Hayatımıza henüz sanayi üretimi gıdaların sızmadığı, toprağın bereketiyle doyan, emeğin değer gördüğü zamanlardı. Her ahırın içinde hayvan, her damın altında tüten bir ocak vardı. İnsan ne yediğini bilir, ne ektiyse onu biçerdi. Mevsim ne verirse sofra onu kabul ederdi, yoğurt ananın eliyle mayalanırdı.
Köylü, eksik kalan birkaç ihtiyacını karşılamak için köy meydanındaki küçük bakkal dükkânına uğrardı. Raflarda sıra sıra dizilmiş sabun kalıpları, çuval içinde kıtlama şeker, teneke kutularda çay yaprakları olurdu. Dâhilin arkasında koltuğuna oturmuş yaşlı bakkal, geleni tanır, selamı alır, deftere borcu işlerdi. En çok alınanlar belliydi: sigara, çay, şeker ve sabun. Diğer her şey ya tarladan, ya ahırdan, ya da komşunun eliyle evde olurdu. Zaman ağır akardı ama içi doluydu, ihtiyaç azdı ama bereket çoktu. Çünkü insan, ihtiyacını değil, sahip olduklarını bilerek yaşardı.
Bakkal dükkânı daha kapısından tanınırdı, sade ama bir o kadar da kendine has bir duruşu olurdu. Duvarları gelişigüzel örülmez, her taş öyle rastgele yerleştirilmezdi. Ustaların dilinde bir kural vardı: Duvar Ulgar taşıyla örülmezse, o dükkân bakkal sayılmazdı.
Ulgar taşı, adını köyün hemen karşısında yükselen Ulgar Dağı’ndan alırdı. Taşın kendine özgü bir papatya deseni olurdu, doğa dağın eteklerine çiçekler dizmiş de zamanla taşa mühürlemiş gibiydi. Bu taşlar kolay kolay gelmezdi elbet. Dağın yamaçlarında, sabırla ve incelikle, adeta bir yaranın içinden kıymık çıkarır gibi manivela ve kazma yardımıyla ayrılırdı kayadan.
Sonra her biri, özenle kağnı arabalarına yüklenir; tekerleklerin gıcırtısıyla birlikte, yavaşça köye doğru yola çıkardı. Yük taşımaktan eğrilmiş kağnılar, taşların ağır ama anlamlı yolculuğuna eşlik ederdi. Bakkal dükkânının duvarları bu taşlarla örüldüğünde sadece bir yapı değil, emeğin, sabrın ve ustalığın izleri de örülmüş olurdu duvarlara.
Taş elbette kıymetliydi ama asıl marifet, o taşa ruh veren ustadaydı. Ulgar taşı; sadece dağdan koparılmış bir kaya parçası değil, ustasının sabrını, el emeğini ve göz nurunu sınayan bir imtihandı adeta. Bu taş, her elin harcı değildi; ustayı tanır, ustalığı bilir, ona göre şekil alırdı.
Hünerli bir ustanın nasırlı avuçlarında, alın teriyle ıslanan taş yavaş yavaş dile gelirdi. Çekiç, keski ve zaman… Her darbe, taşın ruhunu dışarı çıkarırdı sanki. Usta ne kadar sabırlıysa, taş da o kadar cömertti. Eğer taş, erbabının elindeyse kesme şeker gibi düzgün kalıplara dönüşür, bir duvarın içine öylece yerleşirdi ama acemi ellerde kolayca ufalanır, toz olur, toprağa karışırdı sessizce.
Usta, en güzel işlediği taşı ayırırdı. Ona özel bir özen gösterir, yüzeyini pürüzsüzleştirir, kenarlarını ustaca silerdi. Sonra, o taşa kendi adını ya da ustalığını simgeleyen bir işaret kazırdı. Bu özel taş, bakkal dükkânının en görünür yerine yerleştirilirdi. Sanki “Bu duvarın dili benim elimden doğdu,” dercesine. Her gören bilirdi ki o taş sadece duvarı değil, geçmişi, emeği ve onuru taşırdı sırtında.
Bakkal dükkânı köyün kalbinde atardı. Yapının ruhu daha kapısından belli olurdu; iki kanatlı, ahşaptan oyulmuş bir kapısı vardı. Her iki kanadın ortasında, yılların izini taşıyan demir halkalar bulunurdu. Bu halkalar, akşam olup da dükkân kapanınca uç uca getirilir, aralarından kufa geçirilerek kilitlenirdi, sessiz bir vedayla günü uğurlardı.
