Eskiden gerçek sandığımız dünya hayal oldu. Ütopik bir filmin içinde kâbustan çıkmak için hepimiz kendimizce yollar bulmaya çalışıyor, bekliyoruz. Pencerelerden, balkonlardan eski dünyamızın yaşadığı dramı seyrediyoruz. Yollar, duraklar, parklar boş… Kuşlar cesaretli, artık daha aşağıdan uçuyorlar. Köpekler asfaltların ortasında uyuyor. Geçen bir iki kargo arabası, evlere marketlerden yiyecek içecek taşıyor. Hep “Gürültü” dediğimiz şehrin uğultusunu bile özlerken, dışarıda oynayan çocukların neşeli çığlıkları yerine ambulans sesleri yükseliyor her yerden. Baharın kokularını içimize çekmeye çalışmak, açan çiçekleri, tomurcuklanan ağaçları uzaklaşan bir düş sahnesi gibi dokunamadan seyretmek, hepimizi mahzunlaştırıyor.
Bu kâbusu birazcık olsun unutabilmek, yaşama tutunabilmek için kitaplara sığınıyorum ben de. Okuduğum kitapları karıştırıyorum bahar dallarına dokunur gibi. Her biri ayrı bir çiçeğe duruyor geceler boyu… Altını çizdiğim satırların her biri ayrı bir koku, ayrı bir renk, ayrı bir yaşam taşıyor, bahar odama doluyor…
Ethem Baran’ın 66. Sait Faik Hikâye Armağanı alan “Döngel Dünya” adlı öykü kitabını açıyorum. “Güzel bir dünyada yaşamak dileğiyle” diye imzaladığı kitap, 8 Şubat 2020’den beri elimde. “Dileğiniz gerçekleşsin” diyorum içimden ve söyleşisine gittiğim günü düşünüyorum…
Sait Faik ödülü aldığını duyunca, sanki ailemden biri kazanmış gibi sevindim, bir süre yerimde duramadım. Çünkü gerçekten etkileyici bir kalem ve artık o tüm kitaplarını okuyacağım değerli bir yazar. Ataşçı’ya ayırdığım gibi, ona da bir raf ayırmam gerek kütüphanemde.
Söyleşideki sözlerine baktım ve onu tanımak isteyenlere birazcık olsun aktarmak istedim:
“Dünyanın içinde değiliz, dünya bizim içimizde. Yazarlar, dünya yetersiz olduğu için yeni bir dünya yaratırlar.”
“Yazıyorsanız, boş duvara bakar, bir pencere çizer, dışarı bakarsınız. Sonra kapı resmi çizer, orayı açıp çıkıp gidersiniz.”
Bu sözlerle ben de bir pencere çizip oradan başka hayatlara, başka dünyalara bakıyorum. Sonra bir kapı resmi beliriyor gözümün önünde, sıkıldığımız dünyadan çıkıp, o özgür olduğumuz günlere, soğuk şubat gününe gidiyorum yine. Gülümseyerek konuşuyor:
“Yazarken sonunu bilmeden yola koyuluyorum. Cümle cümle gidiyorum. Bir cümle, diğerinin elinden tutuyor. Kahramanlarım en yakın arkadaşlarım.”
Yazıda neye önem verdiğini soran bir okura “Benim için yazılanın sahici olup olmadığı önemlidir.” cevabını veriyor.
Sezgilerine dayanarak yazdığını anlatıyor, “Daha çok hikâye gelip beni buluyor” diyor.
İnsanı anlamak, yaşamı anlamlandırmak için yazdığını söylüyor.
Nasıl çalıştığını soran bir okura da “Yalnızken çalışabilen yazarlardanım. Ancak bu iş, disiplin gerektiren bir iştir. Her sabah masaya oturmayı gerektiren bir iştir.” karşılığını veriyor.
