O zamanlar daha on yaşına basmış mıydım emin değilim. Yaz hiç kimseye bir şey anlatmak zorunda olmadığım bir mevsimden daha çok zihnimi kitapların âlemine açmama yarıyordu. Meyve ağaçlarının dalları arasında saatlerce kayboluyor, gelişigüzel elime geçmiş kitaplardan aklımda kalanları değiştirip dönüştürüyordum içimde. Bazen okuduğum hikâye kişisinin yaşadığı maceralara kendimce yeni bölümler ekliyor ve anlatıyordum. Oyun arkadaşlarımın kitapla, hikâyeyle pek işleri olmuyordu. Misket oynamak için açtıkları beş çukurun etrafında ya da top sahasında hava kararana kadar oyalanıyorlardı. Aralarına katılsam da o dünyaya ait değilmişim gibi hisseder, bir süre sonra oyun alanında biraz uzaklaşıp oturduğum noktadan tozu dumana katan arkadaşlarımı seyrederdim. Topun peşinden koşan gölgelere dönüştüklerinde ben bir süre önce okuduğum hikâyelerden birini düşünüyor olurdum. Ya da çevremde anlatılması mutlaka gereken kişileri…
Geçirdiği kötü bir hastalık sonucunda yürüyemeyen kadını, yatağının yanında ve karşısında bulunan pencereleri, içeri sızan ışığa rağmen giderek kararan ruhunu…
Gelini tarladan ter içinde dönmüş az önce. Bütün gün eşelemiş tarlasını kazmayla.
On yıldır bu böyle. Bir bardak suyu illa o verecek eliyle.
Memnuniyet duygusunu yitireli çok oluyor yaşlı kadın. Canından bezdiriyor gelinini, oğlunu. Beyaz çarşaflar içinde yatsa bile gül değil. Gözlerinin feri yitip gitmiş çukurlarında. Eskiden öyle miydi? Aslan gibi oğlu döndüğünde askerden etli pilav yapıp dağıtmıştı köylüye.
Onun odasında yer minderinde oturuyorum. Durmadan sallanıyor. Bazen yatağına oturmamı işaret ediyor. Üzerine sinmiş kokudan rahatsız olsam da yaklaşıyorum. Ellerimi alıyor ellerinin arasına. Adımı yeniden soruyor. Söylüyorum yüzüne bakmadan. Onu ayakta pencerenin yanında ışığa bakarken hayal ediyorum. Evin yanından akan ırmağa, ceviz ağacını taşlayan çocuklara, on yıldır değiştiğini düşünmediği şeylere dalıp gidiyor. Dışarıdan içeriye girenler yaşamın aynı devam ettiğini anlatmakta ısrarcı. Bazen harman yerinde düğünler oluyor. Davulun zurnanın sesi onun odasını da dolduruyor.
“Rüyanda yürüyorken görüyor musun kendini?” diye soruyorum.
Annem konuşmalarının ortasına bıraktığım soru cümlesinin ağırlığı altında eziliyor. Yumruğu dişlerinin arasında.
Yaşlı kadın rüyasında yıllarca ovmaktan imanı gevreyen, on yıldır gelişigüzel bir kilim parçası üzerine atılmış, odasının zeminindeki çürümüş tahtaların üstünde koşarken görüyormuş kendisini. Bir de gelin olarak bindirildiği atın üstünde tırıs gidişini.
Çocukluğumda olduğu gibi kendi hikâyemle yazarın anlattığı olayı yan yana düşünüyorum.
Pus’un yüzü sayısız buruşuk tomurcukların serpildiği bir tarla halindeki ihtiyarı da bedenini sallıyor yattığı yerden. Ellerimi bıraksa sanki onu sonsuza kadar yalnız bırakacağımı düşünen yatalak teyze gibi gözleri bir noktada yitip gitmiş. Hayatının yollarda karşılaştıklarının toplamı olduğunu geçiriyor belki usundan. Katır çıngıraklarının sesi eşliğinde görülen manzaraya sayısız insan sureti girmiş, her birinin derdini kendi derdi gibi bilmiş gençliğinden itibaren. O erkenden dâhil olunan günlerin bir sonu vardı, bilirdi. Tarlasında ektiği ekinlerin kuruma zamanları gelirdi. Kuruyan ekinler biçilirdi. İnsan da dünyanın ekini değil miydi? Gidecekti günü tükendiğinde. Az kalan zamanını masanın altına girmiş evcilik oynayan çocuklara, odanın ortasında küçük kardeşini sallayan bir diğerine ve yitip giden bir uzama bakarak geçiriyordu. İçinde durmayan bir zamanın sesi…
Diğerlerinden biraz daha büyük olan torununa sandıkların içinde sakladığı paslanmaz tabancayı hediye ederken şu cümleleri söylüyor.
“Şimdiki çocuklar bir şeyden anlamıyor, dedi, söz gelimi torunlarım, bir şeyden anlamıyorlar. Ben de anlamıyordum. Ama artık anlıyorum. Bir gün onlar da anlayacak, ama o zaman vakit geç olacak.”
Pus’un hikâye anlatıcısı torunu da şöyle diyor: “Ölüm artık evimizde hiç beklenmeyen ve her an beklenen bir tanrı misafiridir: onun ılık, ıslak, bulaşıcı havasında soluk alıyoruz.”
“Bir şey düşünmüyordum, ama derinlerimde bir şeyin kıpırdadığını, gelişip büyüdüğünü, bir iğne ucuyla patlamak üzere olgunlaştığını seziyordum. Duyulmaz bir vuruşla yerimden oynatılmıştım. İçimden, melânkoliye batmış bir sesin, suyu çamurlara bulanmış, geniş ve ağır akan bir nehir gibi aktığını duyuyordum.”
Hikâye kişisi aksakallı ihtiyarın ve benim zihnimde bir ışık gibi yıllar sonra beliren yaşlı kadının hatırladığım son cümlelerinde olduğu gibi bazı cümleleri anlamak için zaman gerekir. Ve zaman tay gibi geçip gidiyor içimizden hızla.
Rasim Özdenören’i 90’lı yıllarda Ruhun Malzemeleri ve Denize Açılan Kapı kitaplarıyla tanımıştım. Daha sonraki yıllarda okuduğum 1967 yılında yayımlanan Hastalar ve Işıklar’ı kısacık, yer yer şiirsel, durum hikâyelerinde oluşuyor. Bir yazarın en büyük zenginliği, çocukluğu, ilk gençliği, ilk kitabı değilse nedir ey okuyucu?
Elinize, yüreğinize sağlık Serkan Türk. Kaleminizin ömrü uzun olsun.Ucundan damlayıp öyküye donusen cocukluk anıları, okurda yeni anıları çağırsın. Yazınızı okuduğumda, çocukluğumun ” Top Kızı ” beni çağırdı,yine. ” Unutma beni, yaz, beni yaz” diyor