18 Kasım 1906’da Adapazarı’nda doğan Sait Faik Abasıyanık, Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının önde gelen hikâyecilerinden birisidir. Kendisinden sonra gelenleri de etkileyecek olan Sait Faik, farklılığını küçük yaşlardan itibaren belli etmiş ve etrafındakiler tarafından ‘garip ruhlu bir çocuk’ olarak nitelendirilmiştir. Sait Faik’in çocukluğu ise ailevî problemler içinde geçmiştir. “Babanın umursamazlığı ve annenin depandan ihtiyacı Sait Faik’in rûhî çelişkilerine sebep olmuştur.”[1] Yazarın, “sınıfta sakin ve dalgın, bahçede yalnız”[2] olarak anlatıldığı okul yıllarıysa insanlarla arkadaşlık etmeyi arzuladığı fakat bu konuda başarılı olamadığı günler olarak geçer.
Anlaşıldığı üzere iç dünyası çelişkilerle dolu olan Sait Faik, dünya üzerinde ‘yalnız’ ve ‘farklı’dır. Annesine göre de Sait Faik, tanıdığı insanlardan hiçbirine benzemez. Arkadaş çevresine göreyse kendisini çok yabancı hisseder, başkalarıyla münasebete girişmez. Böyle bir ruh haline sahip olan yazar; kıyafeti, yürüyüşü, bakışları, insana sokuluşları ve insandan birdenbire uzaklaşmalarıyla bu ‘yalnızlık’ duygusunu ve ‘farklı’lığını açığa vurur.[3]
Çekingendir, kendisini çevresinden de kendinden de gizler ve anlamak ya da anlaşılmak istemez.
Neticede de “kendi iç tepkilerinden kuvvet alarak haşin, kavgacı, isyankâr”[4] olmuş, hiç kimseye inanmadığı ve güvenmediği için uzun dostluklar kuramamıştır. İşte ondaki ‘Dünyaya hayretle bakmaya doğmuş’ olma düşüncesi veya ‘Lüzumsuz adam’ imajı ferdin iç dünyası ile çevresi arasındaki uyumsuzluğun ifadesidir. Bu uyumsuzluğu çözemediği yıllarda, her şeyden olduğu gibi, kendinden de hoşnut olmayan bir insan olarak karşımıza çıkar.[5]
Yazar hayata dair de birçok konuda –eğitim, ticaret, aile- başarısızlığa uğrar çünkü “bir yere bağlanıp kalmak onun için zor bir olaydır. İşiyle ilgilenmez. Canı sıkılır. İstediği zaman gezmek, eğlence yerlerini dolaşmak onda bir tutkudur. Ticaretten çok hikâyeyle ilgilenir. Varlık dergisine hikâyeler göndermekte; dostlarından biri geldiğinde günün hangi saati olursa olsun işyerini kapatıp gezmeye çıkmaktadır.”[6]
Tüm bu yaşanılanlar ve ‘dünyada olma’ zorunluluğu onu daha da yalnızlığa ve iç sıkıntısına sürüklemiştir. Bu sıkıntı onun ruhunda zamanla bir ‘acı’ da oluşturur. David Le Breton Acının Antropolojisi isimli kitabının bir yerinde “Acı yalnızlık duygusunu keskinleştirir, insanı kendi sıkıntısıyla ayrıcalıklı bir ilişkiye sokar. Acı çeken insan içine kapanır ve başkalarından uzaklaşır. Kendisini kimsenin anlamadığını sanması, böyle bir acının başkalarının merhametine ya da basit idrak duygularına kapalı olduğuna inanması onun bu eğilimini daha da güçlendirir.”[7]der. Bu tam da Sait Faik’in içinde bulunduğu durumdur.
Yaşadığı zamana, toplumun gerçeklerine ayak uydurmayı başaramayan Sait Faik, çareyi uzaklaşmakta yani bir nevi kaçışta bulur. Babasının ölümünden sonra da “zamanının çoğunu adada geçirmeye başlar. Geceleri hikâye yazarak gündüzleri ya kırlarda tek başına dolaşarak ya da balıkçı dostlarıyla balığa çıkarak”[8] yaşar. Böylelikle şehir hayatından, kargaşadan, herkesten kaçmış yalnızlığı tercih etmiştir.
