“Sevelim veya sevmeyelim, bazı özelliklerimizi babalarımızdan alırız. Zayıflıklarımızı, alışkanlıklarımızı, birçok şeyi…” Usta yönetmen Nuri Bilge Ceylan, yeni filmi “Ahlat Ağacı” ile ilgili söylüyor bunları…
Ahlat Ağacı, Yeniceli yönetmen Nuri Bilge Ceylan’ın sekizinci filmi… İlk uzun metrajlı filmi “Kasaba” ve ikinci filmi “Mayıs Sıkıntısı”nda mekân, Yenice iken; bu filmde Çanakkale özellikle de Çan ve köyleri seçilmiş. Bunu öğrendiğimde filme merakım daha da arttı ve vizyona girişinin ikinci gününde filmi izleme olanağı buldum. Bildiğim kadarıyla, filmin Türkiye için 200 kopyası çıkarılmış. Bu, ülke genelinde iki yüz sinemada gösterileceği anlamına geliyor. Çanlılar bu filmi görebilecekler mi bilmiyorum ama kardeşimden öğrendiğim kadarıyla çoğunun izlemek istediğini biliyorum. Bursa’da da birkaç küçük cep sinemasında gösteriliyor.
Film, tam üç saat sürüyor, gerçekten de uzun. Yönetmenin en uzun filmi… Eleştirmenlerin yazdığına göre Cannes’dan ödül almadan dönmesinin en önemli nedeni de filmin iki buçuk saatin üzerinde olması… Sinema eleştirmeni Atilla Dorsay, Cannes’da ödül alamamasının Nuri Bilge Ceylan filmi için şaşırtıcı bir sonuç olduğunu yazıyor ve Ahlat Ağacı’nı “Uzun, geveze, yer yer sıkıcı. Ama yine de bir başyapıt!..” olarak değerlendiriyor. Film, Cannes’da “Altın Palmiye”yi değil ama gönüllerin Palmiye’sini kazanmış görünüyor. Çünkü galadan sonra on beş dakika süren alkış tufanıyla ödüllendirilmiş ve tüm yabancı eleştirmenlerin övgüsünü kazanmış.
Cannes’da gönüllerin palmiyesini kazanmış ama Çan(nes)’da beğenilir mi bilemem. NBC ( http://www.nuribilgeceylan.com/)’den :“Bazıları için taşra, tüm umutların eninde sonunda yalnızlıkla kesiştiği bir sürgün yeridir. Tıpkı babaların ve oğulların kesişen kaderleri gibi, tüm umutların, hayallerin, çaresizlikle kesiştiği hudutsuz bir sürgün yeri…” Filmin hikâyesi böyle verilmiş.
Film; Sinan’ın Çanakkale’de sahilde, bir çay bahçesinde çay içip simit yediği sahneyle açılıyor. Çan garajında (nedense bana otogardan daha sıcak geliyor ve eski günleri anımsatıyor) inip evine giderken rastladığı kuyumcuyla konuşması, özellikle dikkat çekici… İzleyeceklerin keyfini kaçırmamak açısından ayrıntıya girmek istemem. Ama bu sahnede Sinan’ın ailesi, özellikle de babası hakkında iki önemli gerçeği öğreniyoruz.
Filmin ana karakterlerinden olan Sinan, Onsekiz Mart Üniversitesi Sınıf Öğretmenliğini bitirmiş ve Çan’a dönmüştür. Dönmüştür de hayalleri vardır genç adamın. Yazar olmak, ilk denemelerini bastırmak istemektedir. Fakat Sinan’ın ve kasabanın gerçekleri buna imkân verecek midir? Yoksa ilerleyen sahnelerde köyün imamının “hayatın içinde çalkalanıyoruz işte” dediği gibi Sinan, kendi gerçeklerine teslim mi olacaktır? Bu sorunun cevabı filmin sonunda veriliyor hem de çok etkileyici bir kör kuyu metaforuyla… İlk sahnelerde dede, baba, oğul üçlüsünün; özellikle de babanın su çıkacağı umudu ve inadıyla başında durdukları kuyu ile ilgili çağrışımlar öyle çok ve öyle çarpıcı ki… Nuri Bilge Ceylan, bu metaforu çok iyi kullanmış. Bütün film boyunca aykırı olan ve babasına karşı duran, hatta onu sevmeyen ve hatta insanları da sevmediğini söyleyen Sinan’ın son sahnede, babasının hayalini gerçekleştirmeye çalışması artık babasını anlamaya başladığının mı yoksa bir vakitler babasının da yaptığı gibi hayallerinden vazgeçerek diğerleri gibi olduğunun mu bir göstergesi? Bana göre ikisi de… Çünkü empati yapmak, biraz da kendinden vazgeçmeyi gerektirir.
