Péter Eszterházy’ye
“Tanrııııım… Tanrıııım!..”
Avaz avaz bağırıyor. Kendini yere attı, dizlerini dövüyor. Ne yapacağımı şaşırdım.
“Yardım et, yağmur yağıyor! Hepimizi öldürecek! İmdaaaat! Katiiiil!..”
Cinayete teşebbüsle suçlanan yağmur suçlu bulunuyor. Kadının çevresini saran isyankâr köprü altı ahalisi hararetli alkışlarla kanaat önderlerinin çığlıklarına destek veriyor. Onlar alkışladıkça kadın daha güçlü bağırıyor. On kişi hep bir ağızdan haykırıyor: “Katil yağmur… Katil yağmur!..”
Yanlarından geçerken hızlanıyorum. Birden kadının kucağındaki çiçek gözüme çarpıyor. Bu az önce 1.500 forinte aldığım çiçeğin aynısı. Yanı başında minik bir çanta var ama yolculuk arifesinde değil benim gibi; varı yoğu o çanta. Ah kambur salyangoz. Çanta ise dün Batı alışveriş merkezinde görüp de alamadığım 10. 000 Forintlik, mor çantanın aynısı. Üzerinde sımsıkı sarıldığı bir IKEA yorganı. “Demek ki parası var” diye düşünüyorum. Vicdanından kaçan her bencil gibi, parası olmakla itham ediyorum onu. O ise ıslanıyor, ıslandıkça avaz avaz ağlıyor, ağladıkça seyircisi çoğalıyor. Üzülmem gerekir belki ama yapamıyorum, o kadar mutluyum ki. Bu gece Peşte sokaklarında yaşamımın en büyük kararını aldım. Kimseyle paylaşamayacak kadar mutluyum. Kilo kilo mutluyum, hepsi benim. Başkalarıyla ağlamak istemiyorum. Hayır, keder yok bugün.
Berem ağırlaşmış, yüzüme çarpan damlalardan burnumun ucunu göremiyorum. Tek gözümü azıcık araladığımda meydanın sarı ışıkları, su damlacıklarından önce içime süzülüyor. Dilimi çıkarıyorum, yağmur dilimin üzerinde birikiyor, elimi uzatıyorum avuçlarımda çoğalıyor. Pantolonumun paçalarından içeri, bacaklarıma süzülüyor, ağırlaştım, ayda yürür gibiyim. Sarhoş yaşamayı seviyorum. Hele şu vişneli sigaramın, erik rakısına karışan kokusu yok mu!..
Verdiğim sözü tutmak üzere Batı istasyonundaki postaneye doğru koşar adım ilerliyorum. Yağmurun sesi arttıkça kadınınki azalıyor. Yağmur daha cazgır. Kadın çırpınıp duruyor erimekten korkarak. Umurumda değil! Biraz saygı lütfen, kaç kere söyleyeceğim; mutluyum. Mutluluğa hürmet etmeli.
Postanenin önüne gelmem on beş dakika sürüyor. Saat 20.00’de kapanacak, Mektubu yollayacağım, yapmam gerekeni yapmış olacağım. Elimde kalemim, burnumda ıslak sümükler. Vuruldum ama yaralanmıyorum. Belki de yalnızca evsizler yaralanıyor. Sudan kurşunlar ancak evi olmayanları delik deşik ediyor.
Postanenin kapısına kolumu uzattığım an, kadın KAPALI yazısını burnuma yapıştırıyor. İki dakika ile kaçırmışım, saati gösteriyor homurdanarak; ne dediği duyulmuyor.
“Bu zarfın gönderilmesi lazım, hayati bir mesele” diyorum, oralı değil.
Peşte’de zaman neyi kaç kere kaçırdığın üzerine düşünmeye başladığın an yaşlandırmaya başlıyor. Zaman ve zamanlamalar soruların parçası olmaktan kurtulup cevabın kendisine dönüşüyor. Olsun, bir yolunu bulurum elbet. Yirmi yıldır her geri dönüşümde böyle teselli ettim kendimi.
Bir yolunu bulmayı beklemeler, paçamdan aşağı akan beklemeler. Elimde ıslanmış bir zarf, ensemde is kokulu bir ses.
“Tanrııııım, Tanrıııım!.. Ateşin var mı, sarı kafa?”
“Var, vereyim mi?”
“Vereyim mi… Vereyim mi… Git kendini becer sonra bana da verirsin.”
Hep birlikte gülüyorlar.
Korkuyorum, aşağılanıyorum, oysa çaktırmadan ceplerimde çakmak ararken zaman kazanmaktı tek derdim. Gözüyle hapsetti beni kıpırdayamıyorum.
“Sırılsıklam olduk burada,” diyor, çakmağı bulup uzattığımda.
Gözleri ne kadar da genç, kırışıklıklar yanıltmış beni, çocuk çocuk bakıyor karşımda.
“Ölmedik” diyorum meydan okurcasına, korktuğumu sezdirmemek için. “Islandık sadece.”
“Ölüm ne ki ıslanmak beter! Sigara da versene!..”
