Gömlek
“Biz sizin bize bakmadığınız biçimde birbirimize bakıyoruz.
Biz sizin birbirinize bakmadığınız biçimde size bakıyoruz.”
Salâh Birsel
Karşı apartmanın balkonunda iki yıldır bir gömlek asılıydı. Aylar geçiyor orada. Kar yağıyor, güneş çıkıyor, orada. İnsanlar gelip geçiyor sokaktan. O, orada. Kediler çöp karıştırıyor, o orada. Köpekler hırlıyor, o orada. Pencereden bakıyorum. Deniz masmavi, deniz kapkaranlık. O gömlek, bir gül gibi solgun ve orada.
Grev oluyor. Grev yapıyoruz. Dikiliyoruz ayakta.
Hakkımızı isteriz. Söke söke alırız. Aldığımız üç kuruş ortada.
Yorulunca oturuyoruz kum zambaklarının arasında. Kum zambaklarının bittiği yer deniz. Dalgalar denizin tatlı öfkesi. Yatışıyoruz.
Gazeteciler gelip gidiyor. Flaşlar patlıyor. Demeçler veriliyor. Grev kırıcılar her yerde. Bültenler bizim fabrikadan bahsediyor. Üç işçi haksız yere…
Şimdi geri kalan işçiler makinelerin başına. Tıkır tıkır işlesinmiş fabrika. Tıkır tıkır aksınmış para.
Olmaz, diyoruz. Birimiz hepimiz için, hepimiz bir arada.
İş hukukumuz hiçe sayılıyor. Hepimiz değilse de çoğumuz evlerimize dağılıyoruz. Bir bütün kaç parça?
Eve gelmem demek, gömlekle karşılaşmam demek. Benim bekleyenim işte bu gömlek. Pencereden bakıyorum ona. Arada söyleniyorum. Beni duyduğunu düşünmek hoşuma gidiyor.
Bu ay ev sahibi çok kızacak, diyorum. Kirayı ödemek için başkaca şeyler yapmam lazım. Karton mu toplasam, şişe mi doldursam çuvala çöplerden? Yahut pazar yerinden yük mü kaldırsam sırtıma? Yirmi yaşında değilim ama o yaşlardakilerden aşağı da kalmam.
Küfe sırtımda, hayat sırtımda, can boğazımda alacaklı.
Memlekete dönmek ayıp bu saatten sonra. Satılacak toprak, sürülecek arazi kalmamış. Eski bir ev, çökmüştür bunca zaman sonra. Başını sokacak dam yok oralarda. Akraba var dünya iyisi. Akraba var düşman başına. Cennette görsen kaçarsın, öyle benimkiler.
Karanlıkta oturuyorum.
Karşı tepede canı sıkılan ateşböceği misali gecekonduların ışıkları görünüp kayboluyorlar. Homurtuları sarhoşların.
Ne duyuyorsam o da duyuyor. Neye şahitsem o da benimle, sarkıyor aşağıya. Panjurları eskimiş evin. Balkon kapısı çok zamandır kapalı.
Şimdi yaz, her yerde bir aralık. Bulutlar uzak. Yıldızları cömert semanın.
Böyle gecelerde de bıçak kemiğe dayanıyor. Kan akacağı damarı terk etmek için aceleci. Kadın kocasının canını bağışlamıyor. Üçüncü çocuğu karnında, acısı bağrında. Deşiyor onu, bir irini boşaltır gibi boşaltıyor birlikte uyudukları yataklarına bağırsaklarını.
Ben bunu gazetede okumuyorum. Ben bunu diğer duyduğum şeyler gibi pencerelerden, kapı aralıklarından, bakkal çıraklarından, soğan patates diye bağıran satıcıdan değil televizyondan duyuyorum.