İşte adanın vermiş olduğu bu ‘güven duygusu’ Sait Faik’i özgür kılmış ve ‘avârelik’ yapmasına imkân tanımıştır. Ayrıca hiç şüphesiz ada Sait Faik’in hayâl gücünü kışkırtan bir mekân olmuştur. Çünkü Bachelard’ın da söylediği gibi “Mekân, eylemi çağırır, bu arada hayâl gücü de eylemden önce çalışmaya koyulur. Otları biçer, tarlayı sürer. Hayâl gücünün tüm bu eylemlerinin faydasını da belirtmek gerekir.”[11]
Sait Faik’in öykülerini incelediğimizde de adanın hayâl gücü üzerinde ne denli etkili olduğunu görürüz. Bunun nedeni ise bize kalırsa adadaki önceliğin ‘hareket’ ve ‘hız’ olmamasından kaynaklanmaktadır. Orada saatleri hesap etmekle geçirilmeyecek sonsuz bir zaman ve yazarın çok sevdiği deniz, yosun kokusu vardır. Ayrıca hiç şüphesiz insanın sadece açlıkla ölçüp değerlendirdiği ve sadece uykusu geldiğinde bitirdiği bir gün imgelemi kışkırtır. Ve bireye ‘avârelik’ hakkı da tanır. Avârelik, davranış biçimi olarak başıboşluk ve serseriliğe benzer bir görünüm yaratsa da bunlardan farklı özellikleri de vardır. Sait Faik’teki avârelik “varlığını ancak sezdiği güzellikleri arayan, bulamadığı için hüzünlü ve sadece bulmak ümidiyle yaşadığı için bahtiyar bir insanın ruh hali”[12]dir.
Sait Faik’in kalabalıklar arasından uzaklaşıp ada hayatını ve yalnızlığı tercih etmesini ‘dış dünyayı tek başına ve şahitsiz seyretmek isteği…’ olarak değerlendirmek de onun ruh yapısına uygundur.[13] Sait Faik bu ada hayatı ile birlikte bize bir ‘yalnız adam’ tipi de çizer. Tanpınar İstanbul Üniversitesi’nde yapmış olduğu bir dersinde bu hususta şöyle der: ‘Yalnız adam Sartre’ın La Nausèe (Bulantı) romanındaki tiple başlar: Bu adam kâinatı beğenmez, kâinattaki yerini bulamaz. 1936 sırasında yazılmıştır. Albert Camüs’nün Yabancı’sı da böyledir: Bu adam her şeye, kendi ıstırabına da yabancıdır. Sait Faik’teki “yalnız adam” biraz bunlarla ilgilidir. Yalnız adam tipi, modern Fransız edebiyatının bulduğu bir tiptir. Bu, diğer edebiyatlarda da değişik şekillerde vardır.’[14] Sait Faik’in Yükseköğrenimini Fransa’da edebiyat alanında tamamlamış olduğunu ve Fransa’da yaşadığı yıllarda bu ülkenin önde gelen birçok yazarın eserlerini okuduğunu düşününce bir etkilenmenin söz konusu olduğunu da görürüz.
Aslında ‘yalnızlık’ Sait Faik’in bir seçimi değildir. Onun gibi ruhların sığınağıdır. Çünkü aydınlanmadan sonra dünya büyüsü yitirilmiş bir yer haline gelmiştir. Modernite denilen bu yeni dönemde olup biten her şeyin faili insandır, mucizeler çağı kapanmıştır. Büyüsü yitmiş bir dünyada nefes almanın tek yolu ‘yazmak’ diyen Sait Faik de ‘yalnızlık’ı tercih edenlerden olmuştur. Kendi cümleleriyle ifade edecek olursak: “Caddelerdeydim. Binlere karşı birdim. On binlere karşı birdim. (…) Yalnızlık. Yalnızlık güzel.”[15]
Sait Faik’in görünürdeki hayatı yukarıda anlatılanlardan ve üzerine eklenen yorumlardan ibarettir. Görünmeyen hayatı ise onun poetikasında, kelimelerinde saklıdır. Sait Faik’i sıradan insandan ayıran da onun bu görünmeyen hayatıdır. Onu yaşadığı hayattan değil de görünmeyen hayatından tanımak için de eserlerine başvurup kelimelerinin içinde dolanacağız. Biliyoruz ki normal şartlarda bir edebî eser üzerinden sanatkârı hakkında mutlak yargılara varılamaz. Ancak “Her eser, sanatkârın dışında var olsa da ondan izler taşır. Hele bir sanatkâr, Sait Faik gibi, eseriyle kişiliği arasındaki ilişkiyi hissettirecek ölçüde bir özellik taşıyorsa arada bir bağın kurulması daha da önem kazanmaktadır.”[16] Tanpınar da bu düşünceyi destekler ve Sait Faik’in hikâyelerinde “Çoğu kahraman odur veya bir müşahit vaziyetindedir”[17] der.
