. Gizlilik politikamızı okumak için buraya tıklayabilirsiniz.