İstiridye, kabuğunun arasından içine bir kum tanesi ya da rahatsız edici bir şey girerse, kendini korumak, onu dışarı atmak için, sedef salgılıyor, en az yedi yıl boyunca onu katman katman sedefle kaplıyor, sonra o kum tanesi, inciye dönüşüyormuş. Mediha Ünver’in ilk kitabı Kapısız Kilitler’deki her bir öykü, sedef katmanlarından oluşan inci taneleri gibi dizildi kalbime. Yaşamına giren ve onu inciten, canını yakan ne varsa, onları yıllarca sedefle kaplayıp, birer inciye dönüştürmüş, Bilgi Yayınevi de bir gerdanlık gibi ipe dizmiş.
Kitabın sayfalarını çevirdikçe, âdeta bir duygu denizine dalıyorum. Her bir öykü, kimi zaman o denizin derinliğini, kimi zaman coşkulu dalgalarını, kimi zaman da hüzünlü durgunluğunu taşıyor içime. Bir küp şekerin acı tadıyla kavruluyor, sarı parlak bir misketin yuvarlanıp gittiği yerde, özellikle bu salgın döneminde içimde diri tutmaya çalıştığım güneş, birden bire sönüyor. Bir tutam sarı saçı kızı sayıp okşayan kadının elleri, gözlerimin önünden günlerce gitmiyor. “Kara güneş”in ne anlama geldiğini öğrendiğimde, kalbim yerinden oynuyor.
Kitap, yıllarca derin bir mahzende uyumuş ve tam tadını bulmuş bir şarap gibi. Yudumladıkça sarhoş oluyor, okumuyor, âdeta yaşıyorum. Yazar Leyla Serpil’in kapakta dediği gibi, bir öyküyü bitirip de hemen ötekine geçemiyorum. Okuduğum öykünün yarattığı sarsıntının geçmesi için bir süre beklemem, onu sindirmem, hatta birazcık olsun unutmam gerekiyor.
MİSKET, ah misket! Öykü demeye dilim varmıyor. Kitabın kalbi belki de! Okumuyor, bir çocuk olup, onun gözünden dünyaya bakıyorken, farkında bile olmadığı acıları hissediyor, her cümlenin ardından elimi ona uzatıp, onu kurtarmak istiyorum. Biliyorum, yazarın “Sahipsiz gölge” dediği küçük kız, hep belleğimde olacak. Kimi zaman kanayan burnunu elbisesinin koluna silecek, kimi zaman yazarın söylediği gibi, “Kirpikleri arasından süzülen ince tebessüm” ü ile gözlerimin önünde duracak. Abisine kıskançlığını, sevgisiyle örtecek ve “Ben onu kıskanmam kiii… Acıcık kıskanır, köyün yamacındaki kocaaa dağlar kadar severim. Anamın onun için sakladığı etleri, şekerleri hep bana yedirir uğrun uğrun.” sözleriyle, acı acı gülümsetecek. Hüzün, ince bir “küstüm çiçeği” kokusuyla hep tütecek kitaplığımda. Biraz ara veriyorum…
YERE BAKMA DÜŞERSİN öyküsüne gelince, şaşırıyorum. Kurgusu farklı. Acemi bir ressamın elinden çıkmış bir tablonun içinde, fırçadan sıçramış iri gri lekeler, canlanıp birer insan olarak ortaya çıkıyor, öyküyü dokuyor. Bu öyküde de duygular çok yoğun. Haşarı bir kız çocuğunun, teyzesini ve işlediği suçu sahiplenişi, düşle gerçek arasında gidip gelmeleri, insanın içindeki şefkat duygusunu tetikliyor. Öykünün konusu ise önemli bir soruna odaklanıyor.