‘Dış dünyayı tek başına ve şahitsiz seyretmek isteği…’ bu cümle üzerinde durulması gerektiği düşüncesindeyiz. Çünkü bu cümle Sait Faik’in poetikasını da özetleyen bir cümle niteliğindedir. Rilke de Malte Laurids Brigge’nin Notları’nda ‘görmeyi öğreniyorum’[18] diyordu. Sait Faik’in yaptığı da budur. Onda daima görme ve tanıma merakı vardır. Ve bu merakla adada tabiri caizse kelimeler üzerinden bir hayat kurar. Ve bu hayat yaşadığı hayatın aksine yaşama sevinciyle doludur. Bu hayattan da ziyadesiyle memnundur. Bunu hikâyelerinde net bir şekilde görürüz. Örneğin bir öyküsünde şöyle der: “O gün ne güzel bir gündü! Deniz ne serindi! Ne güler yüzlüydü sandallar, çocuklar, kadınlar! (…) Hayatımdan memnundum. Hayattan da memnundum. Her şey ışıl ışıldı.”[19]
Lescure ‘Sanatçı, yaşadığı gibi yaratmaz, yarattığı gibi yaşar’[20] diyordu. Sait Faik ise yaşadığından yaratıyor, yarattığıyla da nefes alıyordu. Bu bir nevi onun dünyaya katlanma biçimiydi. Kelimeleriyle yarattığı her karakter ondan bir parça gibiydi ve hepsini ayrı ayrı seviyordu. Onların sorunlarını dile getiriyor, mazlumun yanında zalimin karşısında yer alıyordu. Yaşar Kemal’in deyişiyle “Sait her yönüyle halktandı. Onları seviyordu. İhtiyar hallacı, Ramazan’ı, Panco’yu, Melek’i, Kondosi, hani “Birtakım insanlar” daki Ali Rıza var ya, Hikmet var ya, onları candan seviyordu.”
Onun tesellisi kelimeleriydi. Çünkü kelimeler bize sahip olamadığımız şeylere sahip olabilme, kendimizi pagan tanrıları gibi aynı anda hem ölümlü, hem de ölümsüz hissettiğimiz o olanaksız varoluşa erişebilme umudu sunar. Böylece ruhlarımıza uzlaşmazlık ve isyan kattığında, insan ilişkilerindeki şiddetin azalmasına katkıda bulunan tüm kahramanca eylemlerin ardında yatan bütün bu şeyleri kattığında, bir büyü gerçekleşir.[21] Bu büyüyü gerçekleştiren şey de ‘söz’ dür. İnsan doğuştan ‘güzel’e meyilli olarak doğar, güzel olan da kelimelerdedir. Bu nedenle kelimeleri yazdıkça okudukça birey ‘iyileşir’, teselli bulur. Aynı zamanda sözün eski çağlardan beri bir büyüsü olduğuna inanılır. Blienderman, yazı öncesi çağlarda büyü ve dua kullanıldığına, aslında, duygusal sorunlarla başa çıkmak için kelimelere başvurulduğuna yönelik bulgulara ulaşmıştır. Astrov ise kelimelerin gücüne vurgu yapmıştır: “Tedavinin esas parçası olarak düşünülen şey, hastalığa ilaç olan şifalı bitki değildir; aksine, kullanılmadan önce bitkinin üzerine kelimeler okunmuş olmasıdır.”[22] Der. Borges de bu konuya dikkat çekmiş ve ‘edebiyat ne işe yarar?’ sorusuna “Kanaryanın ötüşü ya da çok güzel bir gün batımı ne işe yarar diye sormak kimin aklına gelir!” şeklinde cevap vermiş, ‘böylesine güzel şeyler varsa, bu güzel şeyler yaşamı bir an için de olsa daha az çirkin ve daha az hüzünlü kılabiliyorsa, bunlara yararcı doğrulamalar aramanın ne gereği vardır?’ diye de eklemiştir.[23]
Görülüyor ki Sait Faik’e de teselli olan kelimelerin, insan ruhuna yönelik şifâsı geçmişten beri bilinmektedir.
