“Yetenek dediğin ısrardır,” dedi bankta oturan yaşlı adam. Gözleriyle salıncaklar arasından geçen rüzgârı görüyormuşçasına dalıp gitti sonra.
Çocuklu her aile bireyi gibi kızımı oyalamak için evimin yakınlarındaki bu parka geliyordum. O kaydıraktan kayarken ben de soluklanıyor, bazen bir şeyler okuyor oyalanıyordum. Bazense çevredekileri izlerken başka görüntülerin çağrışımları arasında farkında olmadan oradan uzaklaşıyordum.
Nereden bilebilirdim kahramanımı yeniden görebileceğimi. Yaz kuraklığını iyice hissettiğimiz bir güne dönüvermişti zaman. Biz onun adını Abdullah biliyorduk. “Abdullah aşağı, Abdullah yukarı” diye oyun anında ona verdiğimiz komutları duymuyormuşçasına bildiğini okuyordu. Yenilmemize sebep olduğu için aramızdaki gerilim kavgaya dönüştü. Bir süre sonra, adını çiçekli çalıdan aldığı için dalga geçtiğimiz, mahallenin en hoşgörülü insanı olduğuna inandığımız arkadaşımız Fil Bahri dahil herkes onunla bağ kurmaktan vazgeçti.
Bir çocuk kendinden başkasını düşünmez, bencilliği bir ırmak gibi besler büyütürse, büyüttüğü şey yalnızlık olurmuş. O da içinde bulunduğu durumdan sıyrılmak için hiçbir şey yapmak zorunda hissetmediğinden, belki de bilmediğinden bölüşmeyi, alıştı bu duruma.
Evde anne ve babası olarak düşündüğü insanlarla yaşıyor, televizyondaki Kökler dizisini en az benim kadar seviyordu. Bunu nereden mi biliyorum? O dönemde nadiren de olsa annemlerle onlara öğleden sonra oturmaya gidiyorduk. Akşamları gitmemize babamın izin vermediğinden olacak hava kararmadan eve dönüyorduk.
“Sen,” dedi. “Resim yapmayı biliyor musun?”
Zihnimin orta yerinde kocaman bir ağaç beliriverdi. Resim dediğin bir ağaçtan başkası değildir. Hiçbir kuşun konmadığı bir ağaçtı bu üstelik.
Kafamın içindekileri bilirmiş gibi, “kuşlar,” dedi. “Bu kuraklık sürerse çölün öbür yakasına gidecekler. Böyle giderse bizim hiç kuşumuz kalmayacak.”
Bu hoşuma bile gidebilirdi. Zira sapanlarını bize göstererek hava atan yukarı mahalleli çocukların kuş avlayamayacak olması beni mutlu bile ederdi.
“Gördüğümüz kuşları çizmeye ne dersin?”
Fotoğraf makinesiyle çekelim demiyordu. O dönemlerde kasabamızda en fazla iki üç makinesi olan yetişkin vardı. Bayramlarda, düğünlerde ya da daha farklı özel günlerde bizi karşılarına geçirirler ve sabit durmamızı öğütlerlerdi. Kımıldarsak gövdemizde birkaç fazladan kol ve baş ortaya çıkabilirdi görüntüde. Ya da büyüğümüzün sıkılı yumruğu sırtımızda.
Bir saksağan kondu balkon demirlerine. “Bu saksağan,” dedi. “Kuyruğu ne güzel.”
Resim defterini masanın çekmecesinden çıkarıp yanıma uzandı.
“Bak,” dedi. “Burada nice kuş yaptım. Kumruları biliyorsun.”
Kargaları ve guguk kuşunu, serçeleri ve yalnızca havalar ısındığı zamanlarda telefon direklerine yuva yapan leylekleri de çizmişti defterine.
Bu kadar güzel resim yapabildiğini bilmiyordum, dedim.