Oh olsun, diyemiyorum, dünya bir pislikten kurtulmak için bunca zaman gayretle döndü, insanın savaşı bitmeden kendiyle, içindekiyle, dışındakiyle, kimse kurtaramaz onu. Bu gövdedeki oyuklar, bu damarlardaki yorulmalar boşuna değil.
Şefkatle bakıyor baba kızına.
O, diyor, aklını yitirmemiş olsa böyle soyar gibi derisini, soyar mıydı kocasını?
Mahkemeye sevk ediliyor kadın, gözlerine zafer kazanmış bir ifade yerleşmiş.
Gömleğe bakıyorum. Kımıldamıyor ben haberleri seyrederken. Onu giyen adamı düşünüyorum. Dünyanın yükünü sırtlamış haline uygun görüntü seçiyorum zihnimde.
Ben odamda, gömlek balkonda, yıldızlar semada yalnız. Boyuna düşünüyoruz. Olacakları, olmayacakları.
Seksek oynayan çocuklar beliriyor sokakta. Kapı önünde oturan iki sıra yaşlılar. Eskiler alırım, diyen bir çocuk, bir adam. Biri kapısını açacak balkonun. İki yıldır orada sallanan, belki de saklanan gömleği tutup çıkaracak onu sıkan mandalların altından. Uzatacak eskiler alan adamla çocuğa. Adam evirip çevirip bakacak kumaşına. Göğüs hizasına getirip, acaba bana olur mu, diye düşünecek belki de. Öyle olmuyor. Mandallar gevşemiyor. Adam ve çocuk kayboluyor seksek oynayan çocukların arkasından. Yaşlı şişko kadınlar gündelik avlarını yakalamış anlatmaya gidiyorlar gün düzenleyen komşularına. Limonatalar dolduruluyor bardaklara. Sofralar kuruluyor can yakan zamanları unutmak için. Dünya ses sızdırıyor. Benim kulaklarım kepçe.
İki takım sahaya çıkıyor. Birinin forması cansız renklerden seçilmiş. Maç izlemek sıkıcı, hayatı seyretmekten.
Dünyanın ilk aydınlatılan sokağında yürüdüğümü hatırlıyorum. Taş binaların arasından seğirttiğimi bir bahar gününü. Sonra geçmiş zamanı yaşayan bir köye gittiğimi. Dutların meyve verdiğini, çağlanın yaza çekirdeklendiğini… Eski mezarların arasında bir yakınımı arar gibi dolaştığımı. Okuma o taşlara yazılanları, diyenlere kulak asmadığımı. İsimleri teker teker, anlamlarını bulmaya çalışır gibi yüksek sesle söylediğimi kuruyan çiçeklere.
İvan mı, Zabel mi daha yakınım? Misak ve Keğam, iki kardeşmiş soyları usanmadan yaşama. Bir ağaç vardı sekiz asır yaşamış, gövdesine yaslandığım. Aradığını bulmuş gibi gönendiğim dalların altında.
Taşın kaderiymiş ustasını beklemek. Ağacın rüzgârı ve kuşları bulması.
Zaman ağzımdaki tükürüğün çalıcısı. Ben bir salyangoz olsam kıvrılsam gölgelerin içine. Oysa her rüyayı, iyiliği kötülüğü tanrı soktu dünyama. Neyi unutmak istesen önce onun sert duvarları.
İnsan çatlağından gün görürmüş, nefes alırmış, yaşarmış. Öğrendim. Öfkem yok, o bir bilinç kayması. Bir feryat bin figan benim dışımda. Derin bilginin hazzı.
Karşı apartmanın balkonunda iki yıldır bir gömlek asılıydı. Sonra bir gece yer sarsıldı. Binalar kardeş gibi birbirine sırt verdi. Balkonlar göğüs göğüse atıldılar daha bir öne. Çamaşır ipindeki gömlek sanki bir el tarafından katlanıp kaldırıldı çekmeceye. Daha önce hiç görmediğim Almancı aile ise binanın önünde gözü yaşlı bekledi bir süre.