Bir soru ile içime atıyorum hatırlama ağlarını. Başladığı şekliyle değil de bir resim seçici gibi bazı kareleriyle öne geliyor görüntüler gözüme. Güneşin tenimde bu kadar yakıcı bir iz bıraktığını daha önce görmemiştim. Ağaçlar arasında hepimiz kavruluyorduk. O dinlenme vakitlerinde bulabildiğimiz gölgelerse, sıcaktan tütüyordu. Gencecik çocukların yüzlerinde yeni bir ortamda bulunmalarından dolayı garip bir tedirginlik görülüyordu. Bazense gözlerinden özlem apaçık okunuyordu. Anadolu’nun farklı köylerinden vatan borcunu ödemek üzere bir araya gelmiş, değişik seslerdeki bu insanların öyküleri de sayıları kadar çoktu. Birini dinlemeye başlasanız yağmur hemencecik yağacak gibi olurdu.
Buket Uzuner’in Gelibolu’sunu o günlerde okuyorum. Serin gölgeliklerin peşine girdiğim koğuşta kimi zaman ayakta, kimi zaman yatağımın kenarına oturarak. Bazı cümlelerin alıştığım gibi altını çiziyorum. Başka bir kıtadan hiç bilmedikleri insanlarla savaşmak üzere getirilmiş insanların öyküleri birkaç günüme eşlik ediyor. Çanakkale gözümde büyüyor. O koydaki mavi suların dinginliğinin bilgeliğe işaret ettiğini düşündürüyor bana. Çocuk gözleriyle cephede birbirine bakan iki askerin karşılaşmasını… Bir dilim kuru ekmeği düşman askeriyle paylaşmasını, yarasını temizlemesini, az önce çarpışan iki taraf olduklarını unutmalarını. Bizim öykülerimizse bunların çok ötesinde bir yerde yaşanıyor. Ne savaşlar, ne ölümler sahici artık.
Her gün başlangıcında zeytin ağaçlarının ötesindeki vadiye, Beşparmak dağlarının üzerinde görülen bulutlara bakıyorum. Çoğu kez masmavi bir gökyüzü duruyor üzerimde. Birkaç kez gün içerisinde göğün çivit mavisinden griye dönüştüğünü de… Tüfeğini taşımaktan yorgun düşmüş bir askeri baktığımda mutlaka silah deposunun önünde dururken görüyorum. Şafak hiç geçmiyor oradaki çocuk askerler için.
İki akasya ağacı dikili o kurumuş toprağın üzerinde. Birinin gövdesindeki çizikler ilk günlerde dikkatimi çekiyor. Üç haneli sayılar yazılmış çoğunlukta. B.Y. harfleri sonra dikkati çekiyor. Başka yok demeye getiriyorlar. Bugünleri burada yaşadıktan sonra doğup büyüdüğüm yerlere gideceğim. Bağıma bahçeme sahip çıkacağım. Kıymet bilmediklerimi anlayacağım diyenleri duyuyorum. Evden uzak olmak büyütüyor o çocukları. Yirmi yaşın bütün heyecanları gözlerinde. Güneş üzerlerine giyindikleri yeşil atletlerin rengini uçurmuş.
Şiir nerede duruyor bu kalabalığın içinde diye soran biri olursa işte yanıtım. Üzerimde askeri üniformamla eğitim saatlerinin dışında kaldığım bir vakitte cebimden çıkardığım kâğıda karalıyorum o dizeleri. “konuşmuyorum seninle tutup ölüyorsun / ellerin kuş tüyleri doluyor öldüğünde / kumrular havalanıyor çam ağaçlarından / yağmur az önce yağmış/ seslerini nereye kaldırıyorlar? / nereye düşüyor göğsündeki o çukur?” dizeleri ile başlayan Soluyorsun şiiri o gün yazılıyor. O yalnızlaşan yüzlerin arasında kaldığım bir mayıs güneşinde papulya ağaçlarının gölgesinde-hep o ağaçları bu isimle anımsıyorum. Selluka’lara benzer çiçekleri olan bir ağaç-. Hafızam bir kör kuyu ve sesler görüntüler çekiyorum kovamla geçmişten.
Yazım serüvenimde askerlik sürecinin ne kadar etkiliği olduğu tartışılabilir. 309 K.D. olmam sebebiyle uzun bir askerlik dönemim olmadı ama görevimi yerine getirdiğim süreç içerisinde yaptığım gözlemleri bir şekilde öyküme, şiirime konu etmeye çalıştığımı söyleyebilirim. Bir öykü kitabımın arka kapak yazısında yer alan kısa bir paragraf o günlere aittir.
