Pazar: Kapıları Açmak, ilk doksanlı yılların sonlarına doğru adını duyduğum Mustafa Kutlu kitabı. Dikkatimi çekme nedeni o dönemlerde üzerinde aylarca çalıştığım radyo programımın metinlerinde ‘yeni kapılar pencereler aralayacağız’ diyerek duyurular yapmış olmamdı. Programımın içerisinde hikâyeler seslendirdiğim bir bölüm de vardı. Kış gecelerinin soğuğunda, kar taneleri ince ince bahçeleri kapatırken sesin ve müziğin yayıldığı odaların pencerelerinden bakan insanlar hayal ederdim. Bu insanlar yoksulluklarını, yalnızlıklarını, bitmek bilmeyen sıkıntılarını böylesi gecelerde unutmaya çalışırlardı ve ben soluğumun yettiğince sözcüklerle gerçek dünyanın fotoğrafını düşünmelerini isterdim. Limon satan yaşlı bir kadın, kestanecinin önünden geçerken kokusunu içine çeken öğrenci, ayakkabı boyamak için bütün gününü kahvenin kapısında nöbet tutan köyünden yeni gelip kasabaya yerleşmiş gençten bir oğlan. Her görüntümde iyi ve yoksul insanlar olurdu. Bunu bilinçli bir şekilde de düşünmezdim üstelik. Sanki yoksul olanın elinden zenginliği çalanlar mutluluğu unutup gitmişlerdi ve onu yaşamak geride kalan bizlere layıktı.
İki bin sekiz yılında Rüzgârlı Camlar adlı öykü kitabım yayımlandı. Şüphesiz benden önce de bazı şair ve yazarlar rüzgârın peşine takılmıştı. Bu yazarlardan biri de Rüzgârlı Pazar’ı ile Mustafa Kutlu idi.
Pazartesi: 1950’li yıllarda Anadolu nüfusunun çoğunluğunun köylü olduğu, ancak sonraki yıllarda artan sanayileşme ve beraberinde gelen kent merkezlerine göçler nedeniyle ülke farklı problemlerle karşılaşmıştır. Türkiye’nin hızla değiştiği, bir önceki on yılın nostaljik bir yapı içinde değerlendirildiği düşünüldüğünde Mustafa Kutlu hikâyeciliğinin bizim insanlarımızı, yiten değerleri ve mekânları sıkça konu olarak seçmesini yazarın kuşağındaki diğer yazarlara karşı bir avantajı olarak değerlendirebiliriz. 60’lı yıllarda yazılmış eserlerden farklı olarak köy hayatını ve sorunlarını zayıfı güçlüye karşı korumaksızın dile getirir. Mesela Beyhude Ömrüm’de hazine arazisinden kendisine bir tarla yapmak isteyen kahramana köyün ağası konumunda da olan Muhtar karşı çıkar. Adamlarıyla bir gece bu kahramanı fena halde döverler.
Eskiden beri okuduğum kitaplarda dikkatimi çeken satırların altını çizerim ya da son dönemde olduğu gibi renkli kalemlerle boyarım. Bu gelenekten nasibini Kutlu’nun kitapları da aldı. Mavi Kuş’ta mesela “Taşranın içine kapanık dünyasında dışarıya açılan tek pencere askerlik.” cümlesini altını çizmişim. Hüzün ve Tesadüf kitabında ise, “Uzun mu uzun, geniş mi geniş, kıpırtısız, gamsız yaz günleri. Taşranın o unutulmuş, kavun kokulu, taze çökelek kokulu günleri. Leylekler tarlalarda geziniyor, rengârenk arı kuşları havada neredeyse sabit kalacak gibi kanat çırparak avlanıyorlar. Ben öyle Sırtüstü toprağın serinliğine sığınmış, birkaç çiçek çimen ezmiş, etrafa ot kokusu yaymış, ellerim, ense kökümde kenetli, gökyüzüne bakıyorum.”
