Şeyda Başer Eroğlu ile ilk öykü kitabı Huzurun Tarifi Yok odağında yapmış olduğum söyleşi huzuru tarif eden zaman dilimlerini, içeriden ve dışarıdan kapsayan öykülerle anlatması çerçevesinde gerçekleşti. Huzurun tarifi yok mu gerçekten ya da var ise nasıl var? Şeyda Başer Eroğlu yeni yaşam formlarına, yeni yapı kurgularına dikkatimizi çekmek istediğini içten cevaplarıyla anlatıyor bizlere. Huzurun Tarifi Yok öyküleri odağında gerçekleşen ve tüm hayata vurgu yapılan söyleşimiz için buyurun lütfen.
Aynur Kulak: Öğretmensiniz ve yüksek öğreniminizi Türk Dili ve Edebiyatı üzerine yapmışsınız. Yanı sıra Pedagojik Formasyon ve Hukuk bölümü Adalet programı eğitimleri ile devam etmişsiniz. Edebiyat ile olan bağınızın nasıl oluştuğunu ilk soru itibariyle sizden de dinleyerek başlamak isterim.
Aynur Kulak: Huzurun Tarifi Yok ilk öykü kitabınız. Kitapla ilgili ilk olarak oluşum aşamalarını konuşmak isterim.
Şeyda Başer Eroğlu: On sekiz öyküden oluşan Huzurun Tarifi Yok uzun zamandır bekleyen bir dosyaydı. Birkaçı dışında hemen hepsi dergilerde yayımlanan öykülerdi. Edebiyat dergileri benim için bir okuldur. Türk edebiyatında her zaman böyle olmuştur. Kanonu oluşturan en önemli sac ayağı. Birbirinden farklı pek çok türü ve yazanı buluşturur. Ayrıca yazanlar da yazdıkları türlerin belli bir olgunluğa ulaşıp ulaşmadığını, estetik kaygı, dil olgunluğu taşıyıp taşımadığını alacakları dönütlerle öğrenmiş olur, kendilerine dışardan bakma fırsatını yakalarlar. Ben de başlangıçta böyle bir yol izledim. Günümüzde aktif biçimde edebiyat bahçemizi yeşertmeye çalışan pek çok dergiye öykülerimi gönderdim. Tabii sıklıkla reddedildim. Bu gocunulacak bir şey değil benim için, aksine kendimi geliştirmemi sağlayan en önemli etken oldu. Hal böyle olsa da edebi ortamda var olma cesaretini kendimde bulamıyordum. Bu cesareti bana kazandıran Sedat Demir olmuştur. Kurmaca Akademi’de talebesiydim. Bir derste bana bir dosyamın olup olmadığını sordu. Ben de iki dosyamın olduğunu söylediğimi hatırlıyorum. Dosyamı kendisine yollamamı istedi. O gece sabaha kadar uyuyamadım. Benim gönderdiğim dosyada yirminin üzerinde öykü vardı. Birlikte çalışarak kitabı meydana getirmiş olduk. Emekleri için kendisine ve ekibine çok teşekkür ederim.
Aynur Kulak: Kitabınızın tam da bu çağa uygun güzel bir ismi var. Öyküleri dokuzarlı şekilde eşit olarak bölen Zamanın Dışında ve Zamanın İçinde başlıklarının neden oluşturulduğu, nelere vurgu yapılmak istendiği konusunu bu başlıkları odağa alarak konuşmak isterim.
Şeyda Başer Eroğlu: Beğenmenize sevindim. İsim seçimi konusunda genellikle olumlu dönütler alıyorum. Kitabın isim babası Epona Kitap’ın kurucusu Sedat Demir’dir. Bazı öyküler huzurun izini takip ederken bazıları okuru huzursuz edecektir. İki bölümden oluşan kitabımın üzerine oturduğu tema aslında zaman kavramı. Bana göre iki tür zaman var. İnsanın içinde bulunduğu, ondan bağımsız, akıp giden bir zamanla kişinin kendi iç dünyasındaki zaman. Yürürken, uyurken, yemek yerken bizden bağımsız ilerleyen bir zaman var. Ben sizinle konuşurken dışarıdan gelen müzik sesi, bir çocuğun kaldırımda ilerleyişi, martıların yükselişi aynı zamanın içine dahil. Bunun dışında içimdeki zamanda anılarıma dönüp o anı tekrar yaşıyor, şimdinin uzamdan ve zamandan bağımsız döngüsüne kapılıyor ya da gelecekteki bir hayalimin kurgusu içinde yaşayabiliyorum. Bu nedenle Zamanın İçinde ve Zamanın Dışında isimli iki bölümden oluşan bir dosya tasarladım. On sekiz öyküden oluşan Huzurun Tarifi Yok böyle ortaya çıktı. Huzur dediğimiz şey bana göre o içimizdeki zamanın gülen yüzüdür.
