Dünyanın En Uzun Savaşından Sonra
Televizyonda iki yıldır haftada bir defa sunduğu programda eski eşyaların hikâyelerini torunlarla, çocuklarla, anne babalarla, yakın akrabalarla, uzak akrabalarla, dul kadınlarla, dul erkeklerle, hep sevgililerle, eskide kalan sevgiliyle, komşularla konuşuyordu. Her bölümde neler öğreniyordu insana, insanlığına dair. Kıskançlıklarla boğuşup ömrü sefa sürmeye yetmeyen kadınlar mı dersin, elli yıl bir yastığa baş koyduktan sonra aslında her şeyin büyük yalandan ibaret olduğunu öğrenip intihar edip hayatını noktalamayı tercih etmiş büyükanneler mi, hepsinden haberdar oluyordu. Anılar oysa süslü işlemeli yastık kılıfları gibi mis kokularla hatırlatmalıydı kendini. Öyle olmuyordu, bunca zaman sonunda karşılaştığı dünya ile yaşamak istediği dünya birbirine benzemiyordu.
Programa gelecek konuklar, öncesinde yazdıkları mektuplarla getirmek istedikleri eşyaları ve anlatmak istedikleri olayı kısaca bildiriyordu. Yapımcı her detayı iyice araştırıyor, hangi eşyadan, insandan çarpıcı bir hikâye ortaya çıkar tahmin etmeye çalışıyordu. Genellikle sonuç umdukları gibi gerçekleşiyor, nadiren de olsa yanıldıkları oluyordu. Yanılsalar da izleyicinin gözünde özgün bir format oldukları için saygınlıklarına zeval gelmiyordu.
Zaten dergi için söyleşi yapmayı bunun için önermiştim editörüme. İlginç detaylar yakalayacağımı düşündüğüm için.
Aradığımda buluşma önerimi reddetmedi. Bir gün sonra açık hava bir mekânda buluştuk. Kayıt cihazını çalıştırdım. Ben sordum, o samimiyetle anlattı. O anlattı, ben dinledim. Bazen susup döndük içimize.
Bu program fikriyle televizyon kanalına gittiğinde tanınmayan biri olduğundan önyargılı bir tutum içinde kendisine yaklaşılmış. Dikkat çekmeyen bir tipmiş çünkü, giyim kuşam konusunda da pek beğeni sahibi değilmiş. Moda tabirle rüküşmüş.
Yirmi yedi yaşındayım efendim, demişti. Daha önce beş yıl kadar radyo programları yaptım. Üniversitede mühendislik okudum. Okulu bitirmem pek kolay olmadı. Hem çalışmak zorundaydım hem de bakmam gereken büyükannem vardı. Çift dikiş gitmek tabiri benim gibiler için ortaya atılmış olmalı.
Söylediği şey üzerine gülümsüyor.
Karşısındaki departman şefi yakın gözlüğünün üstünden samimiyetsiz bir ifadeyle bakıyor ona. Ufak bir kasılma bile olmuyor yüzünde. Tepkisizliğe aldırmayıp konuşmasını sürdürmeyi tercih ediyor.
Köpeklerden korkarım efendim, dedim. Size pek sevimli gelebilirler ama benim için her biri ürkütücü birer canlıdırlar. Bunun nedenini elbette biliyorum. Henüz beş yaşında köyde yaşarken komşumuzun köpeği tarafından kovalandım.
Bacağımı ısırdı. Yara bere içinde kaldı vücudum. Günlerce ateşim düşmedi. Korkudan affedersiniz altıma kaçırdım. O günden sonra köpeklerle aramda belli bir mesafe oldu hep. Atları severim ama efendim, dedim.
Yelelerini rüzgâra vermiş kısrakları, ovalarda koşuşturan tayları kıskanırım.
Çocukluğumdan beri ansiklopediler okurum. En büyük zevkim bu diyebilirim.
Ovis Canadensis’in aslında Amerikan yaban koyunu olduğunu bilirim mesela. Büyük boynuzlarıyla ünlü olduklarını.
