“Annesinin yanaklarını okşadı ve kulağının hemen yanına öpücükler kondurdu ama o hiç kıpırdamıyordu. Bunun bir oyun olduğunu zannetti ve şarkı söyledi: ‘Vakit tamam, hadi uyan…’ Annesinin sağ elini kaldırmasıyla düşmesi bir oldu. Hâlâ onun oyun oynadığını, uyuyormuş gibi yaptığını ve aniden kahkahalarının yankılanacağını düşünüyordu. Onunla konuştu, kollarını çekiştirdi, başını hareket ettirdi ama Virginie hareketsiz öylece yatıyordu.”
Bir an durup düşünün… Bu sahneyi on yaşında bir çocukken yaşasaydınız neler hissederdiniz? Korkar mıydınız? Üzülür müydünüz? Yoksa on yaşındaki Olivier gibi sadece korku ve üzüntü değil, suçluluk da ezer miydi yüreğinizi?
Yayın hayatına yeni başlayan Eriken Yayınları’ndan çıkan ilk çeviri roman İsveç Kibritleri’ni, kapağını açtığım andan itibaren, elimden bırakamadım. Babasını, daha beş yaşındayken kaybeden, Paris’te tuhafiye dükkânı işleten annesiyle, küçücük bir mekânda mutlu bir hayat süren Olivier’nin yaşadıkları, hayatımı kuşattı. Âdeta bir sinema perdesinde Olivier’yi izlemeye başladım:
Olivier, annesinin öldüğü sabah, merakla dükkânlarına doluşan komşularından dayak yiyeceğini düşündüğü için, kendini darbelerden korumak amacıyla kolunu başının üzerine kaldırdı. Ona “Senin suçun yok!” demek istedim, sesimi ulaştıramadım.
Daha bir gece önce annesiyle yaptıkları çikolatalı pudingin kâseleri masada dururken, yaşadığı şok yüzünden, yerde kıvrılmış titreyen, kekeleyen, yüzünü elleriyle kapayan çocuk, komşuları gibi beni de çaresiz bıraktı. Ne denebilirdi ki Olivier’ye?
Koluna matem kurdelesi takılan Olivier, annesinin cenaze masrafları için, dükkâna borcu olanlara gönderildiğinde, içimin yandığını hissettim. Bu yetmezmiş gibi, defin öncesinde, tabutun kapağı açılarak son kez annesini görmesi istendiğinde Olivier’nin yüzü mosmor olunca, komşularından Albertine Haque olmak istedim. Albertine gibi, onu elinden tutup çekerek oradan uzaklaştırabilirdim ben de.
Annesi öldükten sonra kepenkleri kapatılan tuhafiye dükkânını dünyanın merkezi gibi gören ama ona yaklaşmaya korkan Olivier, Labat Sokağı’nda kimi zaman bir depoda, kimi zaman çöp kutularının arasında saklanarak içine kapanınca, her gün önünden geçtiğimiz kimsesizlerin yüreklerinde taşıdığı hikâyeleri merak ettim.
Yoksul olmalarına rağmen, ona kapılarını açan kuzenlerinin evinde uyuyan, karnını doyuran, yıkanıp giyinen Olivier’nin, bir türlü rahat edememesi, oradan ziyade Labat Sokağı’nı evi gibi benimsemesi, hayatı sorgulamama neden oldu. Bir sokak insanın evi olabilir miydi? Bir çocuğun yalnızlığını, gözlerindeki hüznü, korkuyu, gece gündüz durmadan aynı sokakta dolaşmasını izledim günlerce… Korktuğunda, gözlerini kapatıp nefesini tutarak beklediğinde, “Korkma, yanındayım.” demek istedim, olmadı.
