“Zaman eskimez. Geçip giderken her şeyin yüzünü de yanında götürür.” Böyle başlıyor Kadir Aydemir’in Aşksız Gölgeler isimli öykü kitabı. Sayılı günün bir sis perdesi gibi aralandığı o hayat bizi bir çukurla tanıştırana kadar içine çeker. Doldurduğumuz her boşlukta ona bir anlam yüklemeye çalışırız. Her birini bir fotoğraf karesine dönüştürürken zamanda takılı kalmaya zorlarız görüntülerimizi ve her biri bir gölgeye dönüşüp yitmeden önce belki bizi de içinde saklar. En baştan teslim olduğumuz hayat bir gölgeden cesaret alır, bir gölgeye dönüşmek için sokulur birisinin düşlerine.
Deniz kıyısı fırçanın hemen altında belirmeden önce, gökyüzünü doğurdu kadın. Parmağında sarmaşığa benzeyen helezon bir bakır yüzük soluyor. Ellerini tuttukça kadın her ıkınmasında bir ayrılık daha… Dünyayı tığıyla yeniden doğuruyor. Ördükçe her ilmekte başka bir an çıkıyor. Beklerken bedenin soluklaştığı o anın bir fotoğrafta izah edilir yanı yok. Masanın üzerindeki o rengini iyice yitirmiş –bir gömünün içinden yüzyıl sonra çıkarılmış-yüzük gibi kendi zamanından ne kadar uzaktaydım. Mevsim sanki az önce ilkbahardı ve çınar ağaçlarının yeni göverdiği günlerde kavrıyordum belini ve şimdi koca bir rüzgâr kalıyor ellerimin altında. Çınar ağacı sadece kuru üç beş yaprağı üzerinde tutabilmiş, şanslı sayıyor kendini.
Yitip gittiğimiz o çalılıkta akşam kedinin gözünde büyüdü. Küçük bir oyunun parçasına dönüştük o an. Bir kovanın önünde uğultulu seslerin birbirine karıştığı ve birden yönünü değiştiren insan suretlerinin yitiklere karıştığı yerden geliyor kadın. Kusursuz bir iğneye benziyordu. Canıma takıyor ipliği ve yavaş hareketlerle teyelliyor ömrümü. Ağzımda çamur, duruyor ağzımda ölü ağları zamanın. İğnesi tenimde bir böceğe dönüşüyor kadın, sinekten biraz daha büyük bir böceğe. Tenime saplı iğnesinden ayırıyorum onu ve atıyorum bahçeye. O çamur tadı kalıyor. Bir tek ona takılıyorum çalılıkta ve yakalıyor oyun arkadaşım beni gizlenemeden.
Ağustos olmalı aylardan. Ellerini uzatır genç adam iri üzüm salkımlarına. Biri pat diye düşer yaprakların arasına. Rüzgâr hafif eser ve çardakta güzel bir koku yayılır. Pencerenin altında yaşlı bir adam bekliyor yağmurları. Bir kadın çoğaldığı o yataktan kalkmış bakıyor genç adama. Duymuyor bahçeden gelen sesleri. Zaman bir tıkaç gibi susturmuş kulaklarını. Genç adam bu iki ihtiyarın hep aynı kıyafetlerle, aynı halleri ile anımsadığını düşünüyor. Bir de her fırsatta nasıl konuşmaktan haz aldıklarını. Tanımadıkları insanlarla bile çok rahat konuşabildiklerini. Bir bekleyişin öyküsünü düşürüyor satırlara Aşksız Gölgeler kitabında Kadir Aydemir. Ve bir başka kentte okurken bu öyküyü, yağmur sokağın yüzünü yalıyor kocaman diliyle.
Bir deniz feneri yanıyor. Suların arasında küçük bir adacık parıldıyor. Gemiler yine gelir yanaşırlar kıyılara. Ve balıkçı motorları pat pat sesleri içinde yaklaşırlar. Yanan fenerin duvarları yüzyıllık bir sessizlik içmiş sanki. Tanrısı içinden çekip alınmış bir adam uzun süredir yatıyor o yatakta.
Her bir öykü kişisi tek başına çıkar yola. Ağzında eski ödünç bir şarkıdan kalma cümleler. Anılarını yazıyor Kadir Aydemir, anları demeliyim belki. Bir kol saatini, kararmış gümüş yüzüğü yoksa ne diye arasın öyküsünün içinde? O kabuklu deniz böceklerini kovanın içinde çırpınırken görür ve uzanır kocaman elleriyle ve koparır onu geleceğinden. Gölgesini de katar önüne, bir diyar arar öyküsünü büyütebileceği. Her biri geçen zaman öyküleri bunlar. Ölümün, erotizmin ve aşkın silueti sanki bu öyküler. Üç bölümden oluşuyor kitap. Aşk ve Gölgeler, Oyun, Umarsız ve Karmakarışık. Kitabın en dikkat çekici öykülerinden biri Kara Uyku. Yitik Ülke Yayınları arasından çıkan Aşksız Gölgeler isimli kitap, şair duyarlılığı ile kaleme alınmış yirmi iki öyküden oluşuyor.