Günümüz edebiyatında dilin kullanımı konusunda görüşlerini açıklarken de şunları söylüyor:
“Dil düşüncenin evidir. Ancak yazık ki günümüz edebiyatında dil bir kenara atıldı. Hikâye önem kazandı. Asıl olanın dil olduğu unutuluyor. Benzer anlatımlar var, bazı kitapların kapaklarını çıkarırsanız kimin yazdığı belli olmuyor. Savrukluk, özensizlik var. Oysa dil yazarın kişiliğidir.”
Kitabı alıyorum elime bu kez. Çizdiğim satırları yeniden okuyorum büyük bir zevkle.
Kitaba adını verenDöngel Dünya öyküsünde kullandığı betimlemeler müthiş:
“… uzak hatıraların solgun fotoğraflarına benzeyen kederli akraba evleri”, “… tenha gölgelerin uyukladığı mahalle”, “…beklemekten eskimiş dükkân”
Yaşadığımız ama pek de dile getiremediğimiz şeyleri, çok yalın bir dille anlatıyor aynı öyküde:
“Sesinin açtığı boşlukta döndü Afiye.”
“… annesinin yanına, çocukluk ve gençliğinin karanlığına yerleşmişti…”
“Kendi sesinin izinde dolaşıp dururken…”,
“Eşikte bekleyen Afiye, çiçeklerin süzdüğü bahar ışığında, uzun bir aradan sonra yeniden hatırlanan kendine özgü bir zamanı yaşıyormuş gibi huzurlu görünüyordu.”
“… bardakları iyice küçülmüş suskun kahvelerin anlatılacak hikâyeleri kalmamıştı. Evleri ya da dükkânlarında televizyon ve cep telefonlarının genişlettiği başka bir dünyaya taşınmıştı herkes.”
“Kocaman bir ormanın serin dinginliğini, sekiz on çam ağacının gölgesinde saklayan çay bahçesini geçtiler. Üç beş ihtiyar sandalyelerini sessizlikleriyle birlikte yola doğru çevirmiş, akmayan zamanın genişlettiği boşluğa bakıyorlardı…”
“Yabandan Gel Yabandan”, öyküsünde büyülü anlatım sürüyor:
“…sırtından indirdiği yorgunluğa yaslanır gibi tahta iskemlenin arkalığına dayandı.”
“Annesinin gölgesini en gölge yerlere saklıyordu.”
“…bir zamanlar buralarda dolaşmış sesleri duyabiliyordu.”
“İlyas ses duymakla kalmadı, baktı ona. Ses de ona bakıyordu.”
“Ekinlerin yeşilinde süzülmüş, elenmiş bir sesti duyduğu.”
“… sesinde alıçların, meşelerin, çördüklerin kokusu vardı.”
“Güvercin avuçlarımda korkulu bir yürek gibi titriyordu.”
Kar Yanığı öyküsünde etkileyici bulduğum cümleler ise şöyle:
“Sobanın sıcaklığını gözlerine yükleyecekti ilkin.”
“Kar adamın içine yağıyordu aslında.”
“…güvercinlerin de tıpkı kendisi gibi eski günlerin hayaline baktığını düşünürdü.”
“Kar üzerine çizilmiş iki çizgi olurdu tren yolu.”
“Sigarasının dumanı büklüm büklüm konuşuyordu da oğlandan çıt çıkmıyordu.”
“Delikanlı arabaydı Murat 124. Eli yüzü düzgün fakir delikanlılara benziyordu.” gülümsetiyor insanı.
“… bir rüyayı taşıdığını kimse anlamamıştı.” sözleri ise öykü içinde o kadar dokunaklı bir anlama sahip ki…
Hepimizin çok tanıdığı bir durum da “Annesi peşine taktığı kavrulmuş soğan kokusuyla birlikte mutfaktan gelince…” sözleriyle öyküde yer alıyor.