Alemdağ’da Var Bir Yılan adlı öyküsünde de “Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey.”[25] der. Yani Sait Faik’in kelimelerle yarattığı dünyasının merkezine ‘sevmek’i koymuştur. Bu ‘sevmek’ olgusu da ona göre bir insanı sevmekle başlar.
Yazar için insanı sevmekle yaşamı sevmek aynı manâya gelmektedir. Bu nedenledir ki onun hikâyelerinde insanın yeri mühimdir.
Ancak hayatta birçok konuda olduğu gibi insan konusunda da hayâl kırıklığına uğrar yazar. Çünkü insan bir tarafıyla zalimdir. Doğaya, hayvanlara zarar verir.
Hissettiği hüznü Son Kuşlar hikâyesinde şu satırlarla dile getirir: “Kuşları boğdular, çimenleri söktüler, yollar çamur içinde kaldı. Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarlarında toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz. Bizim için değil ama çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak. Benden hikâyesi.”[26]
Büyük bir üzüntü duyan Sait Faik sürekli kendini sorgular: “Bıktım doğrusu artık, insanoğlunun çektiğini çekmediğini anlatmaktan. Bıkmaktan geçtim, anlatamadım. Yazdım, beceremedim. Kendi kendimi ne aynada, ne düşte, ne hayalde, ne de fotoğrafta göremedim de, tuttum, sarı saçları vardı, dedim. Gözleri yaradana bakardı, dedim. Akşamları iki kadeh içerdi, dedim. Şuna güler, şuna üzülürdü, dedim. Ona çok haksızlık ettiler, dedim. Zengine sövdüm. Fakire enayi gibi acıdım. Neredeyse dünyaya nizaat vermeye kalkacaktım!”[27]
Bir ara yazmaktan dahi vazgeçmek üzeredir. Bunu şu cümleleriyle dile getirir: “Söz vermiştim kendi kendime yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka neydi? Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Ada’nın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”[28]
Cioran’ın anlattığı tam da Sait Faik’in içinde bulunduğu durumdur. Yukarıda hikâyelerini Varlık Dergisi’nde yayımladığından bahsetmiştik. Yazmak ve yayımlamak onlar için en güzel tesellidir. Zaten Sait Faik’in kendisi de “Yazılarım bize yaşamak için lazım olanı getiriyor” der.
Sait Faik’in adada kurmuş olduğu hayatta bir tesellisi daha vardır, o teselli hayvanlardır. Bilhassa da kuşlara ve balıklara ilgisi büyüktür. Zaten hikâyelerinde de hayvanlara sıklıkla yer vermektedir. Örneğin; alageyik, arı, at, ateşböceği, ayıbalığı, balık, bıldırcın, bülbül, ceylan, civciv, çakal, çalıkuşu, çiyan, dana, eşek, fil, fok, gelincik, güneşbalığı, hezaran, horoz, ıstakoz, inek, istavrit, istrongilos onun hikâyelerinde adı geçen hayvanlardan bazılarıdır.