Aslında bir yarışma programı yapmak istiyordum bundan birkaç ay önce, dedim.
Yarışmalar insanların bilgilerini sınadıkları yerlerdir. Çoğu zaman rezil olmaktan kurtulamazlar. Ama heyecanlarını yenerlerse bazen bilgileri işe yarar ve ömür boyu bu katıldıkları yarışma sayesinde çevrelerinde hayranlıkla kıskançlık arasında gidip gelen duygularla anılırlar. Bir saniyenin ne mühim bir şey olduğunu anlatırlar çevrelerine.
Böyle bir kimse tanımıyorum efendim, yalnızca tahminler yürütüyorum bu insanlara dair. Çocukluğumda çok yarışma programı izlemişliğim olduğundan belki.
Büyükannem bu programlardan birine katılmam gerektiği konusunda çok ısrarcıydı.
Çok az kimsenin bildiği soruların yanıtlarını efendim, biliyordum anında. Daha önlerindeki butonlara basmalarına fırsat kalmadan veriyordum cevabı.
Mesela efendim kırkayakların 750 bacağı bile olabilir desem size.
Şaka gibi efendim, bunca ayağı belli bir ritim içinde atabilmeleri büyük başarı.
Ne insanlar var yeryüzünde iki adımı düzgün atamayan. Postal giyenlerine denk gelmişsinizdir siz de. Uygun adımda yürümek konusunda yeteneksizdir bu insanlar. Sağıyla solunu karıştırmak meselesi uygarlığın sorunu belki de.
Büyükannemin ısrarı üzerine bir defa bu yarışmalardan birine katılmak için teşebbüs ettim ama geriye dönmediler efendim. Dönselerdi mutlaka bu yarışmalarda dikkat çekerdim.
Dünyanın en uzun süren savaşı hakkında kırk dakika konuşabilirdim, dedim kendisine.
335 Yıl Savaşı’nın iki çağ ve üç asır boyunca sürdüğünü anlattım sonra.
Scilly Adaları ve Hollanda arasında gerçekleşmiş efendim bu savaş, dedim. Bir antlaşma ile sonlanmış. Adını da bu savaştan alıyor antlaşma. Düşünsenize efendim. Babalar oğullar, torunlar, torunların torunları ölüyor bu savaşlarda. Binden çok mevsimi geride bırakıyor yaşlı dünya. Büyükbabam yirmi beş yaşında donarak öldü efendim, böyle bir savaşın ortasında. Suların yükseldiği, suların alçaldığı dünyada insan soyunu kurutuyor bu kavgalar.
Kavgayı başlatan kadınlardır derler, dedim. Bir kadın yüzünden iki kardeşin karşı karşıya geldiğinden söz ederler, diye sürdürdüm konuşmamı. Birinin bu kavga sonucunda yeryüzünden varlığının silindiğinden söz ederler. Kutsal kitaplar ilk ölümün her şeyi değiştirdiğini söylerler. Duyduğunuz üzere gerekli gereksiz bunca bilginin hafızayı nasıl bir çöplüğe…
Koltuğundan kalkar gibi yaptı departman şefi.
Sizi sıktıysam kusura bakmayın efendim, dedim. Beni tanıyın istedim.
Büyükannem kendini iyi anlatırsan açamayacağın kapı yok, derdi. Böyle konuşup durduğuma bakmayın. Aslında iki yüz kelimeyi geçmez hayatımda günlük konuşmam.
Departman şefi ayağa kalktı. Sıkıldığını düşündüm. Konuşmanın burada bittiğini.
Dosyanızı inceledim, dedi.
Dosyamda yapmak istediğim şeyi böyle çok az sözcükle anlatmam gerekti efendim. Bir fırsat verilirse göstermek isterim neler yapabileceğimi, dedim.
Mesela, dedi şef. Neler yapabilirsin, diye sordu.
Yanında taşıdığı siyah bez çantanın içinden bir odun tarağını çıkardığını anlatıyor bana.