YİTMELER KAVŞAĞI, satır altlarını çizmek için tetikte beklettiğim kırmızı kalemi elimden bırakmama izin vermiyor. “Değişen korkulardır, insanlar değil artık” , ”Karşılıklı iki aynanın ortasındayım sanki… Birbirime çarpıp dağılıyorum. Hadi kurtul, hadi kendinden kaç.”, “Bir kırık zamandır hayat. Eğildin, büküldün, yontuldun. İçinde bir dönme dolap, merkezinde sen, kaçamadın, dönüp durdun, dönüp kayboldun. Korkularınla birlikte rüyaların da değişti” cümlelerini okurken, öyküyü unutup düşüncelere dalıyorum. Bilgelerin ayak izlerini hissettiren bu satırlarda, düş kırıklıkları, sevda yanıkları…
ÇAKIL TAŞLARI, “Cebinde şeker değil, taş taşırdı benim annem” diye başlayan öykü, kitabın en iyi öykülerinden. Bir umut öyküsü. Öykünün içinde acı da, aşk da var. “Bahçeye ayak izleriyle baharı ekip giden genç bir kız” var. Çakıl taşlarının taşıdığı anlamı öykünün sonunda buluyorum.
ŞAFAK YORGUNU’nda da dilin etkili kullanımı dikkat çekiyor: “Kan ter içinde,sıçrayarak uyandı. Yüreğinin gümbürtüsüne mi, aç itlerin ulumasına mı, bilemedi. Düşündeki dereden yeni çıkmış gibiydi.” , “Düş sinmiş yatak” , “Endişe ve kederin mülk edindiği yüz” den söz eden yazar, ayın doğuşunu, “Ayın üstünde yattığı tepe” sözleriyle anlatıyor. Bunlar, hep gördüklerimiz, hep yaşadıklarımız. Ancak Mediha Ünver, bunları bize başka bir dilden, kalp dilinden aktarıyor. Bazı cümleler var ki, onları bölüp alt alta koyunca, gizlenmiş şiirler buluyorum: “Usulca yanaşıp aynayı düzeltti. Nasıl da tozlanmıştı… Silip astı. Sonra gaz lambasını alıp öylece aynaya baktı. Gördü. Bahtı kara, yazması pembe, yüzü aktı.”
FERMAN öyküsünde duygu yoğunluğu iz bırakıyor:
“Kadın sakin ve yavaştı. Ayak bileklerine uzanan uzun çiçekli elbisesiyle yürüdükçe, buram buram bahar kokusu yayılıyordu etrafa. Bahçeye bile kadının kokusu sinmiş olabilirdi. Yalnız kokusu değil, yüzü de bahardı kadının: Boynu başak, teni toprak, saçları rüzgâr, yanakları gül, gözleri bulut idi. Belli ki yağmıştı. Toprağa yağmur kokusu sinmiş, gül yaprağına yığılan şebnemin ağırlığı başak boynunu bükmüştü.”
“Güze dönmüş gözler” benzetmesi, “Giderken gözlerindeki ışığı da alıp götürmüştü” sözleri etkileyici.
ELMAS öyküsüne günün ilk ışıklarında varmışken, yazarın “Eşsiz bir sarraftı zaman. Ay ışığında yıkayıp, gün ışığıyla durulayarak sildi pasını.” sözleri karşıma çıkıyor. İncinin içindeki minik inci tanelerinin de altını çiziyorum: “Bir tek kara gözleri susardı Seher’in. Gardiyanına isyan eden, bir zamanlar güneşi kıskandıran, şimdi yedi renkten, siyahın matemine bürünen zindan gözler… “. “Son yıllarda hünerli bir zanaatkâr değil, olsa olsa kendi taşını öğüten bir değirmendi zaman.”
BEŞİNCİ MEVSİM’ de ömrünün belki de son ikliminde dolaşan yaşlı bir kadını gözlüyorum yazarla birlikte: “Berjer koltukta koyu bir gölge gibi oturuyor esmer kadın. Bastığı kurak topraklar, topuğunun derin yarıklarından kanına sızıp, kurutmuş bereketli gövdesini. Yüzünde sert rüzgârlarlardan yadigâr derin çizgiler, yol yol, hiçbir yere varmayan. Kirpiğine duldalanmış kömür gözlerinden sevgi yüklü kervanlar geçmekte dalgın. Ninni söyleyen sarışın bahçelerde dolaşık. Bakmakta ötekine” Zemheri ayından gül ister gibi… “
ÇİĞDEM ÇİÇEĞİNDE SARI DÜŞLER, öyküsünde, kalbi kırık bir saat, yazarın yüreğindekileri anlatıyor. Ara ara “Hayatı kendi kuyruğunda sallayan” oyuncu kedi giriyor devreye. Birçok öyküsünü kucağında kedisi Boncuk’la, onun sıcaklığı eşliğinde yazan yazar, “Kuyruğunda dünya, gözlerinde veda…” sözleriyle, kedilerin ruhunu da sunuyor okura.