Yazarın insanları hayvanlara olan davranışlarına göre yorumladığı zamanlar da olur. Örneğin Fındık isimli öyküsünde Fındık isimli av köpeğini şu sözlerle anlatır: “Büyük, kalın kuyruğunu oynatarak, kahverengi gözlerini kırparcasına yanınıza yaklaştığı zaman kafasını okşamazsınız şayanı hayret bir adamsınız, demektir. Bu kadar sevilmek ihtiyacıyla kendine yaklaşan bir hayvanı reddedebilmek için insanın ömründe hiç âşık olmaması, hiç sıkıntı çekmemesi, hiç kalp yumuşaklığı nedir bilmemesi lazım gelir. Böyle insan da olmaz diyebiliriz. Amma Fındık’ın yalnız bir dilim ekmek için değil şöyle bir okşanmak ihtiyacıyla önüne gelene sokulduğunu, birçok insanoğlunun da onu kovduğunu gözlerimizle gördüğümüze göre insanlar hakkındaki fikrimizi değiştiremeyiz.”[30]
Ve Sait Faik insanoğlunun kötülüğünü bir ‘dülger balığı’nın gözünden anlatmayı tercih eder. Çünkü Sait Faik’in en yakın dostlarıdır onlar. Zaten ‘yaşamak nedir?’ sorusuna Sait Faik şu cevabı vermiştir: “Balık tutmak, kahvede oturmak, yanımda çok sevdiğim köpeğim, insan tanımak, Beyoğlu’nda bir aşağı bir yukarı dolaşmak, arada içmek, hikâye yazmak, velhasıl hiçbir şeye bağlanmadan avâre gezmek bütün gün. İşte ben böyle hayattan zevk alırım, buna yaşamak derim.”
Burada köpekle konuşan bir adam vardır. Anlatıcının yorumuna göre bu adam yalnızdır, insanlarla iletişime geçemez ve teselliyi hayvanlarda arar. Bu durum birçok hikâyede görülür. Örneğin başka bir hikâyede anlatıcı şöyle der: “Köpekli adam okumasını bitirdi. Şunları anlattı: -Ben çok yalnız yaşıyordum.”[32]
Gördüğümüz üzere burada da ‘yalnızlık’a bir vurgu yapılmıştır.
Zaten genellikle Sait Faik’in hikâyelerindeki yalnız ve insanları sevemeyen kahramanların bir hayvanı vardır. Örneğin bir hikâyesinde anlatıcı, kahraman için şu yorumda bulunur: “Bu adam yaşamıyor ki… Köpeğinden başka kimsesi yok. Yalnız onunla konuşuyor, insanları sevmiyor.”[33]
Çünkü bu kahramanların –belki de Sait Faik demeliyim- tamamı için hayvanlar bir teselli aracıdır. Bunun içindir ki Sait Faik’te bir teselli aracı olan köpeklere çok rastlarız. ‘Öyle Bir Hikâye’de kahraman yine köpekle konuşan biridir. Ve aralarındaki diyaloğu şu sözlerle anlatır: “Baktım, Zeyrek yokuşunun seddi dibinde uyumuş bir köpek. Yanında oturdum. Gözünü açtı. Böcül böcül baktı. Korka korka kafasını okşadım. Gözünü yumdu. Bir konferansta ben ona çektim. Dedim ki:
-Oğlum patlak göz. Ben insanoğlu. Sen hayvanoğlu. Bunlar milyonlarca sene evvel her ikimiz de kurttuk, solucandık, tek hücreli mahluktuk. Ondan evvel boşlukta bir tozduk. Sonra bak işte bu hale geldik. Bundan sonra belki böyle kalırız. Belki de değişiriz. Ama böyle kalmayalım. Siz de bedbahtsınız biz de.
(…)
Ne yapalım? Günün birinde dostluklardan, insanlardan ve hayvanlardan ve ağaçlardan ve kuşlardan ve çimenlerden yapılmış vazife hissiyle çarpan yüreklerle dolu bir âlemde yaşayacağımızı düşünelim. Bir ahlakımız olacak ki hiçbir kitap daha yazmadı. Bir ahlakımız, bugün yaptıklarımıza, yapacaklarımıza, düşündüklerimize, düşüneceklerimize hayretler içinde bakan bir ahlakımız. O zaman seninle daha uzun dostluklar ederiz patlak göz. O zaman hiç merak etme.”[34]
Sait Faik bazen de insanlara alışamama durumundan ötürü hayvanlara bağlandığından bahseder. Örneğin ‘İki Kişiye Bir Hikâye’sinde kahraman bir martı için şöyle söyler: “-Tuhaf, dedi, alışmışım şu topala. Onu etrafımda görmediğim günler bir şey kaybetmiş de ne olduğunu bir türlü bulamayan, durmadan da o şeyi arayan insana dönerim. İnsanlara alışamıyorum ama şu deniz kuşuna alışmışım.”[35]
Ya da hayatındaki her sesin, güzelliğin bir hayvandan geldiğine dair yorum yapar. Bu durumu da zaman zaman hikâyelerinde hissettirir: “Hişt, Hişt!.. Yolda kimsecikler yoktu. Bir evin damını, uzakta uçan bir iki kuşu, yaprakların arasından denizi gördüm. Yoluma devam ederken:
-Hişt hişt, dedi.