Bu tarak, diyor, ninemin genç kızlığından kalan son eşyası yeryüzünde. Birinci Dünya Savaşı olmadan önce başka bir coğrafyada yaşarmış ninem.
Savaşın patlak verdiği duyulduğunda herkes yanına birkaç eşyasını alıp, kimi at sırtında, kimi yayan olarak kilometrelerce yol gitmek zorunda kalmışlar.
Yağmura tutulmuşlar.
Rüzgâr çayırları biçtiği gibi her birinin üstünden geçmiş.
Bebeler beşikte susuzluktan ölmüş, açlık gövdelerinde bir yaraya dönüşmüş.
Gözü dönmüş düşman askerlerine yakalanmamak için mağaralarda yatmışlar, ormanın içlerinde gizlenmişler.
Karanlıktan çok korkuyormuş büyükannem. Ay görünmeyen gecelerde kulaklarıyla yönünü buluyormuş.
Kar yağmış sonra. Bembeyaz bir tuzağa dönüşen kar yerlerini belli edermiş çünkü.
Bir avuç insan kalmışlar günler sonra. Ayaklarındaki çarıkları kemirmişler. Midelerine bir şey girsin diye yaprakları, otları ezmişler ağızlarında.
O günlere dönmektense ölmeyi yeğlerim, diyormuş komşularına anlatırken.
Bu odun tarağı kalmış geride. Saçlarının arasından sıyrılıp her şeyi yirmiye ayıran.
Yaşadıkları kasabada gençten bir oğlan varmış. Ahşabın dilini iyi bilirmiş. Elinden geçen ağaç yeni bir şeye dönüşürmüş. Kapılar pencereler yaparmış. Masalar, dolaplar çıkarmış avuçlarının arasından. Çocuklara oyuncaklar, kızlara taraklar.
Ninemi gördüğünde büyülenmiş gibi dikili kalmış olduğu yerde.
Ağızlarını kapayıp gülüşmüş kasabanın kızları.
Ninemin gözlerine su yürümüş, yeşili görenleri hayran bırakmış.
Bahar geçip yaz gelince tekrar karşılaşmışlar bir düğün evinde.
Bir tek söz değmeden dudaklarına bakıp birbirine gönül indirmişler.
Şarkılar söylenmiş, oyunlar oynanmış, gelin kız gözyaşını evin girişine döküp baba evinden çıkıp atın sırtına oturtulmuş. At dağ yoluna doğru nehir boyunca tırıs gitmiş. Arkasında bir kalabalık.
Bu yürüyüş esnasında ninemin yanına yaklaşmış delikanlı ve kumaşa sarılı hediyesini kimse görmeden eline tutuşturmuş.
Kalbi hızlanmış ninemin. O iki saniyede eline değen el yüzünden. Bulutlar renk değiştirmiş, rüzgâr bilinmedik bir ezgi gibi fısıldamış o günü kulaklara.
Bu yan yana yürüyüş meğer ilk değil sonmuş. Üç gün sonra kötü haber kasabaya ulaşmış. Her yeri yakıp yıkan, insanları sağ koymayan düşman askerleri yakınlarındaymış.
Büyükler düşünmüş taşınmış birkaç genci geride bırakıp hızla kasabadan uzaklaşmışlar. O genç delikanlı da geride kalanlar arasındaymış. Olur da kasabaya gelirlerse bu askerler onlarla çatışacak ve gittikleri yolu şaşırtacaklarmış.
Ninem içinde büyüyen bir ağrıyla yürümüş o yolları. Zihnini okur gibi bakmış yanındaki kadın ninemin yüzüne.
Merak etme kızım, yangın biter, kül dağılır, taş yerini bulur ovada, demiş. Omzuna dokunmuş usulca, sever gibi. Seni anlıyorum, der gibi. Ninem başını düşürmüş önüne. Takip etmiş ihtiyar adamların gölgelerini.
Üzülerek öğreneceğini biliyormuş yeni tatmaya başladığı sevdanın karasını.
İçi içine sığmamış günlerce.
