Yarı aralık duran pencereden, yola dökülmüş kuru yaprakların hışırtısı geldiğinde, ürperdim. Pencereyi sonbahara kapattıktan sonra battaniyemi ve kitabımı alıp uzandım kanepeye. Kitap da kitap hani… Gerçekten tuğla gibi. Tam altı yüz on dokuz sayfa. Kendime “Korkma, Marcel Proust’un üç bin sayfalık Kayıp Zamanın İzinde’sini okudun. Bu ne ki?” dedim.
Kitabın ön sözüne bakınca gözlerime inanamadım. Oblomov sadece bir ayda yazılmış. Ivan Aleksandroviç Gonçarov “Bu büyük romanın bir ay içinde yazılması belki de imkânsız görünür. Ama unutmayın ki, bu eseri yıllarca kafamda taşıdım ve onu ancak kâğıda geçirmek kalmıştı.” demiş.
“Tembelliğin sembolü” olarak bilinen, psikiyatri literatürüne girmiş, bir hastalığın adı olmuş, otuzlu yaşlardaki Oblomov’un yatakta başlayan hikâyesi, yalın anlatımıyla sarıverdi ruhumu. Sonbahar serinliğinde günler akıp giderken, üzerime çektiğim ince battaniye, gittikçe ağırlaşmaya başladı sanki. Kitabın kahramanı İlya İlyiç Oblomov; yatağından kalkıp az ötesinde duran masaya gitmeye, işleri yürütmek için gereken mektupları yazmaya bile üşenirken, ben de yavaş yavaş yapmam gereken işleri ertelediğimi fark ettim. Güneş varken okumak iyiydi de akşam çökmeye başladığında, kalkıp lambayı yakmaya üşenir oldum. Onun gibi, gözlerimi kapatıp, yapacağım işleri planlamaya, düşünmeye başladım. Düşünmekten yorulunca kimi zaman uyudum…
Üzerime çöken rehavet öyle tatlı, öyle vazgeçilmez olmaya başladı ki, yerimden kalkmayı anlamsız bulur oldum. Havalar güzelken dışarıda buluşmak isteyen arkadaşlarıma, olumlu cevap veremedim. Yerimden kımıldamayı, kalkıp insanların arasına karışmayı, “fırtınaya çıkmak” olarak gördüm ve Oblomov gibi, “Ben uykulu ve uyuşuk huzura alışmışım, fırtınalara tahammülüm yok” diye düşündüğümü fark ettim.
Sayfalarda ilerledikçe, “yarın yaparım” diye ertelediğim işler için, seviye atladım ve “sonra yaparım” a geçtim. Kanepeden kalkmamak, battaniyenin altında gevşek gevşek kitap okumak daha güzeldi çünkü. Bu aşamada Oblomov’dan tek farkım, okumaktı. Oblomov, başladığı kitabı yarım bırakıyor, kapatmaya bile üşendiği için kitabın açık sayfaları toz bağlıyordu. Her şeyi boş verip okumaya odaklandım. Kendimi özgür hissettim, ferahladım. Ferahlığın hemen yanında, yapmadığım işler yüzünden, “suçluluk” duruyordu ayakta. Onu görmezden geldim. Böyle yaşamak ne güzeldi ne kolaydı. Huzursuzluk, tercih ettiğim huzurun içinde kımıldayıp dursa da aldırmaz oldum.
Oblomov tembeldi ama onun hiç değilse Zahar adında yaşlı bir uşağı vardı. Çocukluğundan beri onun yemeğini getiriyor, giysilerini giydiriyor, işlerini hatırlatıyor, pasaklı da sakar da olsa bir düzeni sürdürmeye çalışıyordu. Benim Zahar’ım da yoktu. Günlük işleri erteleyince, yaşamım aksamaya başladı. İçimdeki Oblomov, yavaş yavaş hayatımı ele geçirmiş, pek de disiplinli olmayan benliğimi iyice gevşetmişti.
Zoraki kalkıp ufak tefek işler yaptıktan sonra kitaba her dönüşümde, İlya’nın sözleri ışığında, hayatın büyük amacını düşünmeye başladım. Madem hayatta koşuşturmaların, emek vermenin amacı ödüle ulaşmak, yani sonuçta rahat etmekti, o hâlde niye kalkıp koşturacaktım? Zaten rahattım. Onun dediği gibi “Kendi kendine yaşamak, yeterince iş görmek” değil miydi?
