Elinizin altında evirip çevirip bir kenara koyduğunuz sayısız kitap orada masanın üstünde, raftaki yerinde okunmayı bekliyordur. Bir gün başka bir nedenle-içine koyduğunuz bir fotoğraf, telefon numarasını kaydettiğiniz bir kâğıt, belki üç beş cümlelik bir not için- aralanır. Sonra o notlar içinden alınmışken araladığınız sayfaya göz atmak geçer içinizden. Rasgele okuduğunuz o ilk cümle sizi diğerlerini de okumaya zorlayacaktır. Öykü kişisi kitapta başka bilmediğiniz bir ülkenin soğuk kışlarını anlatırken, siz yaz günlerinin sıcağında kumların üzerinde serinlemeye çalıştığınızı düşünmezsiniz benim gibi. Katya’nın buzların altında yıllardır duran diri bedenini düşünmeden edemezsiniz. İlk gençliğin coşkusu içlerinde, dağ tepe aşarak bir kentte ömürlerinin geri kalanını geçirmeyi mi düşünerek yola çıkarlar? Okuduğum satırlardan anlayabildiğim o yolculuğun son gününde duyulan kahkaha sesini, bir çığlığın takip ettiği. Buz kesmiş yüz ifadesi ile arkasından bakan rehberin duyduğu korku.
Geçen yaz Mağosa’da, o kumsalda ayaklarımı kumların içine sokmaya çabalarken elimde bulunan kitabın karakteri Katya’nın fırfırlığı eteği ile-şimdi öyleydi diye düşünüyorum.- bisikletin üzerinde genç doktorla ağacın altında karşılaştıkları öğleye doğru gidiyorum. O genç ve güzel, en önemlisi diri bir kızken bu kitabın Katya’sı ile karşılaşmamız kayıp biri ile yeniden buluşmaya benziyor.
Adamın elinde bir mektup, mutfak masasının önünde durmuş anlatıyor Bayan Mercer’e. Kadın “bu adı unutmam imkânsız daha önce bahsetmedin” diyor. Adamsa her şeylerinin paylaştıkları hususunda arka arkaya birkaç cümle daha kuruyor. Bir mektup aldığını anlıyoruz sonra, elinde gözlükleri ve o zarfı tutuyor. Burada kapamalı mı kitabı, yoksa o mektubun sonunda mahrem bir yaranın kanadığını mı okumalı? Oysa ilk paragrafta genç kadının buzların altında kalmış bedeninden bahsetmiştim. O yolculuğa başladıklarında heyecanlıydılar. Her geçtikleri kasabada biraz daha hedefe doğru ulaşmış olacaklardı. Ellerindeki harita bir süre sonra işe yaramaz olmuş, sora sora yollarını bulmaya çalışıyorlardı. Bazen bir rehber onlara eşlik ediyordu. Olayın olduğu günde rehber onlarla birlikteydi. Genç kadınla aynı dili konuşuyordu rehber. Adamsa yeni öğrenmeye başladığı o dili tam anlayamıyordu. Arkalarında kalmayı tercih ettiğini söylüyor.-herkesin çok eğlendiği fakat sizin daha çok içinize kapandığınız o anlar en çok sesinizin çıktığı zamanlardır aslında. Garip bir kıskançlık çöreklenir mi içinize?- adam kıskanmadığını ama geride kalmayı tercih ettiğini söylerken gerçekten böyle mi düşünür bilemiyorum. Gece yarısı Bayan Mercer’in yanından kalkıp onun kitabını, fotoğraflarını bulmak için karanlık odasından bir hayalet gibi çıktığında öyle olduğunu düşündürüyor. Buzul çağların içine yuvarlanmadan hemen önce küçük sırtındaki çantasında taşıyormuş eşyalarını. Sayfa aralarında yassılaşmış yılanotları vardı. -bende severdim çocukken kitapların aralarına böyle çiçekler, yapraklar koymayı. Bazı kokuları şimdi bile içimde hissedebiliyorum.- İtalya’ya doğru gidiyorlardı. Son yapacakları tırmanışla hedeflerine ulaşmayı düşünüyorlardı ama o gün öyle olmadı.
Bugünle arasındaki tek bilinen bağ Bay Mercer’den başkası değil. Belki o yüzden onunla ilgili mektubu aldığı gün çok huzursuz olmuş ve tüm anıları yerlerinden çıkarma vaktinin geldiğini de düşünmüştür. “Katya’m hamileydi” dediğinde karısının gözlerini görmeye çalışıyordu. Sanırım mutfak masasından kalkıp yediği tabağı yerine koyup oradan çıktı kadın. Sonra ki günler daha az konuştular. Aynı evde yaşıyor, birlikte yatağa giriyorlar, yemek hazırladığında kocasına sesleniyordu ama bir sessizlik tüm evi kaplıyordu. Yaşları iyice ilerlemiş iki insan geçmişlerinin tüm hayal kırıklıklarından muhtemelen arınmak istiyorlardı. Altı haftalık olan bebeği düşünüyordu adam. Hatta bunun için tavan arasına çıkıp orada bir şeylerin arkasında kalan bir ansiklopediyi bulacak ve cenin fotoğraflarına bakacaktı, gerçek bir bebeğe bakar gibi. Tavan arasında günlerce kaldığı o dönemde birlikte yaptıkları o yolculuğun her bir parçasını yeniden anımsıyordu. O son uyandıkları güne dönmek mümkün olsaydı… Oteldeki yataklarından her zamankinden erken mi kalkıp yola çıkmışlardı. Bazen çok erkenden yola çıkarlardı. Önce Bay Mercer’ mi uyanıp bakmıştı Katya’nın yirmi yaşındaki güzel yüzüne? Belki siyah saçlarına da parmakları dokunmuştur. O yaşam dolu gözler aralandığında ışımış da olmalı.
O sabah Bayan Mercer’in dış kapıdan çıkmasından hemen sonra, eski harita elinde göründü Bay Mercer. Kısa bir not yazıp gitmek zorunda olduğunu, geri döndüğünde her şeyin düzeleceğini karaladı bir kâğıda. Yeniden onunla karşılaşmaya hazır mıydı acaba? Küresel ısınma sonucu buzlar çözülmüştü ve çağlar ötesi kadar uzak bir zamanda kalmıştı genç kız. Hâlâ yirmi yaşındaki bedeni ile orada çürümeden duruyordu. Adam yaşamının son demlerinde bedenine sayısız kere sokulduğu kadına son kez bakacaktı. Elinde mektuplar ve fotoğraflarla aksi bir duruma karşı dünyadaki tek yakını benim demeye getiriyordu.
Kitabın arasındaki telefon numarasını almıştım. Okumaya başladığım o ilk cümlelerden sonra buraya kadar geldiğime göre Bay Mercer’in o uzun yolculuğa çıkıp çıkmadığını, Katya’ya son bir kez bakıp ağlayıp ağlamadığını da anlatmamı beklersiniz. Elbette bunu yapmamak için nedenlerim yok değil. David Constantine’nin “Başka Bir Ülkede” adlı öykü kitabının dilimize İnci Ötügen çevirmiş. On dört öyküden oluşan bu kitap, Metis Yayıncılık’tan Aralık 2006’da basılmış. “Başka Bir Ülkede”, okumanızı salık verebileceğim türden bir kitap.