24-31 Temmuz tarihli İber Yarımadası gezimizin ilk rotası Atlantik kıyılarıydı. Uçağımız, Adnan Menderes Havaalanından iki saat rötarla kalktı. Lizbon’a indiğimizde gece yarısı olmuştu. Pasaport kontrolde, herhangi bir soruya muhatap olmadım ama pasaportumun fotoğrafı çekildi. Oğlumun Kanada pasaportunun aynı işleme tabi tutulmayıp yeşil pasaportun böyle bir işleme tabi tutulmasına şaşırdım doğrusu. Aynı uygulama, Lizbon Madrid- Madrid Lizbon uçuşunda da söz konusu oldu.
1.GÜN ERİCEİRA – CABO DA ROCA – GUİNCHO
Lizbon’daki ilk geceyi havaalanına yakın bir otelde geçirdik. Ertesi gün, daha önceden kiraladığımız arabayı havaalanından alarak Atlantik Okyanusu ile buluşmak üzere Ericeira’ya hareket ettik. Ericeira ile Lizbon arası yaklaşık bir saat sürüyor. Yola çıktıktan on beş dakika sonra yoğun bir sis tabakasıyla Okyanus bize “merhaba” dedi.
Ericeira
Küçük ve sevimli bir sahil kasabası… Arabamızı Atlantik manzaralı bir Pazar yerine park ettikten sonra kasabayı keşfe çıktık. Kasabanın okyanusa sevdalı daracık sokaklarında yürürken, arkamızda Türkçenin nefesini duyunca gayriihtiyari geri döndüm. Baktım iki sevgili… Türkçe konuşuyorlar. Selamlaştık. Delikanlı dedi ki “Buralarda pek Türk’e rastlanmaz.” Yani demesi o ki, buralar, Türklerin bildiği bir yer değil ama ne garip, bunu sokakta tesadüfen karşılaşan dört Türk’ten biri söylüyor.
Ericeira, Türklerin pek bildikleri bir yer olmasa da, uygun koşullara sahip kırk plajı nedeniyle dünyanın dört bir yanından gelen sörfçülerin uğrak noktası. Adını denizkestanelerinden (Ouriceira) aldığı söylense de, son araştırmalar, Fenike tanrıçalarından Astarte ile ilişkilendirilen bir tür “ouriço-caixeiro” ( kirpi ) olduğunu doğrulamış. Anlaşılan o ki, buradaki antik yerleşim, Fenikelilere dayanmakta.
“Tüm kuzey Portekiz kıyılarındaki en büyük iyot konsantrasyonunun odağı”[1] olarak kabul edilen Ericeira; Lizbon, Porto ve Setúbal’dan sonra ülkenin dördüncü en önemli limanı iken 19. Yüzyılın sonlarına doğru bu önemini yitirmiş. İkinci Dünya Savaşında bu küçük kasaba, Nazi zulmünden kaçan Polonyalılar, Almanlar, Fransızlar, Belçikalılar ve Hollandalılar için güvenli bir liman olmuş.
Ericeira, sanki Arnavut kaldırımlı dar sokakları, beyaz badanalı, mavi panjurlu evleri, evlerin bahçelerinde açan rengarenk çiçekleriyle bir Akdeniz kasabasını alıp Atlantik’in kenarına kondurmuşlar gibiydi. Atlantik’le ilk karşılaşmam, Okyanus’un her hâline tanık küçük kasabada oldu.
“Dağ görgüsü kazanır Ağrı’yı bir kez görse de kişi.
Marmara’dan yirmi yılda çıkaramayacağı gerçeği
Okyanusu beş dakika seyretmekle kavrar”
dizelerinde Cemal Süreya’nın sözünü ettiği, “Okyanus” bu olmalıydı. Aslında okyanus ile ilk karşılaşmam bu değildi. Vancouver’a yaptığım üç seyahatte Pasifik Okyanusu’nun enginini değil ama gel gitlerini görmüştüm ama Ericeira’da ilk kez karşılaştığım Atlantik Okyanusu, başka türlü etkiledi beni. Çünkü karşımda gördüğüm, kıyısız ve puslu, görkemli ve ürpertici bir su deryasıydı… Puslu nefesini kilometrelerce önce hissettiğim uçsuz bucaksız bir derya…
Dünyanın Bittiği Yer: Cabo da Roca
Bildiğimiz Akdeniz kasabalarından tek farkı temmuz güneşinden ve ışığından yoksun; sisli, nemli ve serin Ericeira’da, kasaba meydanında yaptığımız şahane bir geç kahvaltıdan sonra, eski dünyayı solumuza, Atlantik’i sağımıza alarak çok eski zamanlarda “Dünyanın bittiği yer” olarak anılan Cabo da Roca’ya doğru yola çıktık.