Her seferinde beline sakladığı tarağın üzerinde gezdirmiş elini, onun elinin değdiği yerlerde. Yeni bir dil geliştirmiş ahşabın sıcağıyla arasında.
Dünyanın telaşı bitmiş bir gün, savaş arkasında çokça yas bırakıp noktalanmış.
İnsanın kalbi soğur mu hiç, soğumamış onun da içi.
Önü sıra ilerleyen ihtiyarlar bir gün ovada durmuşlar.
Burası, demişler, yeni yurdumuz. Ocağımız buradan tütsün.
Kalan birkaç aile yerleşivermişler ovanın düzüne.
Kış geride kalmış. Ağaçlar yeniden çiçeklenmiş, yapraklar iştahla açmış yeşil yeşil. Bundan öncesini bilmeyen biri için dünya güzel bir yer sanılacak kadar güzelleşmiş.
Ninem bir pencere önünde bekler olmuş.
Bekleyen bilirmiş dünyada taşın derdini, ağacın arzusunu, nehrin gitmesinin ardındaki sırrı. Gelenlerin ağızlarından çıkacak dumana bakar olmuş, sakallarındaki söze. Gece olunca saçlarını önüne döker tarar olmuş. Sevgilinin eli okşamış gibi umutlanarak. Böyle böyle geçmiş hayal kırıcı zaman. Büyükler derman olmak istemişler.
Sevda zehirlidir, demişler.
İnsan oğlunu kızını, babasını anasını toprağa gömer; yine de sabaha gözlerini açar.
Açmasan mümkün mü, demişler.
Gel, kıyma kendine.
Eş adayları göstermişler.
Birine varsın yeniden hayat bulsun istemişler.
Büyükannem hepsini dinlemiş.
Elime el değse de, gözüme göz değmeyecek rızamla, demiş.
Savaştan sağ dönen, gözleri görmediği söylenen birine varmaya, olur, demiş sonunda.
Ondan soyuna soy katmış ama unutmamış belinde sakladığı tahta tarağın hatırasını.
Hatıra, demiş, insanın en değerli hazinesi değil de nedir?
Departman şefi bu soruyu soru gibi algıladığından olacak bir şeyler söylemek için hamle yapmış o anlatırken.
Yaşlı insanları hayatta tutan nedenler, demiş.
Böyle nedenleri olan insanların hikâyelerini ortaya çıkarmak istiyorum, demiş konuşmasını sürdürürken.
Kim bilir neler anlatacak insanlar bize.
Eşya dediğimiz şey hayatla bağ kurmamıza olanak verir.
Bir tespih yalnızca taşlardan ibaret midir?
Mesela, demiş siyah çantasından çıkarıp departman şefine doğru uzatmış elindeki tespihi.
Püskülünden yükselmiş kokuyu almış gibi irkilmiş şef.
Bunun nasıl bir hikâyesi olabilir, diye sormuş küçümseyen bir ifade ile bakarak.
Bu tespihi parkta oturan bir adamdan aldım diye anlatmayı sürdürmüş bizimkisi.
Satın mı aldın, diye sormuş şef.
Hayır, satın almadım. Satın alsam da hikâyesi olurdu elbette ama bunu hediye etti bana ihtiyar, dedim, diyor.
Durduk yere mi hediye etti, diye sormuş bunun üzerine koltuğunu sağa sola döndürürken.
Her zaman gittiğim bir park değildi, demiş genç adam. Çok yorulduğumdan oturmak zorunda hissetmiştim kendimi o banka. Terim soğusun diye bekliyordum ihtiyarı gördüğümde. Küçük adımlarla gelip yanıma selam verip oturdu.
Aynı yöne baktık bir süre.
Bir otobüs durağa yaklaşıp yolcuları indirdi, birkaç yolcu bindi sonra otobüse.
Bebek arabasını süren bir kadın kırmızı ışığa dikkat edip karşıya geçti.
Garson masadaki boşları topladı.
Fındık bir lira dedi amcanın biri önümüzdeki masada oturan kadınlara. Kadınlar yüzlerini buruşturdular ama yine de çantalarından birkaç bozukluk çıkarıp adama uzattılar. Adam sepetindeki fındıklardan birkaçını masaya bıraktı. Teşekkür edip yoluna devam etti.