Neyi aradığını bilmeden dolaşıp duran Olivier’nin, yaşadıklarını anlatma ihtiyacı duyunca, annesini özlediğini fark etmesi ve bundan kurtulmak için kollarını iki yana açarak, “Ben bir uçağım” diye bağırıp hızla koşması, dokunaklı sahnelerden biriydi. (“Sahne” diyorum, çünkü roman, sinematografik anlatımıyla bu duyguyu veriyor.) “Bazen kaldırım çizgilerine bakarak ilerleyen, bazen yalnız olduğunu belli etmemek için bir kelebek gibi kanat çırpan çocuk” yüreğime iyice yerleşti. Olivier, Şeker Portakalı’nın Zeze’sinin yanına oturdu içimde.
Olivier’nin gerek sokaktaki arkadaşlarıyla oyunlarını, gerekse onu şefkatle sarıp sarmalayan komşularıyla ilişkilerini okurken, yazarın başka dünyaları da ince ince hayatımıza kattığını fark ettim. Eski bir asker olan Gastounet’in, kapıcı şişko Albertine’in, yaşlı anarşist Bougras’ın, telsiz operatörü ve radyo tamircisi kekeme Lucien’in, Prenses Mado’nun, sokağın kötü çocuğu Mac’in, çok okuyan Örümcek’in, kuzeni Jean ve eşi Elodie’nin kalplerinde, merhametin değişik hâlleriyle tanıştım. Kimi yemek veriyor, kimi kavga etmeyi öğretiyor, kimi şarap içiriyor, kimi yağlı saçlarını yıkıyor, kimi para kazandırmak için onu iş ortağı yapıyor, kimi ise sadece susuyordu…
Labat Sokağı’ndaki her ayrıntıyı gözleyen Olivier’nin, ipek güller diken bir kadının parmağının ucundaki yüksüğü görünce, annesini hatırlaması, acının peşini hiç bırakmadığını hissettirdi. Kimi zaman annesinin dükkânda rafların arasında gezindiğini ve sonra yoğun bir sis içinde kaybolduğunu görmesi, korkması, küçücük bir çocuğa tüm gücüyle saldıran hayatın ne kadar acımasız olabileceğini bir kez daha gösterdi.
KİBRİTLERİN AÇTIĞI KAPI
Albert Camus, hayata değer katan şeyin, “başkaldırı” olduğunu söylüyor. Evren bize hiçbir anlam sunmasa bile, yaşamaya, anlam peşinde koşmaya devam etmemiz gerektiğini dile getiriyor. Camus buna “Absürt yaşam” diyor. İşte tam bu noktada, Olivier’nin her şeye rağmen, koşmaya devam ettiği, bundan vazgeçmediği görülüyor. Olivier’nin, bir gün bir masaya bırakılmış bir kutu İsveç Kibriti’ni alıp cebine atmasıyla başlayan yeni süreç, hem Olivier’ye hem de onun yaşadıklarını okuyanlara farklı bir kapı açıyor. Olivier’nin kibritlerle neler yaşadığını, onun ne anlam taşıdığını burada anlatmak, hem kitaba hem de kitabı okumayı düşünenlere haksızlık olur. Ancak kitabı okuyanlar bu anlama ulaştıklarında, Eriken Yayınları’nın, edebiyatımıza ne kadar yüksek değerde bir kitap kattığını görecekler.
“SİNEK OLMAK İSTERDİM”
İsveç Kibritleri, sadece Olivier’nin yaşadıklarıyla değil, yalın dili ve büyüleyici cümleleriyle de yüreğimi ele geçirdi:
“Tuhafiye dükkânının yuva sıcaklığında, tıpkı bir şiirde yerini bulmuş mutlu bir sözcük gibi huzurla yaşamıştı.”
“O kadar kırılgandı ki, içinde hiçbir şeyin dolduramayacağı bir boşluk taşıyordu, sanki günler göğsünün bir yerinde küçük bir mezar kazmıştı.”
CAMUS’NUN SÖZLERİ
Kitabın yayıncısı, Sabatier’nin yakın arkadaşı ve ortağı Francis Esmenard’ın yazdığı ön sözde, Albert Camus’nun, “Robert Sabatier’de yetişkinlerin bile tutunduğu güzel bir çocukluk vardır.” sözleri yer alıyor.