Salı: “Aynanın orta yerinde önce simsiyah bir selvi gölgesi gibi fabrikanın bacası göründü, sonra Cevher Bican’ın yüzü. Güneş yanığı, ablak, kanlı canlı bir çehreydi bu.”
Yokuşa Akan Sular adlı kitabında yer alan Önce başlıklı hikâyesinde Kars’ın Göle kazasından dayısının çağrısıyla kente gelen ve daha önce hiç bilmediği bir dünyaya adım atan on yedi yaşındaki Cevher Bican’ı anlatır yazar. Onun gözünden fabrikanın büyüklüğü, motor, çekiç, zımpara, palanya ve matkap gürültüleri arasında dolaşan onlarca insanın hareketi arasında kendine ve varlığına yabancılaşması. Hikâyenin içinde bize başka epizotlar, hikâyecikler anlatarak dünyamızı genişletirken başka kahramanları, yan karakterleri ve olayları bir dolgu malzemesi gibi veriyor Mustafa Kutlu. Kurduğu modern dünya hem karakterini değiştirip dönüştürürken bize de iki dünya arasındaki farkları, yanlışlıkları, samimiyetleri görme fırsatı veriyor.
İki genç yazar, Güray Süngü ve Işık Yanar ile birlikte ziyaretine gidiyoruz Mustafa Kutlu’yu. Belli başlı kitaplarını okumuşluğum var. Nasıl bir sohbet olacağını merak ediyorum. Bizi güzel karşılıyor. Güray’ı da benim gibi daha önce görmemiş sadece dergilerden biliyor adlarımızı. Trabzonlu olduğumu söylediğimde bana –ülkemizdeki yanlış bir genelleme- Laz diyor. Ben de Laz olmadığımı söylüyorum. Üzerine tanıdığı Karadenizlilerden bahsediyor. O an aklıma Yokuşu Akan Sular’daki Cevher Bican’ın hikâyesindeki Çaykaralı gelmiyor. Nedense o sırada daha çok Doğu ve Güney Doğudan İstanbul’a gelen insanları özellikle anlatmayı seçtiğini düşünüyorum. Anadolu’da yaşamı konuşuyoruz uzun uzun.
Ziyaretimizden bir gün sonra yayımlanıyor Anadolu Yakası. Üçümüz kitabı bir gün önceden edinme fırsatı yakalıyoruz. Son yıllarda moda olan ‘nehir söyleşi’ fikrinden yola çıkarak yerel bir kanalın sahibi Muzo Gönül ile bir muhabirin yaptığı söyleşi, hikâye formunda kaleme alınmış. Anadolu kültürü ile İstanbul’un gel-gitlerinde hayatın değişen yanlarını yine epizotlar, olaylarla genişletip anlatıyor yazar.
Çarşamba: Çocukluğu seksenlerde geçmiş, doksanların ortalarında delikanlı olmuş benim gibi insanlar Anadolu’nun her yerinde neredeyse aynı zamanda yükselen binaları, yol çalışmalarını, büyük İşhanlarının, fabrika bacalarının toplumun dönüşümünde bir adım olduğunu bilir. Mustafa Kutlu’nun hikâyelerinin merkezinde de kentli ve köylü ekseninde modernleşme ve onun beraberinde gelen değişimleri konu edilir. Anlattığı köylerdeki günlük hayatın farklı ayrıntılarını yazmayı tercih eder. Beyhude Ömrüm’de geçen şu bölüm tabiatı sözcüklerle resmeden Kutlu’nun kendine has kurduğu üslup ve dilin onun bugün bile ciddi bir okur kitlesi tarafından okunmasının nedenini bize sunacaktır. “Göz alabildiğine bahçeler, bağlar. Bir yeşil deniz canım, bildiğin ağaç denizi. Elmalar, armutlar, efendi kütür kütür yeşil erik. Yanakları kızarmış ballı şeftaliler. Hele üzüm, hele üzüm. Allah’ın bir hikmeti canım. Salkımı olduğu gibi ağzıma sokuyorum, geriye bir çöp çıkıyor.”