Ericieira ile Cabo da Roca’nın arası otuz beş kilometre. Avrupa Kıtası’nın en batı ucuna gidiyorduk işte… Yolumuzun üzerindeki Colares’in okyanusa bakan kıyılarında verdiğimiz kısa moladan sonra adını söylemekte zorlandığım küçük kasabalardan, köylerden mısır tarlalarından geçtik. Büyük ihtimalle bir daha hiç göremeyeceğim bu kıyıları, evleri, yollardaki insanları, okyanusun ürperten sonsuzluğunu, beyaz köpüklü dalgalarını sadece telefonuma değil zihnime de kaydetmeye çalıştım.
İki aracın dikiz aynalarının birbirine değmeden geçemeyeceği daracık yollardan, keskin virajlardan geçerek nihayet o çok merak ettiğim Cabo da Roca’ya ulaştık. Kıtanın bittiği, deryanın başladığı o noktada, “eski dünyanın bittiği yerde”ydik. Portekiz’e gitmek için ilk on sebepten biri olarak gösterilen Cabo da Roca’nın ürperten bir ruhu ve bambaşka bir enerjisi var. Bunu, arabadan iner inmez hissettim. 1700’lerden kalma kırmızı şapkalı deniz fenerini görüp, uçurumun kenarında yaz gününde bile kuvvetli esen rüzgârını yedikten sonra hissettiğim duygulara, belki de hiç geri dönmeyeceklerini bile bile okyanusun vahşi davetine uyarak bilinmezliğe açılan o büyük maceracılara duyduğum gıpta ve hayranlık da eklendi.
Portekiz’in en görkemli ve en etkileyici yeri burası bence… Portekiz’de hiçbir yeri görmeden söylüyorum bunu. Çünkü insan kıyıdan yüz kırk metre yüksekteki uçurumdan Atlantik’in hırçın sularına ve ürperten sonsuzluğuna bakarken böyle hissediyor. Bu uçurum, doğanın gerçek gücünü görmek için en iyi yer. Sadece Portekiz’in değil “İspanya Şairlerinin Prensi” ünvanına da sahip Portekizli şair Luís Vaz de Camões de günümüzden beş yüz yıl, buradaki deniz fenerinin inşasından yaklaşık iki yüz yıl önce buraya gelmiş olmalı, yoksa haç şeklindeki anıtta ifadesini bulan “Auqui onde a terra se acaba e o mar comeca” (İşte dünyanın bitip denizin başladığı yer!) dizelerindeki hayranlığı ve şaşkınlığı Cabo da Roca’yı görmeden yazmış olamaz.
Ünlü kâşif Vasco da Gama’nın bir akrabasıyla evlenmiş olan Luís Vaz de Camões, Portekiz’in milli destanı kabul edilen eseri “Os Lusiadas” ı, Vasco da Gama’ya adamıştı. Hindistan’a ilk giden Batılı denizci ünvanına sahip Vasco da Gama da, okyanusun çağrısını burada mı hissetti acaba?
Ya Cenevizli Kristof Kolomb? Atlantik Okyanusu’nda dört seferi tamamlayan ve coğrafi keşifleri başlatarak Amerika’yı keşfetmek için büyük bir maceraya atılan kâşif Kolomb da, Lizbon’da yaşarken Cabo da Roca’ya gelmiş, bilinmedik diyarların davetkâr fısıltısını burada mı işitmişti?
Eski Arap haritalarında “karanlıkların yeşil denizi” olarak tanımlanan, Atlas ya da en çok bilinen adıyla Atlantik Okyanusu’nu seyrederken günümüzden beş yüz yıl öncesine gittim. Her gün binlerce kişinin kıtalar arasında yolculuk yaparken geçtiği, benim de daha birkaç ay önce üzerinde beş saat yolculuk yaptığım, günümüzde bile gemiyle yolculukların altı ila on gün sürdüğü bu koca okyanus, navigasyonun, teknolojik aletlerin olmadığı, yıldızlara bakılarak yön belirlendiği zamanlarda okyanusa açılma cesareti gösteren, her türlü ölümcül tehlikeye kafa tutan bu insanlar ya deli olmalıydı ya da çok cesur… Adını taşıdığı kayıp kıta Atlantis’i de soğuk ve derin sularıyla derinlerinde saklayan, batmaz denilen Titanik’i ve daha nice uçakları, gemileri yutmuş olan bu koca canavar; o büyük maceracıları hiç mi korkutmamıştı?