En büyük özlemi bir İsviçre Çakısı almak olan ve pasta yiyebilmek için “Ben bir sinek olmak isterdim.” diyen Olivier, Camus’yu doğruluyor. Olivier, dostu Bougras’a tüm saflığıyla, “Söylesene Bougras, pezevenk nedir?” diye sorarken, gülümsetiyor. Labat Sokağı’nda arkadaşlarıyla yaramazlık yapmaktan da geri durmayan Olivier, kimi zaman başka mahalle çocuklarının zulmüne de uğruyor.
AY TANRI’NIN ÜLKESİ MİDİR?
Olivier’nin özellikle geceleri yaşadığı değişik korkularla içim burkuldu:
“Olivier Ay’a baktı. Bir yere pısmış sessizce insanı gözetleyen bir kediye benziyordu. İnsanların bütün sırlarını biliyordu ve Rouletabille dışında kimsenin umurunda bile değildi bu. Bougras piposunu yakmak için durduğunda, Olivier tıpkı bir gölün üzerinde balon gibi gökyüzünde süzülen Ay’a baktı. Beyaz parlaklığı gözlerini kamaştırıyor ve onu tedirgin ediyordu. Korkmuştu, Bougras’a yaklaştı ve:
-Söylesene Bougras, Ay, Tanrı’nın ülkesi midir? diye sordu. “
Sorunun cevabı elbette kitapta.
PROUST ETKİSİ
Kitapta, Labat Sokağı’nı Olivier’nin meraklı gözlerinden, çok incelikli betimlemelerle, kimi yerde uzun cümlelerle anlatan yazar, zaman zaman Marcel Proust’u zihnime çağırdı. Proust’un, yaşamının son 14 yılında yazdığı, üç bin sayfadan, yedi ciltten oluşan Kayıp Zamanın İzinde romanı, benim gibi Sabatier’in de sevdiği bir esermiş. Bunu, Sabatier’in ortağı Esmenard ön sözde yazmış. Öyle ki, Sabatier, yaklaşık iki milyon kopya satan bu romanının geliriyle aldığı malikânede, Proust için bir oda yapmış ve onun kitaplarını bu odada biriktirmiş. Proust’un seri romanının sonuncusu “Yakalanan Zaman” onun için en değerlisi imiş.
Proust’un meşhur “madlen” çağrışımı, belki de İsveç Kibritleri’ne rüzgârını göndermiştir kim bilir? Proust okuyanlar, İsveç Kibritleri’ni de okuduğunda bu esinlenmeyi sezebilir belki. Ayrıca kitabın kahramanı Olivier ve Albertine isimleriyle de Sabatier Proust’a selam vermiş gibi. Proust’un kitabındaki kahramanın annesi tarafından söylenen adı Olivier ve Olivier’nin sevgilisinin adı da Albertine. Albertine, Proust’un kitabında, tutarsız tutumlarıyla dikkat çeken bir kadın. İsveç Kibritleri’ndeki Albertine de sert, azarlayıcı, buna rağmen çok merhametli biri.
SİNEMA FİLMİ OLABİLİR
İsveç Kibritleri, Esmenard’ın yazdığı ön söze göre, yazarın gerçek yaşam öyküsü. Süslü betimlemeler, yapmacık duygu patlamalarından uzak, sahici bir anlatıma sahip olan İsveç Kibritleri, sinematografik bir metin. Bu nedenle, sinemaya uyarlanabilecek bir başyapıt.
Eriken Yayınları’nın, Goncourt Akademi Üyesi Robert Sabatier’nin yüksek edebi değeri olan bu eseri, bize kazandırması sevindirici. Yasemin Çalıkır’ın özenli çevirisi ve kitabın girişinde yer alan, Ali Emre Ölmez’in eskizi ayrı bir güzellik olarak kayıtlara geçmeli.
Kim bilir, kitabı okuduktan sonra belki siz de bir kibrit yakıp, Olivier’nin dünyasına bir çakımlık ışık olursunuz.