Italo Calvino’nun Görünmez Kentler’iyle tanışmam, sevgili arkadaşım Hatice Günday Şahman sayesinde oldu. Kitap bana bir yeni yıl armağanı… 2020’nin okuma listemdeki ilk kitabı. Calvino hakkında bilgi verecek değilim. Meraklısı için Google çok uzak değil nasılsa… Görünmez Kentler’i okuduktan sonra, böyle bir yazarı tanımakta geç kaldığım için çok hayıflandığımı yazmadan geçemeyeceğimi yazmakla yetineceğim sadece.
Kitap, dokuz bölümden oluşuyor, her bölümde kentler; anı / arzu/ göstergeler / incelik / süreklilik/ takas/ gözler / ölüler/ gökyüzü kavramlarıyla ilişkilendirilmek suretiyle çeşitlenmiş. Tatar Hükümdarı Kubilay Han ile Marco Polo’nun konuşmalarını içeren ve eğik (italik) harflerle yazılmış bir başka bölümleme daha var ki insan, kitap içinde bir kitap daha okumuş gibi oluyor.
Zamandan ve zeminden münezzeh bu elli beş kente okuyucu, masalsı bir yolculuk yapıyor. Yolcunun / okuyucunun daha önce başka kentlerde gördüğü için tanıyabildiği kentlerden Diomira, salyangoz kabuklarıyla kaplı evlere sahip olan İsidora, yüksek burçlarıyla ve bayrak direklerine yazılmış geçmişini bir elin çizgileri gibi içinde barındıran Zaira, daha iyi anımsanmak için hep aynı kalmak zorunda olduğundan çözülen ve yok olan Zora, kartpostal kenti Maurulia, “anı“sı olan kentler…
Kentler ve Arzu bölümlerinde ise ancak iki türlü anlatılabilen Dorotea, göklerinde uçurtmaların uçtuğu, iç içe kanallarla sırılsıklam olmuş Anastasia, gemiyle ya da deveyle ama yalnızca iki türlü gidilebilen ve karadan gelene başka, denizden gelene başka görünen Despina, gri taşlı metropol Fedora çıkıyor yolcunun/okuyucunun önüne…
Yolcunun işi yolda olmaktır, okuyucununki de kitabın devamıdır. İşte göstergeler dikiliyor şimdi de karşısına. Tamara vardır bu göstergeli kentlerin ilkinde. “Sen Tamara’yı gördüğünü düşünürsün, oysa tek yaptığın kentin tüm parçalarıyla kendisini anlatmada kullandığı adları belleğine yazmaktır. Bu kalın göstergeler arasından tanımadan, anlamadan, sadece adlarıyla aklında kalan kentlerdir bunlar.” Ne kadar doğru… Hangimiz biliyoruz, yaşadığımız, gezdiğimiz şehirleri ve ne kalıyor aklımızda binalardan, sokak ve cadde adlarından başka?
Yazarın göstergeli kentlerden İpazia’ya ayırdığı bölümdeki şu iki cümlesinin üstüne yazacak bir sözü kalmıyor insanın “Göstergeler oluşturur bir dili ama bildiğini sandığın dil değildir o.” ve “Hiçbir dil yoktur ki aldatmasın.” Calvino, kentleri mutlu veya mutsuz diye ayırmak yerine “yıllarla ve değişerek arzuları biçimlemeyi sürdüren” kentler; “ya arzular tarafından silinip ya da arzuları silip yok eden” kentler olarak sınıflandırıyor. Yaşadığım kent, arzuları biçimlendiren mi yoksa yok eden mi ya da kadın ismiyle anılan bu elli beş kentten hangisine benziyor diye sormadan edemiyorum kendime. Çünkü benim kentim de bir kadın ismi. Kralların kızlarından veya eşlerinden aldığı Mrylea, Apameia, Montania isimlerini sırasıyla kullanmış, tarihi bir kent… Calvino’nun masalsı kentlerinden denizden gelene başka, karadan gelene başka görünen Despina’ya benziyor sanki biraz. Her kent gibi ölüler kenti biraz da…
Kitap içindeki kitaba gelince… Eğik harflerle dokunmuş ve kitaba asıl masalsı havayı veren bölümlerde Marco Polo, Kubilay Han’a yolculuklarında gördüğü kentleri anlatıyor. Doğu dillerini hiç bilmeyen Venedikli gezgin, imparatorun kendisini gönderdiği her yolculuğunu jestler, taklalar, çığlıklar, pantomimlerle anlatıyor. “Oysa anlamları açık olsun ya da karanlık kalsın Marco’nun gösterdiği tüm şeyler bir kez görüldüler mi asla unutulmayan, hiçbir şeyle karıştırılmayan amblemlerin gücüyle yüklüydü.” Kubilay şu soruyu yöneltiyor Marco’ya “Tüm amblemleri tanıdığım gün imparatorluğuma sahip olabilecek miyim?” Venedikli bu soruya karşılık olarak “Hiç heveslenme Hünkârım, o gün sen kendin amblemler arasında amblem olacaksın.” Fethettiği kentleri tanımayan kişi, gerçekten oraları fethetmiş sayılır mı?
İncelikli kentleri, sürekli kentleri, takas kentlerini ve diğerlerini kitabı merak edip okuyacaklara bırakmak en iyisi sanırım. Bu masalsı yolculuğun büyüsünü bozmamak açısından gerekli de… Görünmez Kentler’i okurken kendimi bir yapboz ya da bozyap’ın içinde hissettim ve Calvino’nun elli beş parçaya böldüğü Venedik’i ve kendi kentlerimi aradım; bazen aradıklarımı buldum, bazen de düşsel atlasların, Kaf Dağı’nın ardındaki kentlerin içinde kayboldum. Bir süre “uçurtmalar gibi hafif kentler, dantel gibi delikli kentler, cibinlikler gibi saydam kentler, yaprak damarlarına, el çizgilerine benzer nervür kentler, opak, aldatıcı kalınlıkları içinden görülen telkâri kentler” göreceğim artık düşlerimde, her sabah kendi kentime uyanarak…