Yakaladığı balık pek küçük olunca onu öpen ve tekrar denize atan, yanındaki balıkçı: “Ne yaptın, hiç balık öpülür mü?” diye şaşkınlıkla sorunca da:
“Olsun, bu denizde benim öptüğüm bir balık dolaşıyor artık.” diyecek kadar her şeyi, herkesi seven ve “KENDİ PEŞİMİ BİLE BIRAKTIM.” diyecek kadar da her şeyden vazgeçmiş, yalnız ve avare Sait Faik…
Yazı hayatı boyunca “sorumlu avare”, “gözlemci balıkçı”, “çakırkeyif sirozlu”, “müflis tacir”, “züğürt yazar”, “hamd olsun diyemeyen rantiye”, “anadan doğma çevreci” sıfatları yakıştırılan; Tanpınar’ın ifadesiyle de “Dışarıda gördüğünü kendi içinde arayan adam”, rumi 5 Teşrin-i sani 1322, miladi 18 Kasım 1906’da Adapazarı’nda dünyaya geldi. Doğduğu gün Pazar… Tatil yani… Acaba bunun için mi biraz avareydi?
Çocukluğunda “haşarı bir burjuva çocuğu, gençliğinde biraz haylaz… İstanbul Erkek Lisesinde okurken Arapça Öğretmeni Seyit Salih Efendi’nin sandalyesine iğne koydukları için kırk üç arkadaşıyla beraber okuldan atılır. Bursa Erkek Lisesinde tamamlar öğrenimini. İlk öyküsü “İpekli Mendil”i de edebiyat dersi ödevi olarak burada yazar. “Uçurtmalar” ve “Zemberek” de Bursalıdır.
Uygurca öğrenmek istemediği için İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinden, iktisat okumak için gittiği Lozan’dan da sıkıldığı için ayrılır. Döndükten sonra, hani şu Semaver’de de geçen Halıcıoğlu’nda bir mektepte Türkçe öğretmenliğine başlar. Sürekli derse gecikmelerinden maaşı kuşa dönen Sait Faik anlar ki öğretmenlik onun harcı değil. Babasının dükkânlarından birinde çalışması da kısa sürer, altı ayın sonunda dükkânı boş olarak teslim eder. O günlerde askere çağrılan yazar, asabiye kliniğinden aldığı bir raporla askerlikten muaf olur. Sait Faik’in, bu raporu bir kavga esnasında cebinden çıkarıp Aziz Nesin’e gösterdiği vakidir.
Kendisini anlayabilmek, kedere yoldaş olmayı da gerektirir, çok gülenlerin, güldürenlerin kederine ama… Bu Diyar Baştan Başa adlı kitabında Yaşar Kemal şöyle der: “Akşam üstleri Tünel’den Taksim’e doğru sol kaldırımdan yürürseniz, gözünüze dalgın, siyah gözlüklü, yüzü kederli, -yüzündeki keder besbellidir, elle tutulacak gibi, yüzde donup kalmıştır- pantolonu ütüsüz, ağarmış saçları kabarmış bir adam çarpar. Bu adamın, bu Beyoğlu kalabalığı içinde bir hâli vardır ki (daha doğrusu her hâli) size bu koskocaman şehirde yalnız, yapayalnız olduğunu söyler. Bu neden böyledir? Orasını kimse de bilmez… Bu adamın üstünden, başından da yalnızlık akar. Bir de bu adama, Kadıköy İskelesi’nin kanepelerinden birine oturmuş, heybeli köylüleri, çıplak ayaklı serseri çocukları, hanımefendileri seyrederken rastlarsınız. Bu adam hikayeci Sait Faik’tir.”
Alemdağ’da Var Bir Yılan’daki birçok hikayede kendini gösteren Panço karakteri İstanbul’un karanlık sokaklarında anlatıcılara yoldaşlık eden bir gizli kahramandır ve bir bakıma kendi içine hapsettiği adamın hikayelere sinen gölgesidir.
“Üstünden, başından yalnızlık akan bu adam”ı anlayabilmek, tövbeleri bozmayı gerektirir bazen : “Söz vermiştim kendi kendime: yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada, namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kağıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkarttım. Kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmazsam deli olacaktım.”
Hikâyeleri, güneşli yaz günlerinde çekilmiş fotoğraflar gibidir, sıcacık… İçimizi ısıtır. Onun hikâyelerini okuyan insan kötü olamaz; teröre, şiddete bulaşamaz, insandan nefret edemez.
Eleştirmen Semih Gümüş diyor ki: “Biz ne Gogol’ün Palto‘sundan ne Oğuz Atay’ın Beyaz Mantolu Adam‘ından çıktık. Sait Faik’in paltosundan çıktık. Bizim edebiyatımızda düzyazı, öykü ve roman, Sait Faik’ten önce başka türlü yazılıyordu, Sait Faik’ten sonra başka.”
