Babamın çekmecesinden çıkan kasette yıllar öncesine ait bir konuşma kayıtlı. Sesler görüntüler değişse de yok olmuyorlar tümden. İçimizde bir yere çarpıp dönüp gelen anılar sesleriyle bunca zaman sonra bile var oluyor. Pencerenin dışında yaşanan güneşli bir yaz gününü hatırlatıyor o ses. Elli metre uzaktaki yaşlı elma ağacı, kuruyan dallarına son kez can istemiş olacak ki yüzlerce elma sarkıyor yaprakların arasında. Toprağa bir fide olarak dikildiği zamanlarda da yeryüzünde insanlar doğuyor ve ölüyordu. Şimdi bir resme bakar gibi bu anı düşündüğüm anda da kim bilir kaç nefes daha kesildi aniden.
Görmediğim bir olayı görmüş gibi mi anlatıyorum ben. Odasını yüzlerce kere adımlamıştım. Gölgesi kalmış olsa, onu da görecek kadar çok biliyordum her taşını. Her şey silinip gitmişti yaşlı adamın belleği gibi odadan. Elinin değdi her şey yabancıya dönüşmüştü çoktan.
Toprak bir başkasınınmış. Kapısının önünde uzun bir sırığa tutunmuş uzayan fasulyeler de bilmediği kimseler tarafından oraya ekilmiş gibi, öyle yabancı gözlerle bakıyor gördüklerine. Kollarından tutan torunlarını tanıyamayan yaşlı adam ilk oğlunun adını mırıldanıyor. “Buralar kimin?” diye soruyor. Aldığı yanıtta kendi adını unuttuğunun farkında değil. Üzerinde haftalardır giyindiği mavi soluk bir pijama takımı. Hep nefret ettiğim o iri düğmelerden birkaçı açık göğsünde. Büyük oğlunun da böyle bir yer sahibi olmasını diliyor. Son kez o pencereden gördüğü bulutlar teni kadar beyaz, gökyüzü gözleri kadar mavi. Rüzgârın yüzünü yokladığı o birkaç dakika yaşıyor kılıyor yaşlı adamı. Sonra yatağına götürülüyor. Yastığı başının altına yerleştiriliyor. Sırtının teri siliniyor. Yatağın karşısındaki kanepede oturmakta olan komşular güzel şeylerden bahsediyorlar. Gelecek senelerin düğünlerinden. İki torunu üzerine anlatılanları dinliyor. Gülümsüyor bazen tavana bakarak. Orada bir kapı var ve aniden açılacak onu içeri çekeceklermiş gibi korkuyorum. Benim gördüğümü bunları düşündüğümü kimse hissetmiyor. Dışarıdan içeriye dolan kuş sesleri arasında babam küçük bir teybi o anda çıkarıyor kutusundan. İçine önceden yerleştirilmiş kaset kırmızı tuşa bastığı anda dönmeye başlıyor. Dönüyor dünya gibi aynı hızla.
Yaşlı adam hırıltılı sesiyle sorulanlara karşılık vermeye çalışıyor. Yatağının kenarında oturan kadınlardan biri elindeki bezi alnına yerleştiriyor. Şimdi benim gözüme her şey o kadar başka görünüyor. “Kemal nerede?” diye soruyor yanındaki kadına. “Erdoğdu’da” diyor kadın. “Nalbur dükkânı açtılar Hüseyinle” diye devam ediyor konuşmaları.
Gözlerinde bir yokuşu nefes nefese tırmanırken görüyorum yaşlı adamı. Durup soluklandığını… Anasız kalan Kemal’i için yeni bir analık aldığını… Kilerin yanındaki küçük odada yere serilmiş minderlerin üzerinde küçük oğlunun uyuyakaldığını düşündüğünü sonra. Alnında biriken terler gibi gözlerinin de terlediğini görüyorum. Ölüp gittiği o sabahı unutuyorum. Yalnız kendi elleriyle yaptığı pencereden baktığı o anı tutup çıkarıyorum geçmişten. Kırmızı tuşa basılıp kaydedilmiş sesini dinlediğimi hatırlamıyorum. Çekmecede duruyor diğer öteberi gibi senelerdir. Babamı yitirdiğimde açtığım komodinin çekmesinde öylece duruyor kaset. Üzerine el yazısıyla babamın sesi yazıyor.