“Babam Terzi, Ben Çocuk “çok beğendiğim öykü. Buradaki anlatım müthiş:
“Evet, terzihane bir iç dünyaydı. Dış dünyanın yorgunluğunu attığı, dönmeyi bırakıp bir süre durakladığı, uğultusundan sıyrılıp gözlerini kapattığı, hatta tüm bildiklerini unuttuğu yerdi. Acelesi olanların bile acelesinin olmadığı, konuşanların sanki konuşmadığı, vakit geçirmeye gelenlerin, vakit bir türlü geçmediği için zamanı kaybettiği bir boşluk… “
Bir babanın kederi ancak bu kadar güzel anlatılabilir:
“Babamın ayaklarının dibinde bir boşluk vardı galiba. Sürekli oraya bakardı. Sonunda, o boşluğa baka baka kendi hayatının içinde kaybolmayı seçmişti. Kumaşların yumuşak kıvrımlarına, ütüden kalan ılıklığın güneşli uykusuna geri dönmüştü.”
Bir insanın yaşayabileceği her şeyi ince ayrıntılarla işleyen Baran, aynı öyküde yaşamın bambaşka bir evresini özetliyor:
“Yerinden kalkamadığı, önündeki hayatı yaşayamadığı için elindeki eski hayatı yaşıyor.”
“Sonra uykuya teslim oldu. Daha doğrusu uykunun içinde bir hayat kurdu kendine.”
“Radarcı Raci” öyküsünde bize “Korkunun suç olmadığını” öğretiyor Ethem Baran. Berbere gidenlerin yaşadığı stresi de çok yalın bir dille anlatıp gülümsetiyor: “Allah göstermesin, bir sessizlik olur da berberin canı sıkılır, sıkılır da işini baştan savma yapar diye sürekli konuşan üç adamdan uzakta, kapının dibinde dikiliyordu.”
Deniz’deki Köşk öyküsünde “Dünya ne zaman kurulduysa, bu baraka da o zaman kurulmuş. Suya gömülü direkleri, kararmış inşaat tahtalarından oluşan yamru yumru gövdesi, tıpırdamak için yağmur bekleyen teneke çatısı, sisli penceresiyle, yeryüzünün ilk sessizliğini üzerinde taşıyor” diyor.
“Cıncık Oğlan”daki betimlemeler de büyüleyici:
“Çocuğun gözlerinde oyuna doymamış masmavi bir misket vardı o sırada, uzak, ürkek bir ışık o mavilikte saklanacak bir yer arıyor, oradan oraya koşturacağım derken de iyice ortaya çıkıyor, bir yanıp bir sönüyordu.”
“Çocuk gözleri vardı çocuğun.”
Pis Yağmur öyküsünde yazar, insan davranışlarını ince ince analiz ediyor:
“Terzi Naci bin yıldır aynı yerinde, oturma şeklini değiştirirse kendisi olmaktan çıkacakmış gibi bir pozisyonda uyuyormuşçasına oturmuş, yıllar öncesinde çekilmiş solgun bir fotoğraf gibi donup kalmıştı.”
Essahtan Değil, öyküsünde “Asma yapraklarından kurtulan bir tutam ışık yüzüne düşünce gözlerini kapatıyor. Açtığında bana bakan eskimiş bir gökyüzü ile karşılaşıyorum.” diyor.
Yamaçta Yağmur Var, öyküsündeki “… İhtiyarların sessizliği çoğaltan kıpırtıları, çarşıya doğru hızlı adımlarla yürüyen gençlerin telaşları silinip gitmiş, ölen yaşlıların bıraktığı acıklı bir boşluk kalmıştı ortalıkta.” sözleri büyülüyor.
Öyküleri anlatmayacağım elbette. Bu kitabı okumak isteyenlere de yazara da haksızlık olur. Ancak yazarın adını verdiği öykü ile ardından hüzünle baktığımız dünyaya sesleneceğim:
“DÖN GEL DÜNYA!”