Veriyorum.
“Paketi bana versene paketi, güzeldir bu sigara.”
İstemeyi bilen insanları seviyorum. Her şeyi hak ediyorlar.
“Al,” diyorum.
“Kime gidiyor mektup? Açmaz bu cadaloz kapıyı, iki dakika filan dinlemez,” diyor.
Benim de aklım zarfta, bir yolunu bulup yollamalıyım. Yola çıkmadan yollamış olmalıyım! Bir anda çekip alıyor elimden.
“Ver bana yarın sabah göndereyim, sen parasını da ver, posta parasını!”
Güvenmek ve güvenmemek; yalnızca an meselesi. Karşında kimin olduğu fark etmez. Konuya göre, en yakının ya da hiç tanımadığın, bir anda yer değiştiriverir. Güven söz konusu olunca uzaklık her seferinde sil baştan tarif edilir.
Zarf elinde. Yazgım elinde. Benim tanrım o artık.
Zaman kazanmaya çalışıyorum, tekrar istiyor çakmağı -sigaramı zaten almıştı- ve cebine atıyor.
“Posta parasını ver, yarın sabah yollayayım.”
“Bak bu çok önemli,” diyorum, “hadi geri ver şunu; bak bu ölüm kalım…”
Aniden bizi dinlemez görünen tragedya korosu sahneye dalıyor:
“Ölüm kalımmış… Ölmek, kalmak…”
Güvenmeme hakkım yok mu benim? Yok. Posta parasını uzatıyorum ona.
“Nece bu?” diyor.
“Türkçe,” diyorum.
“Sizi AB’den tekmelediler,” diyor. “Hoş, bizi aldılar da ne oldu!”
Koro başlıyor:
“Tekmeyi bastılar kıçlarına!..”
“Öyle…” diyorum, geçiştiriyorum.
Güzel bir gece dileyip ter dökmeye başlıyorum. Mektup onun elinde, onun ellerinin kokusunu da taşıyor, onun gözleri sözcüklere değdi, o da yazgımın bir parçası artık. Ya adrese ulaştıracak ya da yaktığı ateşi iki saniye daha diri tutmak için kullanacak.
Postanenin açılmasına koca bir gece, uçağıma üç saat var. Sonra sorular bitecek.
Yağmur canımı acıtmaya başlıyor. Ah katil yağmur! Mutluluğun yerini yavaş yavaş kaygı alıyor, bir yabancıya güvenmenin kaygısı. Güvenmeye kalkınca herkesin bir yabancıya dönüştüğünü yeniden anımsamanın kaygısı.
Hakkı varmış… Katil yağmur hepimizi öldürecek! Yazgıya karşı gelinmez. Koroya katıldım. Bize düşen bir ağızdan “Keçilerin Türküsü”nü söylemek.
Sevgi Can Yağcı Aksel “Kapıya Not Bıraktım” (Ayizi, 2018)
Öykünün Öyküsü
Gündelik yaşamdaki perspektifleri, çelişkileri, çekişmeleri gözlemeyi, bunlar üzerine düşünmeyi seviyorum. Macaristan ve Macar izlenimleriyle bezeli öyküler yazmayı da. Budapeşte’nin zihnimdeki fotoğrafları içinde türlü biçimlerde yer alan birçok kahraman var. Bu öyküde ise bu kahramanlar kendilerine yer bulmuş oldular.
Öykü Budapeşte’de geçiyor, insanlar arasındaki tekinsiz ilişkileri, güven krizini konu alıyor. Macar sokaklarında evsizlerle, evsiz dayanışmasıyla türlü türlü vesilelerle karşılaşmak mümkün. Onları gördükçe garip bir merak kaplıyor içimi ve aynı sorular her seferinde zihnime üşüşüyor. Bir yaşam bu hale nasıl gelir? Özel yaşam denen şey sokak gibi en kamusal mekânda nasıl deneyimlenir? Herkesin gözü önünde yaşanan mahrem nasıl bir şeydir? Yani evsizliğin “rutin”i nasıl bir rutindir? Bunca farklı yaşamı bir araya getiren kent nasıl bir “ev sahibi”dir? Sanki incecik bir cam fanus evlilerle evsizleri birbirinden ayırıyor. Kim kimin ötekisi, bazen bu sınır da çok bulanıklaşıyor. İşte bu sorgulamalar sanırım bu öyküyü kurdu. İki ayrı bakış açısı, iki ayrı dünyanın, ruh halinin kurmaca kahramanları birbirleriyle ilişki kurmaya çalıştı ya da anı paylaştı.
Bu öyküye son halini vermeye çalışırken, çok sevdiğim Macar yazar Péter Eszterházy’nin ölüm haberi geldi. Ölümü beni çok sarstı. Böyle büyük bir edebiyat dehası bizi bu kadar zamansız bırakıp nasıl gider? Öykünün içeriğinden çok yazma sürecine denk düşen bu zamansal çakışma ona selam gönderme nedenim oldu diyebilirim.
Teşekkür ederim…