Dükkânın yalnızca bir penceresi olurdu. Gün bittiğinde, bu pencere dıştan ağır bir demir kepenkle örtülür, içeriden özenle kilitlenirdi. Tek katlı bu yapı, her köylünün yolu düşmese de göz ucuyla mutlaka baktığı bir mekândı. Tam ortasında, merteğinin hizasında, zamanla rengi solsa da duruşuyla hâlâ vakur bir levha asılı dururdu: bakkalın ismi.
Ama onu diğer köy yapılarından ayıran, sadece taşı ya da levhası değildi; duvarlarındaki renklerdi. Tüm renklerin iç içe geçmesi onu adeta köyün küçük bir şatosuna çevirirdi. Boyası zamanla pul pul dökülse de o eski gösteriş hâlâ dururdu. Gelen bir yabancı için bakkal dükkânını bulmak hiç zor değildi çünkü o, köydeki en görkemli yapıydı. Sadece alışverişin değil, hatırın, sözün ve geçmişin de durduğu yerdi. Bir bakıma da köyün hafızasıydı. Köyle ilgili alınan kararlara, dedikodulara, fısıltılara şahitlik ederdi.
Bakkalın gıcırdayan ahşap kapısından içeri adım attığınızda, sizi önce dükkânın kalbi sayılan dâhil karşılardı. Satılan her şeyin ardında bir sır gibi duran bu bölme, ürünleri koruyan kutsal bir sınır gibiydi. Rafların ardında yükselen bu ahşap perde, sadece bakkalcının adım atabileceği bir alandı. Orası müşteriye değil, hesap işine ayrılmıştı.
Dâhilin içinde, bakkalcı her zaman aynı köşeye kurulmuş olurdu. Eski püskü ama kendine has bir koltuğa yayılmış, yanağını sol avucuna dayamış bir hâlde otururdu. Önünde kara kaplı, köşeleri yıpranmış veresiye defteri açık durur; sayfalarında alınan her şekerin, her sabunun izi saklıydı. Gözleri sayılarda gezinirken, gözlüğünü burnunun ucuna kadar indirir, içeri girenin kim olduğunu görmek için başını hafifçe kaldırırdı.
Müşteriyle göz göze geldiğinde, gözlük camlarının ardındaki yorgun ama dikkatli bakışları, insanı baştan sona tarardı. O an bir sessizlik olurdu. Ağzında hâlâ diş aralarında sıkışıp kalmış bisküvi kırıntılarının son tadını almak istercesine, diliyle damağını dolaşır, belli belirsiz yutkunur, sonra da tok ama yumuşak bir sesle “Buyurun!..” derdi.
Ebem, hiçbir zaman çocuklarının gerçek isimleriyle anmazdı. Her biri onun gözünde bir sıfatla anılırdı: büyük oğlan, gıdıl oğlan, ortanca kız… Sanki isimler fazlaydı da yürek de onlara yer açmakta zorlanıyordu. Belki de isimler ona göre geçici, lakaplar ise yaşanmışlığın iziydi. Altı oğlan, iki kız… Her biri başka bir yılın, başka bir mevsimin meyvesiydi. Yaşamını yitirenlerin ise tam sayısı hiçbir zaman net değildi. Ebeme sorduğunuzda kimi gün “dört çocuk gömdüm” derdi, kimi gün “altı tane evladımı kara toprağa verdim.” Belki rakamı gerçekten unutmuştu, belki de o çocukları sayılara sığdırmak istememişti. Ölümle gelen eksiliş, sayıların diliyle anlatılamazdı muhtemelen.
Bazen gözleri uzaklara dalardı, elleri titreyerek önlüğünün ucunu buruşturur, sesi incelerek “bir tanesi daha beşikteyken gitti” derdi. O an, yüzünde yılların değil, kayıpların çizgileri belirirdi. Ebem, yaşamanın başka türlüsünü bilmezdi, doğurmakla, kaybetmekle ve yine yaşamakla yoğrulmuştu. İsimsiz çocukları vardı onun ama her biri kalbinde bir yük, dilinde bir dua, gecelerinde bir sessizlikti.
Geniş ailemizin yuvasından ilk kopan, ebemin her zaman “büyük oğlan” diye seslendiği amcam oldu. Büyük oğullar, köyde kendi ayakları üzerinde duran ilk erkeler olarak bir nevi yolda açılan ilk patika gibiydiler. Onlara bakarak diğerleri yön bulurdu.
Köyde geniş aileden ilk ayrılanlar, her zaman biraz şanslı sayılırdı. Toprak henüz parçalanmamışken, mallar çatallanıp incelmemişken ayrılmak demek, mirastan en diri payı almak demekti. Büyük oğlanların eline, biraz daha çok arazi, biraz daha sağlam bir öküz arabası, belki de sağlam duvarlı bir ev düşerdi.