“Oğlum,” dedi. “Ben hep resim yaparım da babam kızıyor kâğıtlara böyle şeyler çizmeme. Boya kalemleri kaç paraymış biliyor muymuşum? Sanırsın baba olan benim.”
Kesik kesik güldü sonra.
Babası uzun boylu, Ayhan Işık gibi bıyıkları olan, takım elbisesini sırtından hiç eksik etmeyen bir adamdı. Nedense bir anda kötü adama dönüştü zihnimde.
“Kuşlar giderse ben de peşlerinden gideceğim.”
“Zaten,” dedi. “Burada beni seven kimse de yok.”
Onu aslında sevmediğimi, bir çeşit zorunluluk yüzünden burada yan yana oturduğumuzu fark ettim. Söylerken bile aptalca bir şey dediğimin bilincindeydim.
Abdullah, dedim. Annen mutlaka seni seviyordur. Karnımı tuttum o sırada. Bak içinde taşımış seni demeye çabaladım.
İki omzunu yukarı kaldırıp indirdi. Usanmış gibiydi.
“Bilmem,” dedi. Bilmek de istemiyordu ona hissettirilmeyen şeyleri.
Birkaç gün sonra Ayvalık’a gittik. Döndüğümüzde, sanırım birkaç hafta sonrasıydı, Abdullah’ın futbol sahasındaki çocukları arkasına geçip izlediği pencerenin perdeleri yerinde değildi. Annesinin de bahçeye, sokağa, tren istasyonuna sürekli bir iç sıkıntısıyla baktığı mutfak penceresinin çıplaklığı karşısında üzüldüğümü hissettim.
Daha önce başka komşularımız da olmuştu ama hiçbiri gördüğünü Abdullah gibi güzelce resmedemiyordu.
Ayvalık’ta bolca bahçelerde dolaşmış ve kuşları gözlemlemiştim. Birkaçını da çizmeye çalışmıştım. Güzel olmuyordu çizdiğim şeyler. Karga çizecek olsam herkes onun martı olduğuna dair iddiaya girebilirdi. Bu yüzden çizmekten vazgeçtim. Hayal edebileceğim bir şeye dönüştürdüm kuşları.
Parkta kızımın kaydıraktan neşeli şekilde süzülerek kendini bırakışını izlerken bir saksağan kondu iki metre ötemde çimenlerin üzerine. Başının iki yanında parıldayan gözleriyle çevreden gelecek tehlikeleri aradı. Uzun, çok güzel bir kuyruğu vardı. Bunun bana Abdullah’ın gösterdiği kuş olduğundan öyle emin yemin edebilirdim. Yakında bir yerde oturmuş da kuşu ve beni seyrettiği izlenimine kapıldım. Çevrede yaşlı adam ve çocuk, park edilmiş arabalar, lunaparktan kalmış kalıntılar, çöp bidonlarından başka kayda değer bir şey görünmüyordu.
“Yetenek dediğin ısrardır,” dedi tekrar yaşlı adam.
Bisikletini sürmek istemiyordu çocuk.
“Yüzmek gibi, insan doğuştan bilir bazı şeyleri. Çevir şu pedalı korkma!”
Çocuğun boynu büküldü.
Abdullah’ın anne ve babasının başka birileri olduğunu, kırk yedi yaşına gelene kadar hep içinde büyük boşluk taşıdığını ve o büyük boşluğu doldursun diye kuş resimleri çizdiğini, adının Abdullah değil de Kahraman olduğunu ise bu anlattıklarımdan bir süre sonra okuduğum gazeteden öğrendim.
“37. kişisel resim sergisini açan ünlü ressamın dokunaklı yaşamı herkesi gözyaşına boğdu,” diyordu haberde.
Televizyon programına çıkan aile yıllar önce evlatlık vermek zorunda kaldıkları oğullarını aramaya karar verince gerçek ortaya çıkmış.
Bir ağabeyinin olduğunu öğrendiğinde çok ağladığını söylemiş Abdullah.