İki polis yol ortasında durdurdukları arabanın şoförüyle konuştu. Biri ehliyeti kimliği kontrol etti elindeki makinadan. Diğeri bazı sorulara yanıt aradı. Konuşmalar kesik kesik kulağımıza çalındı.
Yanımdaki ihtiyar, biliyor musun ben gençliğimde kamyon sürerdim, diye söze girmiş.
Kırmızı bir kamyonum vardı. Barajlarda çalışırdım. Taşın kumun tozunu yuttum gençliğim gibi, demiş ona.
Konuşmaya çok ihtiyaçlı bir meczup gibi gelmiş ona ihtiyar.
Gençlik, demiş, bir kuş uçumu. Nasıl geçtiğini anlamıyorsun, ama geçip gitmiş oluyor.
Kamyonun kilometresi önümdeydi her gün misal.
Geçip gittiğim yolu biliyordum ama ömür öyle mi, yaşıyorsun ama hesabını tutmak zor. Çoluk çocuğun günahına da girdim. Ne doğduklarını ne de büyüdüklerini gördüm. Çok haksızlık ettim ben onlara. Varım yoğum bir kamyon koltuğunda geçip gitti. Kar yağmış dağları oğullarımdan çok gördüm. Derelerin sesini kızlarımdan çok duydum.
Başı önüne düşmüş. Gözlerinde kaybolmuş bir bulut belirdiğini söylese yeriymiş.
İnsan, demiş, acıyan yerini bilirmiş sanır ama bilmek mümkün değil.
Ne söyleyeceğini bilemediğinde susmuş o da.
Şu yolun karşısındaki baloncuyu görüyor musun, diye sormuş ihtiyar.
Görüyorum, demiş.
Karşıda ben yaşlarda bir genç adam elinde balonlarıyla geçiyordu o esnada, diyor bana.
Ne çok balonu var sanıyor ama hiçbir şeyi yok elindeki havadan başka.
O susmayı tercih etmiş. Konuşmanın nereye döneceğini kestiremiyormuş çünkü.
Bizler de böyleyiz. Var sandıklarımızdan sınanıyoruz. Böyle rahat rahat derdini anlatan biri değilimdir, demiş ihtiyar.
Bazen kamyonuma yoldan insanlar alırdım. Üç beş dakika geçtikten sonra her şeyini anlatmaya hazırdılar. Bir daha görmeyecek olmanın rahatlığıyla külleri karıştırırlardı.
Bu parka ilk defa geliyorum. Üç gündür devlet hastanesindeydim. Biraz nefes alayım istedim, demiş.
Geçmiş olsun. Hastanızın nesi var, diye sormuş o da.
Hastamızın tükenmiş bir ömrü var, diye yanıt vermiş.
Fazladan bir nefes almak mümkün mü hayatta? Ne bir eksik, demiş, ne bir fazla nefes çıkar ağızdan.
Serum şişeleri, iğneler, ilaçlar, çiş ve kan torbaları belirdi gözümün önünde.
Toplumun ortak hafızası kayboldu, demiş ihtiyar.
Şu binalar on yıl önce yapılmış olmalı. Bu parkla hemen hemen aynı zamanda.
Çevremdeki en eski binayı aradım gözlerimle. İki bina arasına sıkışmış üç ağaçlı ahşap bir evi fark ettim sonra. Orada eskiden görüştüğüm bir arkadaşım oturuyordu. Her şeyin böyle çabucak değiştiğine şaşırdım, diyor.
Kurbağalar gibi, demiş ihtiyar, yavaş yavaş alıştırıyorlar bizi. Olup bittikten sonra iş işten geçiyor.
Eliyle bir yeri işaret etmiş.
Orada bir otel vardı. Yaktılar. Bundan kırk yıl önce.
Aklıma başka bir otel yangını geldi. Merdivende oturan insanların fotoğrafları.