Dönüp bakmak istedim. Belki de çok istediğim için dönüp bakamadım. Olabilir. Gökten bir kuş hişt hişt ederek geçmiştir. Arkamdan yılan, tosbağa, bir kirpi geçmiştir. Bir böcek vardır belki hişt hişt diyen. (…) Yola indim. İstediği kadar hişt desin. İsterse sahici sulu bir dost olsun. İsterse kimseler olmasın, kendi kendime kulağıma hişt hişt diyen bir divane olayım, ben, aldırmayacağım. Belki bir kuştur. Belki bir tosbağadır. Belki de kirpidir. Belki de yakın denizden seslenen bir balık, bir canavardır. Karabataktır. Mihalaki kuşudur. (…) Nefes alır gibi ‘hişt’ dedim. Yine şüpheyle denize, şüpheyle göğe, şüpheyle bana baktı. -Kuşlar olmalı, dedim.”[36]
Bu örnekleri çoğaltmamız mümkündür.
Tüm bu anlatılanların neticesinde görülüyor ki Sait Faik’in görünmez hayatının içerisinde yer alan iki tesellisi vardır: Kelimeler ve Hayvanlar. Bu iki teselli; sahtelikler, adaletsizlikler karşısında direnen ‘yalnız’ bir ruhu, Sait Faik’i yalnız bırakmamış ve onu asla hayâl kırıklığına uğratmamışlardır.
KAYNAKÇA
- Abdullah Uçman, Ahmet Hamdi Tanpınar / Edebiyat Dersleri, Dergâh Yay., İstanbul, 2014.
- Ayfer Tunç, “Haritada Bir Nokta”: Ada, Anlatı, Varolmak”, Bir İnsanı Sevmek: Sait Faik, Ölümünün 50. Yılında Sait Faik Sempozyumu, Bilkent Üni., haz. Süha Oğuzertem, Alkım Yayınları, İstanbul, 2004.
- David Le Breton, Acının Antropolojisi, Sel Yayınları, İstanbul, 2015.
- E. M. Cioran, Ezeli Mağlup, Metis Yay., İstanbul, 2016.
- Gaston Bachelard, Mekânın Poetikası, İthaki Yayınları, İstanbul, 2014.
- Gaston Bachelard, Su ve Düşler, YKY, İstanbul, 2006.
- Hakkı Süha Gezgin, Varlık Dergisi, Sayı 407, Haziran, 1954.
- İbrahim Kavaz, Sait Faik Abasıyanık, Şule Yayınları, İstanbul, 1999.
- Liosa Vargas Mario Fuentes Carlos, Edebiyata Övgü, Notos Kitap, İstanbul, 2014.
- Mario Vargas Liosa Carlos Fuentes, Edebiyata Övgü, Notos Kitap, İstanbul, 2014.
- Nicholas Mazza, Şiir Terapi, Okuyanus Yayınevi, İstanbul, 2014.
- Rainer Maria Rilke, Malte Laurids Brigge’nin Notları, Can Yayınları, İstanbul, 2012.
- Sabri Esat Siyavuşgil, Sait Faik’i Anlamak (Ön Söz), Semaver-Kumpanya, İstanbul, 1965.
- Sait Faik Abasıyanık, Alemdağ’da Var Bir Yılan’, İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2014.
- Sait Faik Abasıyanık, Havada Bulut, İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2019.
- Sait Faik Abasıyanık, Mahalle Kavgası, İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2018.
- Sait Faik Abasıyanık, Son Kuşlar, İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2015.