Bir gün, kitabın ortalarındayken gözlerim ağırlaştı. Kitabı açık hâlde yanıma bıraktım. “Kitabım onunki gibi açık kalacak ve tozlanacak mı?” diye düşünürken, uykuya teslim oldum… Bir süre sonra Don Kişot’un silahtarı Sancho Panza belirdi: “Hani, sen bizim kitapla ilgili yazı yazacaktın? Ne oldu?” dedi. Cevap vermeye üşendim. O devam etti: “Heeey, sesin çıkmıyor… Konuşsana!” Suskunluğum sürünce, vazgeçti: “Neyse uyu… Sonra yazarsın. Uyku insanın bütün dertlerini örten yorgandır.” dedi ve kayboldu. Uyandım.
Oblomov’un huzurunu korumak için bilinçli olarak seçtiği bu yol, yaşamıma sinmeye, hoşuma gitmeye başladı. Tembellik, kayıtsızlık, boş vermek nasıl da sıcacık sarıveriyormuş insanı. Okudukça ben de bunları kuşandım. Sessiz bir başkaldırıydı bu. Ancak garip olan, tembelliğin bile “çaba göstermeyi, direnmeyi” gerektirmesiydi. Ben de Oblomov gibi uzandığım yerde “zihinsel boyutta” mesaiye, okumaya, düşünmeye, işlere karşı direnmeye karar verdim.
Oblomov’un, sadık arkadaşı Ştolts’un zorlamasıyla evinden çıkması, beklenmedik bir şekilde Olga adında genç bir kadına âşık olması ve birdenbire tüm eylemsizliğinden sıyrılıvermesi, şaşırttı beni. Aşk, “Arşimed’in manivelası” olup, onu yerinden oynatabilmişti. İlya, hep sarındığı eski hırkasını bir kenara atmış, Olga için süslenip dışarıya çıkabilmişti. Onun hareketlenmesi, beni de canlandırdı. Üzerimdeki battaniyeyi atıp, günlerdir yapıştığım kanepeden kalktım, evden çıkıp şehrin kalabalığına karıştım. Güzel bir söyleşi izledim, arkadaşlarımla sohbet ettim, kahve içtim… Eve döndüğümde dışarıdaki hayatın enerjisi hâlâ üzerimdeydi. Ama bu sevinç kısa sürdü.
Kitabın sayfalarına yeniden döndüğümde, Oblomov’un Olga’ya yazdığı son mektup, yine tüm ağırlığıyla ezdi ruhumu. Önceleri “Aşk dünyayı yerinden oynatan bir maniveladır” diyen Oblomov yine vazgeçmişti ve aşk için “ruh kangreni” diyordu. Oblomov, sevmeye de üşenmişti.
Tolstoy’un, Oblomov için “Dehşet içerisinde tekrar tekrar okuyorum” dediği gibi ben de dehşete düştüm. “Hayat konusunda şairim, çünkü hayat bir şiirdir. Onu insanlar berbat ediyor.” sözlerinin sahibi Oblomov, kendi hayat şiirini berbat etmişti.
Oblomov’un Olga’dan ayrıldıktan sonraki yaşamı iyice ağırlaştırdı bedenimi. Kitabı bitirdiğimde bu ruh hâlinin de uçup gideceğini düşünerek “O zaman canlanırım nasılsa” dedim ve eylemsiz yaşamıma devam ettim.
Nihayet kitap bitti, kapağını kapattım. Bir hafta boyunca ruhumu ve bedenimi esir alan, içimdeki Oblomov’la iş birliği yapan ve yaşamımı bloke eden Oblomov’u rafa kaldırdım. “Oblomovluk”tan kurtulmak için ona arkamı dönüp pencereye yöneldim. Camı açtığımda içeriye dolan sonbahar rüzgârı önce hoşuma gitti, sonra ürpertti bedenimi. Yapraklar savruluyordu yine… Bulutlar güneşin önüne geçmiş, ortalığın ısınmasına izin vermiyordu. Kapattım pencereyi. Tam, kanepeye uzanarak, battaniyeyi üzerime çekip yeni bir kitaba başlayacakken, içimdeki Oblomov’un yine beni ayarttığını fark ettim. Battaniyeyi bir kenara bırakıp, dışarıya fırladım.