ABD’deki Mark Twain Derneği, çağdaş edebiyata yaptığı katkılardan ötürü 1953’te yazara onur üyeliği verir, daha önce Türkiye’den sadece Atatürk’e verilmiştir bu ödül. Elin Amerikalısı tanır da, bizim memlekette değeri bilinmez pek. Hikâyelerini gazete ve dergilerde yayınlatmak bir dert, bundan para kazanmak da ayrı bir dert olur onun için. Bereket varlıklıdır da, ana babası bastırır parayı yayınlatır bazı eserlerini. İlk kitabı Semaver de baba parasıyla çıkar. Hoş, Sait Faik bilmez para kullanmayı. Anası cep harçlığı verir de öyle idare eder kendini.
İki romanından biri olan Medarı Maişet Motoru’nu da annesinden aldığı parayla bastırır. Roman, basıldıktan kısa bir süre sonra Bakanlar Kurulu kararıyla toplatılır. Daha önce de “Çelme” adlı hikâyesi asılsız bir ihbar nedeniyle mahkemelik olunca bir kırgınlık ve yalnızlık dönemine girer. Adı Yaşar Nabi Nayır tarafından önerilen Lüzumsuz Adam bu dönemin izlerini taşır.
İstanbul’u avucunun içi gibi bilir. Bedri Rahmi Eyüboğlu: “İstanbul yedi tepeye kurulmuş derler, bu tepelerden sekizincisi de Sait’in kurduğu tepe olmalı. İstanbul’u Sait’in dilinden, Sait’in eserinden tatmamış olanlar, istedikleri kadar yerlisiyiz desinler, Sait’i okumadıkça Sait’in dilimize getirdiği ışıkla İstanbul’u kana kana seyretmedikçe, doğup büyüdükleri memlekette birer turist olarak yaşıyorlar demektir…”
Herkes hikâyeci sanır ama şairdir de :”Şimdi Sevişme Vakti” şiiriyle bir kez daha seversiniz kiraz mevsimini.
1948’de siroz teşhisi konunca tedavi için gittiği Paris’ten uzaklarda öleceğinden ve tedavinin ağırlığından korkarak geri döner Sait Faik. Büyük bir umutsuzluğun pençesindedir artık. Yine de hayatının en çalışkan günlerindedir. 1951, Havada Bulut, Kumpanya, Havuz Başı kitapları art arda yayımlanır. Ölüm temasının ağır bastığı kitaplardır bunlar. Bir zamanlar çok sevdiği İstanbul’dan da nefret etmeye başlamıştır. ” İstanbul çirkin şehir. Pis şehir. Hele yağmurlu günlerinde. Başka günler güzel mi, değil; güzel değil. Başka günler de köprüsü balgamlıdır. Yan sokakları çamurludur, molozludur. Geceleri kusmukludur. Evler güneşe sırtını çevirmiştir. Sokaklar dardır, esnafı gaddardır, zengini lakayttır. İnsanlar her yerde böyle. Yaldızlı karyolalarda çift yatanlar bile tek.Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burda her şey bir insanı sevmekle bitiyor.”
23 Ocak 1953’te Paris’e gidebilmek için bir kez daha pasaport alır ama bu pasaportu hiç kullanamaz. 5 Mayıs 1954 günü yaşadığı krizde, yemek borusu kanaması nedeniyle Şişli’deki Marmara Kliniği’ne kaldırılan Sait Faik, 10 Mayıs’ı 11 Mayıs’a bağlayan gece 02:35’te hayata gözlerini yumar. 12 Mayıs, Zincirlikuyu’daki son evine nakledildiği gündür. Eleştirmen, çevirmen Adnan Benk, “Sait, ansızın öldü, ölüm haberi bile vaktinde alınamadı. Yüz kişi kadardık. Nasıl bir yağmur!… Mezarın başına geldiğimiz zaman, biz daha azalmış, yağmur daha çoğalmış, imam da hızlanmıştı. Öylesine çabuk okudu ki, kimse amin demek fırsatını bile bulamadı. Sonra… Araba bulmak için koşuşmalar, itişmeler… En büyük hikayecilerimizden biri olan Sait Faik, eserlerinden hemen hemen hiçbir şey kazanamadan ölüp gitti. Keşke, değeri anlaşılmamıştı da ondan böyle öldü, diyebilseydik; ama, değeri anlaşıldığı halde parasız öldü.” diyor Sait’i Yaşatamadık adlı yazısında.
Fazıl Hünü Dağlarca’nın Ağıt’ından aşağıdaki dizeler:
“ölmüş Sait
deniz mavisinden erken
bunca sevgiden sonra
ölmüş annesini öperken
ölmüş eli ayağı uzak
camların üstü buğu
ölmüş çocuklar izin vermeden
yüzünde sarışın çocukluğu”
“Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde, gökyüzünde güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarlarında toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz. Bizim için değil ama çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak. Benden hikayesi.” diyen, “Muharrir”liği işten sayılmadığı için pasaportunda işsiz yazılan Sait Faik ölmüş.
The Quardian’ın 24.10.2005 tarihli sayısında “Türk Çehov”u olarak tanımlanan,
“Ben bayrakları değil insanları severim.” sözünün sahibi
Cepleri susam kokan güzel Adalı,
Balıkları öpen adam ölmüş.
Yine de kesmeden umudu insandan, insanlıktan Hidayet gibi, Panço gibi sizi de atsın cebine, mavi göğün altında dolaştırsın bütün İstanbul’u, seyrettirsin size âlemi…