Filmde kullanılan ana metafor, kitaba ismini veren ahlat ağacı… Bizim oralarda ahlat ağacı çoktur. Tarlaların ortasında, genellikle tek başına ve susuzdur. Hemen her yerde tek başına büyür, zahmetsizdir de. Armut ağacının doğal olarak kırlarda yetişen türüdür, armudun yabanıdır yani. Meyvesi geç olgunlaşır ve şekilsizdir. Bir türlü armut olamamıştır, yani adam olamamış, bir baltanın sapına denk gelememiştir. Aslında aşılansa, bakılsa armut verir. Filmin bir yerinde, Sinan’dı sanırım; dedesi, babası ve kendisini tarladaki ahlat ağacına benzetiyor. Filmin can alıcı metaforu da bu işte… Kendinin olmaktan çıkmış, çorak bir hayat… Tıpkı aşılanınca armuda dönüşen ahlat ağacı gibi sudan yoksun, çileci, şekilsiz ve hep kendine sürgün…
Bu kadar derine inmişken rüyalardan da bahsetmemek olmaz. Ne de olsa rüyalar, bilinçaltının dışavurumudur. Sinan’ın; kendisini izleyenlerden kaçarken Brad Pitt’in Truva’sından kalma Truva atına hapsettiği rüya, Çan’a dönerken otobüste muavinin dürtmesiyle uyandığı rüya, sonra İdris’in mi Sinan’ın mı gördüğünü tam olarak anlayamadığım, Sinan’ın kuyunun ipinde sallandığı rüya filmin yoğun çağrışımlarıydı.
Film için çok uzun deniyor, geveze deniyor, herkes her şeyi konuşuyor deniyor, sıkıcı deniyor. Bunların hepsi doğru olabilir ama ben bu konuda biraz farklı düşünüyorum sanırım. Film, hayatın kendisi gibi aslında; çoğu zaman sıkıcı, bazen geveze… Tıpkı hayatta olduğu gibi, atanamayan öğretmenlerin sorunları, atanamadığı için çevik kuvvet olan kankiler, dine farklı yaklaşımlar, popüler edebiyat, geçim sıkıntısı, elalem ne der kaygısı, kahvelerde boş vakitler, ganyan bayilerinde köşe dönme umutları, kısa dönem askerlik… hepsi bir yer edinmiş bu filmde kendine. İşte bu yüzden uzun olmalıydı diyorum. Bir roman gibi uzun olmalıydı. Bence zaman konusunda bir sıkıntı yok. Ben sıkılmadım açıkçası…
Kadınlar arka planda durmuşlar Ahlat Ağacı’nda. Bilinçli bir tercih midir bilemem. Sinan’ın gönül ilişkisi, arkadaşının eski aşkıyla küçücük bir öpücükten öteye gitmiyor. Hatice’nin Rıza’yı çoluk çocuk diye aşağılayarak zengin kuyumcuyu tercih et(tiril)mesi de küçük kasabalardaki genç kızların kaderine bir göndermeydi sanırım. En azından ben böyle algıladım. Bir de Asuman var, Sinan’ın annesi… Bir zamanlar severek evlendiği Öğretmen İdris’ten çoktan gözünü ve gönlünü kaçırmış; gününü ve ömrünü televizyon dizileriyle tüketen, yoksulluk ve yoksunluğuna çareler arayan Asuman… Çilekeş Anadolu kadını… Burada bir soru sormaktan alıkoyamıyorum kendimi? Evliliğin katledilmesinden o doğayı ve hayvanları seven, güzel konuşan, güzel konuştuğu için Asuman’ın gönlünü çalan İdris mi sorumludur tek başına? İdealist İdris, bu hâle gelmesinin tek nedeni midir? Nedir, ne değildir?
Eğer bir film Çan’da çekilmişse orada Çanca da vardır. Bu filmde de abartılı olmamak kaydıyla Çan ağzı kullanılmış. Özellikle İdris’in konuşmaları öyle gerçekçi ki… Kendisini Çan’da görmüş, sohbet etmiş gibiyim. Galiba filmde abartılı kullanılan tek şey, küfürdü. Aynı küfrü film boyunca duyup durduk.
Üç saat boyunca görsel bir şölen izlediğimi özellikle yazmam gerek. Çekimler muhteşemdi. Üç vardiyalı şehrimin sisli sokaklarında kaybolmak, meşe ve çınar yapraklarının rüzgârdaki ışıltılı şarkılarını dinlemek için; zamanı usul usul yağdıran karlı köy manzaraları ve o şiirsel anlatım için; hülasa, gördüğümü yaşamak, yaşamadığımı anlamak için bu filmi bir kez daha izleyebilirim.
Son söz İdris’ten: “Vaktinde firar zaferdir.”