BENİM LEPİSKA SAÇLARIM, favori öyküm. Bir gencin şiirine, gözlerine kapılıp evden kaçarken, annesine sarı lepiska saçlarından bir tutam bırakan örselenmiş bir genç kızın öyküsü. Gri bir huzurevi binasının kasvetine bakıp derin derin nefesler aldım. “Göl kuruntusunda nilüfer aramak… Boşunaydı. Yine de burnunda tüten bir çiçek kokusu buram buram… “cümlelerine hayran kaldım. Bir annenin kızının saçlarına bağladığı umudu öyle güzel anlatmış ki yazar, kalakaldım: “O en çok annesini, annesi de onun saçlarını severdi. Dizi dibine oturtur, ‘Lepiska saçlı kızım’ diyerek ipek saçlarını uzun uzun tarar örerdi. Örgünün her ilmiğine bir nasihat, her bir ilmiğine bir dilek… Türküsünü mırıldanırken, yaşamayı arzuladığı geleceği, yeşertmeyi düşlediği her umudu kızının saçının teline bağlardı. Kendi saçları kısaydı.”
Annesinin “Yosun tutmuş gözlerin batağında çırpınan” kahramanı, Mediha Ünver, öykünün sonunda çok ama çok şaşırtıyor. Hayret ve sevinç duygusu ile kalkıyorsunuz öykünün başından.
ACININ RENGİ EBRULİ, aldatılmışlığa rağmen aldatanlara kıyamamanın, acıya rağmen susmanın öyküsü. “Çifte kurşunla vurulduğunu” söyleyen kahraman, kendi içinde kaynayıp duran lav gibi cümleleriyle karşımıza çıkıyor:
“Ya ben neyindim senin? Neyin? Belli ki yalnızca bir yaprak hışırtısıydım ormanda, bir kelebek uçuşu. Yağmur sonrasında nemli toprak kokusu, kovuğundan akan suyun sakin şırıltısı. Tüten ocağın, tencerede aşın, kolalı gömleğin, jilet pantolonun, mis kokulu çarşafların. Ey eteğine sığınıp, sinesine yaslandığım. Yanardağım, tütenim, dumanım… Bilmez miydin ufkum göğe meydan okuyan mağrur başındı… Ötesi sensizlik, ötesi gurbetti… “
AYNALI DÜŞ, içinde hem iyiyi hem kötüyü taşıyan ve düşlediklerini gerçekleştiremediği için yaşlanmaktan ödü kopan Hıdır’ın öyküsü. Söğüde tırmanan bir uğurböceğini, sigarasının ateşiyle öldüren Hıdır’ın vicdan azabı, kötülüğüne rağmen masumiyet arayışı dikkat çekici. Öykünün yüreğe dokunan ceketi gözlerimden, mızıkasının sesi kulaklarımdan gitmeyecek.
SİYAH İNCİ, BEYAZ TARAK, kitabın son öyküsü. Uzun molaların sonundayım. “Şimdi acaba neyle karşılaşacağım?” derken, küçük bir kız dikiliyor karşıma. Öğretmeni saçlarını kesmiş, konuşuyor boyuna:
“Selvi öğretmenim ablamla bir olup saçlarımı keserken, hiç ağlamadım. Gözünden mi düşeyim? Saçlarım ağladı ama. Kırt kırt, her makas sesinde, kanadından vurulmuş serçeler gibi yere yığılırken ağladı. İçin için ağladı. İniltileri duydum. Uçları gün sarısı, kesildiği yerler geceye dönük. Kan akıyordu başımdan gördüm. Benden başka kimseler görmedi. Ağlamadım. Dudaklarımı ısırdım sadece. Ağzımda kan kokusu… Onlar gidince, yere serilmiş saçlarımı avuçlayıp tutam tutam başıma koyana kadar da sustum.”
Bu satırlardan sonra, ben de susuyorum. Yüreğimde öykülerden kalan bir şeker acısı…
Mediha Ünver öğretmenime selam olsun.. Bu cümlesi çok hoş…. Ay ışığında yıkayıp, gün ışığıyla durulayarak sildi pasını..