Amcam da önce ayrılanlardandı. Güneşli bir günde, arkasına dönüp bakmadan yeni evine geçmişti. O günden sonra ebemin dili “büyük oğlan” demeye devam etti ama sesi her seferinde biraz daha hüzünle doldu. Büyük oğlan artık kendi evinin erkeğiydi ama ebemin gözünde hâlâ, çocuktu.
Amcam, geniş aileden ayrılır ayrılmaz köyün tam orta yerine, Ulgar Dağı’ndan getirttiği taşlarla bir dükkân yaptırdı. Herkes gibi değil, ince eleyip sık dokuyarak… Duvarlarına dizdiği her taşı önce güneşte bekletti, sonra ustasına tek tek seçtirdi. Taşlar sanki bir dükkân değil de bir tür hatıra mekânı kuruyormuşçasına dizildi; sessiz, soylu ve vakur. Daha temeli atılmadan köyde fısıltılar dolaşmaya başladı: “Büyük oğlan şehirli kafasıyla bir iş kuracakmış.” “Kendine Ulgar taşıyla tüken (dükkân) yaptırıyormuş, öyle basit bir şey değilmiş.”
Daha dükkân tamamlanmadan önünden gelip geçenler durur, içeride ne satılacağını tahmin etmeye çalışırdı. Kimi “kuru bakliyat satar,” derdi, kimi “şehirden radyolu bile getirecekmiş,” diye fısıldardı. Ama kapısı bir türlü açılmıyordu. Duvarda sadece, amcamın el yazısıyla yazılmış küçük bir kâğıt vardı: “Yakında…”
Ebem ise olan bitene ayrı bir gururla bakardı
Beklendiği gibi görkemli bir açılış olmadı. Ne davul çaldı, ne kalabalık toplandı. Amcam, dükkânının kapısını bir sabah usulca araladı. Ama ne zaman açtıysa, köydeki zamanın ritmi de o andan itibaren değişti. Birkaç gün içinde herkes yavaş yavaş oradan alışveriş yapmaya başladı, biz de öyle… Fakat bu dükkânın havasında, köydeki diğer yapılardan farklı, dokunulmaz bir şeyler vardı. Duvarlarında taşın diliyle örülmüş bir ciddiyet, raflarında dizilmiş sessiz bir düzen hâkimdi.
Ebem, alışveriş işini zamanla bana devretti.
“Git tükene, şunları yazdır da al gel. Sakın unutma!”
Ama ben, her seferinde o listeye kendimce bir şey eklerdim: bir bardak sımışka. Sımışkayı almak, alışverişten çok daha fazlasıydı, o küçük kâğıdın altına gizlenmiş bir ödül gibiydi.
Ben bir bardak da sımışka derken gözlerim yere evrilir, amcam ise gözlük altından bana bakardı. Bu bakışlar bir şeylerin doğru olmadığını söyler gibiydi.
Amcam, cevap vermezdi hemen. Gözlüğünü burnunun ucuna doğru indirir, gözlerini o kalın camların üstünden, doğrudan bana dikerdi. O bakışlar konuşmazdı ama sustukları yerden içime doğru yürüyen kelimeler vardı. Gözleriyle sorardı:
“Sımışka alacağını baban biliyor mu?”
Gözlük camının üstünden bana yönelttiği o uzun, ağır bakış, kelimelerden daha çok şey söylerdi. İçimde, yakalanmış bir sır gibi büyüyen bir şey olurdu o an. Nutkum tutulur, gözlerim kaçacak bir yer arardı. Dükkân sessizleşirdi. Raflardaki şeker torbaları, sabun kalıpları bile beni izliyormuş gibi gelirdi. Kese kâğıdına doldurulan çekirdeklerin hışırtısı bile suçluluk gibi yayılırdı havaya.
Güz gelip, yapraklar sararıp düşerken ahırlarda sabah akşam yankılanan hayvan sesleri birer birer azalmaya başlamıştı. Hayvanlar satılmış, elde kalan birkaç tulum peynir, ambarın iki gözünü dolduran buğday olmuştu. Bu da demekti ki kara kaplı veresiye defterinin vakti gelip çatmıştı.
Güz, yalnızca mevsim değildi bizde hesap zamanıydı. Gecikmiş sözlerin, ödenmemiş borçların, suskun bakışların açığa çıktığı sessiz bir sorguydu. Ebem, o akşam yün şalını omzuna alıp soba başında otururken, babama döndü:
“Büyük oğlana haber gönder.” dedi. “Bizim veresiye defterini toplasın da borcumuzu ödeyelim.”
“Bizim veresiye defteri” derken sesi titrememişti ama gözleri dalıp gitmişti, sanki o defterin içinde yalnızca şeker, sabun, çay değil; eksik kalmış sözler de yazılıydı.