“Zaman gül yaprağına düşen kar tanesi gibi…”
Kutlu’nun hikâyelerinde sıklıkla karşımıza çıkan şiirsel ifadeler metinlerinin okur tarafından algılanmasını kolaylaştırıyor.
Perşembe: Bir yazarın ilk kitapları ruh dünyasını, bakış zenginliğini göstermesi açısından önemlidir kuşkusuz. İçinde yaşadığı toplumu ne denli anladığının, gelenek ve görenekleri ne ölçüde mesele ettiğini ve yazın dünyasında nerede durduğunu ortaya koydukları ile bulmak mümkünmüş gibi geliyor bana. Halk edebiyatından, menkıbelerden, müzikten, minyatürden, mimariden ulaştığı sonucu tasavvuf düşüncesini olarak yorumlamak mümkün yazarın. Gönül İşi, Yokuşa Akan Sular, Yoksulluk İçimizde, Ya Tahammül Ya Sefer ve Bu Böyledir ve Sır adlı kitapları Mustafa Kutlu’nun Adam Öykü dergisinde belirtiği gibi “Tasavvuf, sembolik dünyası ve kendine mahsus dili ile muazzam bir zemin ve kaynak idi. Ben bu birikimden, bu kaynaktan beslenerek, günümüz insanlarına, günümüzün meselelerine, günümüzün dili ile yeni bir terkip, yeni bir tarz getirmek için çabaladım. Dayanaklarım iki kavrama indirilebilir: Hikmet ve ahenk.”
Cuma: Bir hikâye yazarı olarak bazı hikâyelerimi yazarken günün birinde anlattığım karakterleri beyaz perdede görmeyi hayal ederim. Çünkü her bir hikâyede ön plana çıkan kahramanlar bazen kendi kişilik özelliklerimden bazense çevremde sıklıkla gördüğüm insanlardan beslenerek şekil alır. Daha çok okurun anlattığım kişiliği sezgisel olarak yaklaşmasını tercih ederim. Oysa Mustafa Kutlu bazı hikâyelerinde doğrudan hissettirmeye çalışır bize karakterin kişilik özelliklerini. Uzun Hikâyeyi sinema perdesinde izlerken Sosyalist lakaplı Bulgar göçmeni Ali’yi ve dünyasını kitapta da böyle görüp görmediğimi sordum kendime. Mustafa Kutlu’nun hikâyesinin güçlü dili ve anlatım olanaklarına rağmen birçok edebiyat uyarlamasında olduğu gibi metinden tam olarak yararlanılamadığını düşündürdü bana film. Lakin Kenan İmirzalıoğlu’nun büyüleyici ve rolü bir kıyafet gibi üstüne giymesini bilmesi sonucu film sinemaseverlerden tam not aldı. Mustafa Kutlu’nun kitapta anlattığı Ali ve Münire okurun zihninde şüphesiz çok daha farklıydı.
Cumartesi:
“Dişlerin dökülecek, böbreklerinde kum, kalbinde ufak bir spazm olacak diyorlar. Bütün bunları ve daha başka şeyleri söylüyorlar. Jelatinden salatalar, orlondan kremalar neler.
Korkulusun, şaşkınsın, yabancısın.”
Beni en çok etkileyen Mukaddime adlı hikâyesinin finalinde böyle diyor Mustafa Kutlu. Dünyanın ağırlığını sırtına almaya çalışan milyonlarca insanın yitirdiği değerler, akıp giden yaşam içinde kaçırdığı sayısız mutlu portre. İnsanın baharı görmeden yaza, yazı yaşamadan yaprak dökümüne doğru koşar adım ilerlediği günümüzde “Sıcak tandır ekmeğinin üzerine cızırdayan tereyağını, yayıktan boşalan ayranı, kınalı elleri.”, düşünemeyecek kadar meşgul olması sıradan kabul edilebilir. Mustafa Kutlu’nun yapmak istediği de tam olarak bu olmalı, sıradanlaşan dünyanın yitik değerlerini yazarak var etmek.