Büyük macera tutkunları sayesinde artık “okyanusun bittiği” yerlerde başka bir dünyanın varlığını bilmemize rağmen Cabo da Roca, sonsuzluğun muhteşem manzarasını gözlerimizin önüne serdiği ve bize de başka dünyalar keşfetme arzusunu hissettirdiği için “eski dünyanın bittiği yer” olmasa da “dünyamızı anlamamız, sonsuzluğun içindeki yerimizi sorgulamamız” için biçilmiş kaftan…
SÖRFÇÜLERİN CENNETİ: GUİNCHO PLAJI
Uzun ve sıra dışı bir günün ardından, okyanus rotamızın tam ortasında verdiğimiz bir gecelik konaklama molasındayız. Roca Burnu’nun yakınındaki Guincho Plajı’ndaki Estalegem Muchaxo Hotel’deki odamızda yazıyorum bu satırları. Çok eski bir otel burası, daha doğrusu bir zamanlar Avrupa ünlülerinin uğrak yeri bir mekân… Lobinin duvarları prensesler, devlet adamları ve ünlü artistlerin fotoğraflarıyla dolu.
Guincho Plajı, otelin arka bahçesi gibi… Belki de kışın okyanusun azgın dalgaları buraya kadar geliyordur. Temmuz ayında bile böyle ürpertici ise kışın nasıldır kim bilir? Odamız, yol tarafında olmasına rağmen gecenin içinde okyanusun kükreyişini duyuyorum.
Plaj, otelden daha ünlü… Başrolünü George Lazenby’in oynadığı 1969 yapımı “Kraliçenin Hizmetinde” adlı James Bond filminde geçen sörf sahneleri Guincho Plajı’nda çekilmiş. Ayrıca, Joaquim Sapinho’nun yönettiği 2011 yapımı “This Side of Resurrection” filminin çekildiği yer de bu plaj.
Praia do Guincho yani Guincho Plajı, sörfçüler için bir cennet… 90’lı yıllarda burada rüzgâr sörfü dünya kupası düzenleniyormuş. Güçlü rüzgârların etkisindeki bu plaj, sörfçüler için bir cennet ama yüzmek ve güneşlenmek isteyenler için kesinlikle uygun değil.
2.GÜN CASCAİS- ESTORİL
KAŞKAŞ YOLUNDA
Bir gün önce sabahın erken saatlerinde havaalanından başlayan yolculuğumuza, Guincho Plajı’nda verdiğimiz bir gecelik moladan sonra devam ediyoruz. Yolumuzun üzerinde Cascais var. Guincho Plajı ile Cascais arası beş kilometre. Bu nedenle arabaya bindiğimizle indiğimiz bir oluyor zaten.
Portekizliler renklerden sarıyı, harflerden “ş”yi çok seviyorlar sanırım. Cascais yazılıyor ama okunuşu “Kaşkaş”. Yol boyunca kendimi Akdeniz kasabalarından birine gidiyormuşum gibi hissettim. Okyanusun az önce gördüğüm hırçın suları sakinleşince sağımda masmavi rengiyle Akdeniz eşlik ediyor gibiydi. Plajlarda güneşlenenler ve denize girenler de “Kaşkaş” değil de “Kaş” yolunda olduğumuz hissini yaşattı bana.
Çok eski zamanlarda bir balıkçı kasabası olan Cascais, 1870’lerden itibaren Portekiz kraliyet ailesi tarafından sayfiye olarak tercih edilmeye başlanınca aristokratların ve zenginlerin de vazgeçilmezi hâline gelmiş. İkinci Dünya Savaşı sırasında ise başka ülkelerden gelen aristokrat, devlet adamı, aktör ve yazarların sığınağı, ajanların ise cirit attıkları bir yer olmuş.