“Birbirine çapraz duran açık kapılardan içeri sızan ışık bir gölge ile bozulacak diye geçiriyorum içimden. O anda bir gölge duvarı boydan boya geçiyor. Ve başka gölgeler zeytin ağaçlarının orada kayboluyor. Traktörler geçiyor aralıklı saatlerle. Sadece bazı yaşlı insanlar selam veriyorlar bana. Daha önce beni görmemiş olmalarının ve bir süre sonra başka birilerine selam verecek olmalarının hiçbir önemi yok onlar için. Havaya kalkan bir sağ el. Benim elimde belirsiz bir şeye uzanır gibi kalkıyor havaya.” Çok fazla ezbere şiir bilmem. Elbette dizeler kalır aklımda ama bütün olarak bildiğim şiir bir elin parmakları kadardır. Bu şiirlerden biri de Asaf Halet Çelebi’nin İbrahim şiiridir. Askerler içerisinde her gördüğümde bir mısrasını söylediğim yüzü aydınlık bir İbrahim vardı. Daha çok şiirin son bölümünü tekrarlardım gördüğümde. “asma bahçelerinde dolaşan güzelleri/buhtunnasır put yaptı/ben ki zamansız bahçeleri kucakladım/güzeller bende kaldı/İbrahim/gönlümü put sanıp da kıran kim”. O zamansız bahçelerde her uygun bulduğum vakit okuyacak bir kitap buluyorum. İbrahim o sıralarda Sibirya’daki sevgilisine kavuşacağı anları düşünürdü.
Gecenin sisli tepelerin üzerinden çam ağaçlarına doğru yaklaştığını görüyoruz birlikte. Uzanıp hepimizin üzerini kapayacak bir el gibi üstelik. Rüzgârın üzerine çarptığı kapıyı, perdeyi havalandırdığı o anın çok uzağında bir yerde kaldı bu görüntü. Tozun içinde geçirdiğim birkaç garip sesli hafta. Adını orada öğrendiğim bir düzine ağacın gölgesinde tutunmaya çalıştığım dizeler. Hepsi karakalem çizilmiş gölgeli resimler. Cebimde bir küçük deftere yazıyorum aklıma gelenleri. Aklımdan gitmeyenleri. Yabancısı olduğumuz bir şehirde daha da yabancı oluyorum tenime.
Gazeteler boy boy fotoğraflar basıyor dünyanın her yerinden. Ölü asker fotoğrafları içimizi bulandırıyor. Başka bir şehirde, başka bir ülkede bombalar, mermiler yağıyor yağmur gibi. Küçük elli çocuklar misketlerini bırakıp kaçıyorlar sığınaklara. Sınırın her yerinde ellerinde silahlar sorumluluk sahasını kontrol etmeye çalışan askerlerimizi düşünüyorum. Uygun adımda geçiyor bir tim yanımdan. Rüzgâr büyük kiraz ağacının dalları arasına sokulmuş uğulduyor. Benimse aklımda o haberlerdeki çocuklar. Kenan Sarıalioğlu’nun çevirisiyle, Boris Vian’ın bir şiirini anımsıyorum. Şöyle diyordu bir bölümünde “Sayın Başkan, Size bir mektup yazıyorum, / Okursunuz belki, / Zamanınız olursa./ Askerlik evrakımı/Aldım yakında / Çarşamba akşamından önce / Savaşa gitmem için./ Sayın başkan, / İstemiyorum bunu / Zavallı insanları öldürmek için / Gelmedim yeryüzüne/ Sizi kızdırmak için değil, / Söylemek zorundayım / Kararım kesin, / Firar edeceğim.”. Bizim gibi toplumlarda askerliğe bakış açısında yeri yok firarın. Fransa’da da korkaklık gibi algılanmıştır muhtemelen bu şiir yazıldığı dönemde. Vatan savunmasını her şeyin önünde tutan bir düşünceyle yetiştirildik. O yüzden hepimiz Mehmetçiğiz. Yüreklerimizdeki kabarmalar, kızgınlıklar terör haberlerinden sonra daha da artmıyor mu?
Karmaşık yollardan gitmeyi sevmediğini biliyorum okur. Aynı mağazalar, parmaklıkları üzerine kapanmış dükkânlar, havayolu şirketlerinin biletlerini satan kadının sokağından geçmelisin. Masalar ve sandalyeler orada güneşe atılmış gibi kapının önünde durmalı. Geçip gidiyorken karşılaşan yabancı yüzler gibi bakmalıyız her şeye. Bazen o kısacık anlar hayatımızın bütününde doldurur içimizi. O yüzden değil midir anlatılır durur aynı öyküler başkaca lisanlarda?