“Kat kat olmuş hüznünü iz yapmış yerlerden düzeltmek belki de yıllarını alacaktı.”
İnsan bazen delirme noktasına gelir; kadın veya erkek fark etmez, herkesin bir zıvanadan çıkma sınırı vardır. Sanmayın bu sınır başımıza gelenlerle ilgi, aslında tamamen bizimle ilgili bir şey bu… Aldığımız kararlar, bu kararların sonuçlarına hazır olup olmama durumu. Anlayacağınız, tamamen duygusal…
Öyküler, romanlar, şiirler kısacası edebiyatın tüm alanlarındaki eserler, boğazlarımıza düğümlenen o kelimeleri çıkarıp, bizim demek isteyip de diyemediklerimizi dökerler orta yere. Kimisini biz bile duymak istemeyiz çünkü alışık değiliz duygularımızdan konuşmaya. Sevgilerimizi de öfkelerimizi de içimizde yaşarız ve bunu kundaktan beri erdemli olmanın şartı bellediğimiz için, bu yaptığımızdan da gurur duyar, övünç çıkarırız kendimize. Biraz sesi çıkan birini gördük mü ya da duyduk mu –bu bir öykü karakteri bile olsa- kınamaktan da geri durmayız.
Yazar – öykülerinden de anlaşılacağı gibi- toplumu öylesine yakından ve derinden görüyor ve gösteriyor ki, bu derinlik içinde başınızın dönmesi kaçınılmaz oluyor. Muhakkak ki yazar da öykülerini yazarken bu baş dönmelerinden kaçamamıştır. Kaçabilseydi böyle yazamazdı sanırım.
Beş öyküden oluşan kitabın ilk öyküsü, kitaba ismini veren öykü aynı zamanda: Çıktığım Zıvana. Bu ilk öyküyü okurken kitabın devamında sizi nasıl öykülerin beklediğini anlıyorsunuz. Okumuş bir kadın, okumuş bir adam… Dert sahibi bir evlat uğruna üst üste yapılan hatalar ve ağır gelen sonuçlar… Yani zıvanadan çıkan bir hayatın zıvanadan çıkardığı bir anne baba… Hayata, “acımasız” demek ya da rayından çıkmış bir hayatı yaşayanları “kadersiz” diyerek tarif etmek dile kolay. Ama yazar kolayı seçmemiş zor bir işe soyunmuş; ister istemez başka türlü nasıl olurdu, sorusunu sordurmayı başarmış.
Hatır belasına her şey yapılır mı? Eserin üçüncü öyküsü Hatırım İçin, birlikte yaşama tutunan bir anne kız öyküsü. Annelerin hatırı büyüktür büyük olmasına da bazen bu hatırı almak için annelerin biraz beklemeleri gerekebilir. Sonuçta evlatlarımız sadece anne baba hatırına yaşamaya gelmiyorlar bu dünyaya, bir durup düşünmek lazım, evlat da olsa istediği, özlediği, hayalini kurduğu şeyler anne babasınınkilerle örtüşmüyorsa ne yapmalı diye… Öyle ya kim olursa olsun hatır için katlanıyorsa bir şeylere, bir gün onun da “hatırım için “demeye hakkı olur ve der de.
Eserin dördüncü öyküsü Yarısı Kış Yarısı Yaz, tam bir Mart ayı hikâyesi… Ömrümüzün öyle günleri olur ki bazen ya açtı açacak güneş diye bekleyerek geçer gider güzelim yıllar. Uzun süren açmazlar, insanın aklını allak bullak ettiği gibi bir de zıvanadan çıkarır sonra. Sonra da öyle şeyler yapar ki insan, bir yandan hak verir kendine bir yandan da vicdan azabıyla dolar taşar. Aynı çatının altında yaşayıp aynı sofraya oturmakla tam olunmuyor. Aile olmak tam olmak demek çünkü eğer diğer yarını bulamadıysan, olmuyor işte, neresinden tutarsan tut.
Son öykü de bir aile öyküsü, hem de aile olabilmiş bir aile öyküsü. Kırmızı Balık, aile olmanın mümkün olduğunu anlatırken bize, aynı zamanda, aile olmayı bilenlerin önüne dikilen duvarlardan da söz ediyor. Ah o yıkılası duvarlar yok mu! O duvarları aşmayı beceremeyenler, o duvarlara çarpa çarpa nasır tutuyorlar da sonra da ‘vicdansız’a, ‘merhametsiz’e çıkıyor adları. Ama duvar örenler her zaman anlamıyorlar yaptıklarının sonuçlarını yaşadıklarını. Velhasıl, aile olmasını bilmekle birlikte önünüze çıkan duvarları da aşmayı bilmeyi gerekiyor “aile olmak” için.
Eserin ilk öyküsüyle “daha başka nasıl olabilirdi” sorusunu sorduran yazar, tüm diğer öykülerinde de aynı soruyu sorduruyor okura. Cevabı kendinden mülhem bir soru bu, ‘durun ve düşünün’ demek istiyor hem düşüncelerinizi hem de duygularınızı.
Zeynep Delav’ın, bu ikinci öykü kitabı, yazarla ilgili daha büyük beklentilere sürüklüyor okuru. Daha fazla sayıda öykü ya da bir roman belki… Kulağımız kirişte olacak…