Lizbon’un yaklaşık kırk beş kilometre batısında yer alan Cascais, sadece gezginlerin değil dünya sosyetesinin de uğrak yerlerinden biri… Sosyete sınıfına değil ama gezgin sınıfına ait hissederek arabamızı büyük meydandaki bir otoparka bırakıp Cascais’in güzelliklerini keşfetmeye çıktığımızda ilk fark ettiğim, şehrin ortasındaki plajlarda güneşlenen ve denize girenlerdi.
Büyük şehir keşmekeşinden uzak bu sahil kentinde sonsuz genişlikte gözlerimin önüne serilen mavi okyanusun suları çok davetkârdı. Deniz ve güneş buranın ezelden sahibiydi. Hiçbir yere yetişme kaygısı duymadan Cascais’in ara sokaklarına dalmak, tarihi kalesini gezmek; yeşillikler içindeki bir kafede oğlumla kahve içmek, okyanus manzaralı restoranlarından birinde belki de bugüne dek yediğim en leziz levreğin, sarımsaklı jumbo karidesin tadını Porto şarabıyla taçlandırmak Kaşkaş’ı benim için unutulmaz kıldı. Kaşkaş’ın en muhteşem hediyesi de bana yaşattığı bu duygulardı.
VE ESTORİL…
Tur şirketlerinin yarım günde gerçekleştirdiği rotamızın son durağına doğru ilerlerken oğluma teşekkür etmeden duramıyorum. Eğer bu rotayı bir tur şirketiyle gerçekleştirmiş olsaydım okyanusun tadını böyle alabilir miydim? Buna inanmak güç… Koşmadan, yorulmadan, tadını çıkararak yaptığımız bu gezinin son durağına Estoril’e bu duygularla giriyorum.
Portekizliler “ş”yi seviyorlar demiştim; bu çıkarımdan hareketle tahmin edileceği üzere Estoril “Ştoril” olarak telaffuz ediliyor. Lizbon’un arka bahçesi” olarak bilinen bu sevimli kasaba; termal otelleri, plajları, golf sahaları ile ünlü. Bir de çok büyük bir casinosu var. Arabayı plaja yakın bir yere park ettikten sonra bu casinoyu görmeye gittik.
Bugün hâlâ çalışan Casino Estoril, Avrupa’nın en büyük kumarhanelerinden biriymiş. Dışarıdan görmekle yetindiğimiz Casino, İkinci Dünya Savaşı yıllarında kralların, kraliçelerin, aristokratların ve tabii casusların buluşma noktası olmuş. Bu kadarla da kalmamış, yazdığı casusluk romanlarıyla tanınan ve “James Bond” casus romanları serisi ile dünya çapında bir ün kazanan İngiliz yazar Ian Lancaster Fleming’e, ilk Bond romanı “Casino Royal”deki “casino” bölümlerini yazarken ilham kaynağı olmuş.
Estoril, 80’ler ve 90’lar boyunca Formula 1 yarışlarına da ev sahipliği yapmış fakat pistle ilgili güvenlik sorunları nedeniyle takvimden çıkarılmış. Poça Plajı’nda verdiğimiz kısa bir yüzme molasından Lizbon’a dönerken, yol boyunca tehlikeli hareketlerle yanımızdan hızla geçen motorcular, bana da rallideymişiz hissini boşuna vermedi demek ki…
Lizbon Havaalanı’ndan başlayıp yine aynı yerde biten iki günlük yolculuğumuzda, dünyamızdaki birçok değişikliğin beşiği olmuş Atlantik Okyanusu’nun kıyılarında dolaşmak, onun güçlü nefesini hissetmek çok etkileyiciydi. Yolculuğun başında puslu nefesini kilometrelerce öteden hissettiren uçsuz bucaksız bu su deryasından ayrılırken Nâzım Usta’nın dizeleri eşlik ediyor bana:
“Hint Okyanusu’nu seyrettim bu sabah.
Okyanuslar üstüne bir çift sözüm var sana:
Kıyısından seyredilen okyanus
farksızdır Marmara açıklarından.
Yani demek istediğim:
Okyanuslar büyük sevdalar gibidir Tulyakova
seyredilmeğe gelmez,
Okyanus yaşanılır.”
Nâzım Usta’nın “okyanus seyredilmeğe gelmez, okyanus yaşanır” sözlerini daha iyi anlıyorum şimdi.
[1] https://en.wikipedia.org/wiki/Ericeira