Aynur Kulak: Zamanın Dışında bölümünün öyküleriyle devam edersek; buradaki dokuz öykü bittiğinde yaratılan atmosferler, dönemlerden kulağımıza fısıldanan hikayeler, kendi dönemlerinin içinden çıkıp gelen karakterlerle zamanın dışından yazılmış hikayeler okuyoruz. Sadece geçmiş zamanı değil aynı zamanda geniş zamanı da kapsayan bir durumlar, olay aktarımları mevzu bahis. Zamanın içinde kendine has bir evren/yapı yaratılmak istenmiş sanki buradaki öykülerde; ne dersiniz? Postmodern evet fakat aynı zamanda öyküler okunup bittiğinde tüm bu yapılarıyla Postyapısal bir anlayışın odağa yerleştiğini görüyoruz.
Şeyda Başer Eroğlu: Güzel ve yerinde tespitleriniz için teşekkür ederim. Şimdi siz böyle söyleyince ben amacıma ulaştığımı fark ediyor, mutlu oluyorum. Benim metinlerim kendini bir okuyuşta ele veren öykülerden oluşmuyor. Belki bir kez daha okuyup sindirilmesi gerekiyor, farkındayım. Bu benim bilinçli tercihim. İlk öyküm Zamanın Geri Alınamazlığı Murat Bardakçı’nın beni derinden etkileyen Şahbaba adlı kitabını okuduktan sonra ortaya çıktı. Son padişahın cenazesine haciz konması inanılmaz bir durumdu. Bunu yazmayı günlerce düşündüm. Doğru teknik için uzun zaman beklemem gerekti. Anlatıcı da okur da ortak bir payda da objektif bir biçimde görmeliydi her şeyi. Bunu ancak bir kamera sessizliğiyle yapabilirdim. Okuru ve anlatıcıyı aynı hizaya, kamera arkasına, yerleştirmek istedim. Ben modern, postmodern ve gelenekseli bir potada eritmek istiyorum. Kendi öz benliğimden kopmadan yeni bir şey söylemek için yeni biçimler üretmeyi amaçlıyorum. Bu amaç sıradan okurun kabul edebileceği bir durum değil. Çünkü sıradan okur hâlâ Goriot Baba’nın eşya tasvirleriyle İntibah’ın mevsim betimlemeleriyle boğuşuyor. Klasikleri muhakkak okumalıyız. Konu bu değil. O dönemde televizyon, internet yoktu. Şimdi ışık hızlıyla bilgi işleyen bir çağın içindeyiz. Ben buna çağın ruhu diyorum. Yapmak istediğim şey şimdiyi yani çağın ruhunu yakalamak. İçinde bulunduğumuz yüzyılın edebiyatında da bir kırılma oluştu. İnsanoğlu, her şeyin hızla tüketildiği, odaklanma güçlüğü çeken nesillerin yetiştiği ve doyumsuz isteklerinin hemen gerçekleşmesinin istendiği bir iletişim çağında. Zamanı kısıtlı, ihtiyaçları sonsuz dolayısıyla yeni edebiyat bu ihtiyaçlara göre eviriliyor. Bence son dönemde öykünün yükselmesi de aynı metinde hem modern hem de post modern imkanların birlikte kullanılması da bunun bir sonucu. Ben küreselleşmeyi kabullenemiyorum. Beni ben yapan geleneği, yeni formda, içinde bulunduğum anda söylemek benim derdim.
Aynur Kulak: Zamanın Dışında öykülerinde oluşturulmaya çalışan görsel/sinemasal bilincimize karşılık Zamanın İçinde öykülerinde sizin çizimleriniz devreye giriyor. Modern hayatlarımızın post/gerçekçi yapısı şimdiki zamanın evreninde Zamanın İçinde öykülerinin her birinde farklı duygularımıza dokunarak kendini inşa ediyor yapılandırıyor desem; ne söylemek istersiniz? Yaşadığımız zamanın içinde, şimdinin gerçekleri bunlar; öyküler yapı olarak böyle bir gerçekliğin üstüne inşa ediliyor sanki.
Şeyda Başer Eroğlu: Çok haklısınız. Bu bölüm bizim gerçek zamanımızı ele alıyor, müdahale ve kıyas kabul etmeyen, akışkan zaman. Şimdinin gerçekleriyle huzurumuzu kaçıran kısım. Karakterler bu zamana direnmeye çalışıyor. Bilinçakışını, iç monologları, flashbackleri, metinlerarasılığı yoğun bir biçimde kullandığım bir bölüm. Bana göre kelimeler yazanın anlatmak istediklerini karşılamakta yetersizdir. Yani yazan anlatmak istediği duygu ve düşünceyi kelimeleri kullanarak onlara ancak yaklaşabilir. Herman Hesse’in “Kelimeler gizli saklı anlamı zedeliyor, dile gelen her şey o an değişiyor, biraz çirkin, biraz aptalca niteliğe bürünüyor,” dediği gibi. Benim bu bölümde yaklaşmayı en başardığım öyküm “Canımızı Okuyanlar” oldu, diye düşünüyorum. “İnecek Var” aslında en sevdiğim yazarlardan Vüsat O. Bener’in bir parodisidir. Ben belki de bu yaklaşma hadisesini tamamlayabilmek için öykülerimin çizimlerini de yapıyorum. Ama bu Kafka’nın Dönüşüm’e kapak çizdirirken “böcek olmasın hatta böceği çağrıştıran hiçbir şey olmasın,” dediği gibi öyküyü ele veren çizimler değil. Benim iç dünyamdaki imgeler kâğıda düşüyor. Çizimlerimi siyah mürekkeple yapıyorum. Zamana bir leke bırakmak için.