- Sait Faik Abasıyanık, Seçme Hikâyeler, İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2018.
- Samet Ağaoğlu, Sait Faik, Varlık Dergisi, Sayı 409, Ağustos, 1954.
[1] İbrahim Kavaz, Sait Faik Abasıyanık, Şule Yayınları, İstanbul, 1999, s. 57.
[2] Hakkı Süha Gezgin, Varlık Dergisi, Sayı 407, Haziran, 1954.
[3] Sabri Esat Siyavuşgil, Sait Faik’i Anlamak (Ön Söz), Semaver-Kumpanya, İstanbul, 1965, s. 8.
[4] İbrahim Kavaz, a.g.e., s. 57.
[5] a.g.e., s. 57
[6] Samet Ağaoğlu, Sait Faik, Varlık Dergisi, Sayı 409, Ağustos, 1954, s. 6.
[7] David Le Breton, Acının Antropolojisi, Sel Yayınları, İstanbul, 2015, s.26.
[8] İbrahim Kavaz, a.g.e., s. 44.
[9] Gaston Bachelard, Su ve Düşler, YKY, İstanbul, 2006, s.130-149.
[10] Ayfer Tunç, “ „Haritada Bir Nokta‟: Ada, Anlatı, Varolmak”, Bir İnsanı Sevmek: Sait Faik, Ölümünün 50. Yılında Sait Faik Sempozyumu, Bilkent Üni., haz. Süha Oğuzertem, Alkım Yayınları, İstanbul, 2004, s.73-74.
[11] Gaston Bachelard, Mekânın Poetikası, İthaki Yayınları, İstanbul, 2014, s. 42.
[12] Samet Ağaoğlu, a.g.m., s. 18.
[13] İbrahim Kavaz, a.g.e., s. 62.
[14] Abdullah Uçman, Ahmet Hamdi Tanpınar / Edebiyat Dersleri, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2014, s. 216.
[15] Sait Faik Abasıyanık, Alemdağ’da Var Bir Yılan’, İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2014, s. 18.
[16] İbrahim Kavaz, a. g. e., s. 50.
[17] Abdullah Uçman, Ahmet Hamdi Tanpınar / Edebiyat Dersleri, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2014, s. 216.
[18] Rainer Maria Rilke, Malte Laurids Brigge’nin Notları, Can Yayınları, İstanbul, 2012, s.11.
[19] Sait Faik Abasıyanık, Mahalle Kavgası, İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2018, s. 31.
[20] Gaston Bachelard, Mekânın Poetikası, İthaki Yayınları, İstanbul, 2014, s. 25.
[21]Liosa Vargas Mario Fuentes Carlos, Edebiyata Övgü, Notos Kitap, İstanbul, 2014, s. 12.
[22] Nicholas Mazza, Şiir Terapi, Okuyanus Yayınevi, İstanbul, 2014, s. 32.
[23]Liosa Vargas Mario Fuentes Carlos, Edebiyata Övgü, Notos Kitap, İstanbul, 2014.
[24] Sait Faik Abasıyanık, Alemdağ’da Var Bir Yılan’, İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2014, s. 41.
[25] Sait Faik Abasıyanık, a. g. e., s. 18.
[26] Sait Faik Abasıyanık, Son Kuşlar, İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2015, s. 6-7.
[27] Sait Faik Abasıyanık, a. g. e., s. 114.
[28] Sait Faik Abasıyanık, a.g.e. , s. 73.
[29] E. M. Cioran, Ezeli Mağlup, Metis Yayınları, İstanbul, 2016, s. 15.
[30] Sait Faik Abasıyanık, Seçme Hikâyeler, İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2018, s. 63.
[31] Sait Faik Abasıyanık, Havada Bulut, İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2019, s. 5-6-7.
[32] Sait Faik Abasıyanık, a. g.e., s. 31.
[33] Sait Faik Abasıyanık, a. g.e., s. 9.
[34] Sait Faik Abasıyanık, Alemdağ’da Var Bir Yılan, İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2014, s. 9.
[35] Sait Faik Abasıyanık, a. g. e., s. 50.
[36] Sait Faik Abasıyanık, a. g. e., s. 80-81.