Babam başını öne eğdi. Kısa bir sessizlik oldu. Soba çıtırtısı dışında kimse konuşmadı. Ben, o geceyi hiç unutmam. O kara kaplı defter ne zaman açılsa köyde bir şeyler değişirdi. Kimin borcunu ödediği, kimin ödeyemediği konuşulurdu.
Ertesi sabah, bizim evin içi bir anda fırtınanın ortasında kalmış gibi karıştı. Sobanın üstündeki çayın fokurtusu bile bu hengâme karşısında susmuştu sanki. Babam, elinde tuttuğu kâğıdı havaya savurur gibi kaldırıp bağırıyordu:
“Sanırsın dükkânı biz aldık! Bu kadar yüklü borç nereden çıktı?
Sesi, odanın duvarlarında yankılandı. Ebem, sobanın yanına çömelmişti. Ellerini dizlerine bastırıp doğrulmaya çalıştı. Babama yaklaşırken sesi titriyordu:
“Oğlum vardır bir yanlışlık. Büyük oğlan yanlış yazmıştır belki, bir karışıklık olmuştur…”
Ama babam dinlemiyordu. Ben bir köşede sessizce olanları izliyordum. Ama içimde tuhaf bir duygu kıpırdanıyordu.
Akşam, köyün üstüne usulca çökerken evin içini hem sobanın çıtırtısı hem de içimize çöreklenen bir tedirginlik ısıtıyordu. Gecenin karanlığı yaklaşırken dış kapıdan tok bir vuruntu geldi. Ebem, “Geldi,” dedi sadece. Gözleri babamla buluştu ama bir şey demedi.
Kapıda kara kaplı defteriyle amcam belirdi. Elinde tuttuğu defteri göğsüne yaslamış, gözlüğünün arkasından evin içine ağır ağır bakıyordu. Ben, onu görür görmez sekinin altına kıvrıldım. Nefesimi tuttum, kalbim gürültülü bir şekilde atıyordu.
Ebem, soba başında yer açtı, babam usulca yerine geçti. Amcam, sessizce oturdu ve defteri açtı. Sayfalar hışırdayarak aralandı. Her biri bir günü, bir alışverişi, bir sessizliği anlatıyordu.
Amcam, alışveriş günlerini sırayla okumaya başladı:
“Yirmi Temmuz… yarım kilo şeker, bir kalıp sabun… bir bardak sımışka.”
“Beş Ağustos… iki paket çay, bir kutu bisküvi… bir bardak sımışka.”
“On Eylül… bir torba sabun, bir paket kibrit… bir bardak sımışka.”
Her satırın sonunda aynı cümle yankılanıyordu: bir bardak sımışka.
Evin içindeki hava giderek ağırlaştı. Babamın yüzü gerildi, kaşları çatıldı. Ebem susmuştu.
Benim zihnimde sadece o tekrar vardı: bir bardak sımışka.
Sekinin altından usulca başımı uzattım. Amcam o anda gözlüğünün ardından doğruca bana bakıyordu. Sanki her şeyi biliyordu. Ya da her şeyin ne zaman ortaya çıkacağını bekliyordu.
Babamın sesi birden soğudu.
“Abi, el kadar çocuğun her dediği verilir mi?”
Sözleri odada asılı kaldı bir süre. Sobanın içinden gelen çıtırtılar bile susmuş gibiydi. Ardından alışıldık ama her seferinde içimi ürperten o söz geldi:
“İt oğlu ite bak sen hele!”
Babam bu sözü hem kızdığında hem de beni sevdiğinde söylerdi. Ama bu defa içindeki öfke netti, sesi hem geçmişin yükünü hem de şimdi duyduğu hayal kırıklığını taşıyordu.
Ben hâlâ sekinin altındaydım. Tozlu tahtaların kokusu boğazıma dolarken, amcamın sesi geldi üstümden yumuşak ama içten içe bir şeyleri saklayan bir tonla:
“Kızma çocuğa, çocuktur, canı çekmiş demek.”
Amcamın sesi başka bir anlamla yüklüydü sanki. Yalnızca beni savunmuyordu, bir şeyleri örtüyordu.
Babam, gözlerini yere dikti, yumruğunu hafifçe dizine vurdu.
“Benim ona kızma sebebim bize söylememesi.”
O an bir şey fark ettim. Bu sadece sımışka meselesi değildi. Babamın kızgınlığında utanç gizliydi, amcamın savunmasında bir suçluluk ve benim sessizliğimde bir sır.
Belki sadece sımışka değildi deftere yazılan. O defter, herkesin sustuğu ama kimsenin unutmadığı şeylerin de kaydıydı.