Aynur Kulak: Öyküleri mekânların ve nesnelerin varlığı açısından da konuşmak istedim. Mesela evlerdeki saksı çiçekleri, mesela anlatılan dönemi yansıtan bir bina veya eşyalar vb. Ne dersiniz?
Aynur Kulak: Öyküler boyunca okuyucuyla iletişimi hiç koparmıyor oluşunuz dikkatimi çekti. Sanki öykülerin içinde ikinci, üçüncü karakterlermiş gibi okuyucuyla konuşuyor, varlığınızı hissediyorum der gibi bir anlatımı benimsiyorsunuz.
Şeyda Başer Eroğlu: Dikkatli bir okurla söyleşmek ne kadar lezzetli. Lezzetli diyorum çünkü siz sordukça ben amacıma ulaştığımı görüyor, tatlı bir şeyler yemiş gibi hissediyorum. Şekeri severim. Okuru yakalayan bir dil kurmak hep istediğim bir durum. Öykü için olmazsa olmazlar karakter, mekân, olay… evet, bunların hepsine katılıyorum ama dil. Dil hassas olduğum bir konu. Yazanın elinde yalnızca kelimeler varsa onu mühendis gibi işlemeli. Bu dil bilinciyle olacak bir durum. Türkçe bizim ses bayrağımız, şairin dediği gibi. Ayrıca zengin bir dilimiz var. Arkaik kelimelere düşmeden de istediğimizi anlatabiliriz. Mesela vapur görevlisi yerine “çımacı”, gömleğinin kollarını katladı, yerine “manşetini” diyebilmek ne güzeldir. Sait Faik okurken âdeta balıkçılığın tarihini yazan biriyle karşı karşıya olduğumuzu hissetmemiz bu yüzdendir. Varlığı karşılayan doğru kelimeyi bulmak bence çok önemli. Ben bu konuda sözlük okumaktan yanayım. Dili iyi kullanmayınca okuru da tembelliğe sürüklediğimizi düşünüyorum. Bence okuru yakalayan bir dille öyküyü kurgularsam amacıma her zaman ulaşabilirim. Ne kadar başarılı olduğum tartışılır tabii ki.
Aynur Kulak: Uzun süren bir salgın dönemi yaşadık. Bundan sonrası için edebiyat adına nasıl kitaplar okuruz sizce? Edebiyat adına, yazılan metinler, türler adına değişimler mevzu bahis olacak mı?
Şeyda Başer Eroğlu: Salgın, yalnız olduğunu düşünen insanoğlunu iyice pençesine aldı. Edebiyatta bu yönde değişecektir muhakkak. Ben türler arasında kesin çizgiler olduğunu artık düşünmüyorum, şiir dışında. Bizim edebiyatımızda modernizm ve postmodernizm ayrımının nerede başladığı da açıkçası belli değil. Modernizm 1900’lü yıllarda gelişirken, postmodernizm II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkıyor. Belki bakış açılarındaki farklılıktan söz etmek mümkün. Modernizm, sırtını rasyonel düşünceye ve bilime dayarken postmodernizm irrasyonel bir bakış açısı benimsemiş. Yani savaşla hayatımızda bir değişim gerçekleşiyor. Daha önceki dönem edebiyatına bakarsanız salgınları Sümerlerin Gılgamış Destanı’nda, Yunanlıların İlyada’sına, İtalyan edebiyatında Decameron’da sonra Fransa’da Sefiller’de, Camus’nün Veba’sına, Marquez’in Kolera Günlerinde Aşk’ına kadar takip edebiliriz. Bu yeni bir şey değil. İnsanlık, tarih boyunca pek çok salgına tanıklık etti. Bence yeni olan “modern” insanın kapatılmışlığı, dar mekânlarda üretmeden tüketmeye mahkumiyeti. Jung’un dediği gibi “Bugünün modern insanı eskinin ilkel insanından daha çaresiz ve yalnız.” Üstüne üstlük şimdi salgınla bir de Üçüncü Dünya Savaş tehdidi, gıda yetersizliği, dijitalleşmenin hızlanması, metaverse, doğalın kirlenmesi gibi pek çok farklı etkenin hayatımıza girmesi söz konusu. Bu durum edebiyatın gelişmesini sağlar, çünkü edebiyat sıkıntıdan beslenir. Edebiyat gelişir gelişmesine fakat kitap basılabilir mi, dijitale mi dönülür, bunlar sürpriz. Zamanla göreceğiz, diyorum.