Kartpostallarda, eski resimlerde belki duruyordur görmek istersen diye sürdürdü konuşmasını.
Ben, demiş o yangından sağ çıkanlardan biriyim. Çıktım da çıkmaz olaydım. Ciğerime dumanın isi sindi bir kere, iflah olmadım.
Hasta olanın ihtiyar adam olduğunu o an anladım, diyor bana.
Kamyonum, demiş, çok güzeldi.
İnsan yolda olmayı öğrenmişse durmayı öğrenemiyor. Durduğunda acıyan yerlerini buluyor.
Kalbini eliyle göstermiş. Sonra kısa bir sessizlik yerleşmiş dudaklarına.
Bir şey söylemekle söylememek arasında gidip gelirken imdadımıza çalan telefon yetişti, diyor.
İhtiyar iç cebinden çıkarmış telefonunu ve açmış. Kısa kısa konuşmuş.
Tamam, demiş. Hava almak istedim. Kaçırmam, tamam.
Yarın olacak, demiş. Doktor beye söyledim. Biliyorum. Birazdan geleceğim. Kimseye bir şey deme. Ben sana ne diyorsam öyle, demiş. Anlatmak istersem ben…
Tamam.
Kapatmış telefonunu.
Hava kararmak üzereymiş.
Önümüzdeki polis kontrol noktasında durdurulan arabalardan uzatılan kimlik ve ehliyetler geri veriliyor. Geç, diye işaret ediyor genç polis.
İhtiyar ayaklanmış. Sağ ol evlat, demiş. Beni dinledin. Kimse kimseyi dinlemiyor bu zamanda.
Ne demek, diye geçirmiş içinden ama söylememiş uluorta.
Bir şey dememe fırsat vermeden gömleğinin cebinden bu tespihi çıkarıp bana uzattı, diyor.
Giden geri gelmez ama kalanın hayatı da kısalır.
Sırtını gördüm sonra ihtiyarın, karanlığa doğru uzayıp giden.
Garson tam zamanında çayları tazeliyor. Bu olayı programda anlatıp anlatmadığını hatırlamaya çalışıyorum. Varsa mutlaka kaydını izlemeyi düşündüğüm sırada o sürdürüyor konuşmasını.
Bir üçüncü eşyayı da çıkarıyorum çantamdan, diyor. Bu bir gözlük.
Onun hikâyesini anlattırmaya gerek duymuyor nedense program şefi.
İnsanlarımız bu tür programlara kilitlenirler, demiş. Ancak, bazı şeyleri kurgulamak gerektiğini sözlerine eklemiş. Ne kadar çok gözyaşı dökülürse program o kadar çok reklam alır. Bu işler böyle, demiş. Her şey gayet duygusal, diye iki parmağını birbirine sürtmüş. Sonra onu çalışacağı ekipten iki kişiyle tanıştırmış.
Bu şekilde başladım, diyor televizyon programlarına.
Bir süre önündeki pastayı çatalıyla karıştırıyor. Bir şey düşündüğü belli.
Kaydın devam edip etmediğine bakıyorum. Sorun yok. Akıyor saniyeler.
İlk yayında, diyor, ellerimi nereye koyacağımı bilemedim. Kameralar korkutuyor insanı. Biraz da belki stüdyo ışığı.
Peki, diyorum. Bunca programdan sonra senin anlatmaktan zorlandığın bir olay oldu mu?
Elbette, diyor. Olmaz mı?
Departman şefinin dinlemeye gerek bulmadığı gözlüğün hikâyesini çok zor anlattım.
Zihnimde ışık çakıyor. Çünkü o bölümü izlediğimi hatırlıyorum.
Bir kandırmaca gibi başlayan sonunda aşka dönüşen büyükbabanın hikâyesiydi değil mi?
Evet, diyor. Anneannemin yasını bitirmek için onu kandırmış köylüler. Savaştan dönen kör bir askerden bahsetmişler. Evliliği zorla kabul ettirmişler kendisine. Düğün dernek kurulduktan günler sonra öğrenmiş büyükbabamın iki gözünün de gördüğünü.