Yeniden doğuruyorum kendimi
Dünyadan bin küsur kilometre ötede
Ve bin küsur yıl gerideki bu kentte
Hiç tanımadığım insanlara
Kaçak çay, kaçak terlik, kaçak sigara
Aralıksız kar, ekimden mayısa
–dağıyla- ünlü ama dağsız bu kentte
Tüm denizlere
kulelere
çiçekçi dükkanlarına
Başını alıp gitmeli cuma akşamı yolculuklarına,
Cumartesi sinemalarına
Film şenliklerine
Her şeye, her yere inat
Bütün yolculukları yasaklayarak
Yeniden doğuyorum kendime
Ağrılı bir akşamda,
ağrılı bir düşü
bilmem kaçıncı kez yeniden görüyorum. (Ağrı -1993)
Ağrı’da olmak ağrılı olmaktır biraz, ağrılı düşler görmektir. İsmiyle müsemmadır bu şehir. Tanrı’nın ve devletin unuttuğu yerdir biraz da. Yoksulluktan ziyade yoksunluklar şehridir. Sınıra yakın, devlete uzak; dağı gibidir, yalnız ve tek başına. Gidenler dönmek üzeredir hep. Mecburiyet caddeli, mecburi hizmetliler kasabası… Müzesiz, sinemasız, parksız…
Osmanlı döneminde Şorbulak’mış adı, Ermeniler zamanında Karakilise. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Karaköse’ye evrilmiş. Nuh Tufanı’yla ilgisi nedeniyle Tevrat’ta Ararat Dağı ve ülkesinin Ağrı ve çevresi olduğu düşünüldüğünden Batılılar da Ararat demişler. 1927’de il olmuş, 1938’de de Ağrı… Ülkenin en yüksek dağının adını taşır ama Ağrı’dan görünmez Ağrı Dağı.
Tarih boyunca insanlar, Ağrı’yı bir geçiş noktası olarak kullanmışlar. Bu şehir, birçok medeniyeti misafir etmiş ama yerleşmeye ikna edememiş. Kaderine ve ruhuna göçebelik sinmiş bu şehrin. Hitit, Hurri, Urartu, Pers ve Ermeniler, Saka Türkleri, Abbasiler, Bizans, Karakoyunlular, Akkoyunlular , İlhanlılar, Moğolların egemenliğinde kalmış, Çaldıran Savaşı’ndan sonra da Osmanlı’ya katılmış.
Yarım saatte gezilecek şehirler kategorisindedir. Asıl görülecek yerleri şehir dışında. Sadece Anadolu’nun değil Avrupa’nın en yüksek doruğu olan ve Nuh’un gemisine ev sahipliği yapan efsanevi Ağrı Dağı’nı, Alaska’daki meteor çukurundan sonra dünyada büyüklük ve derinlik itibarıyla ikinci sıraya yerleşen meteor çukurunu ve Topkapı Sarayı’ndan sonra son devirde yapılmış sarayların en ünlüsü İshak Paşa Sarayı’nı görmek için Doğubeyazıt yollarına düşmek gerekir.
Ahmet Arif’in “Bak bıyığım buz tuttu” dediği türden bıyık ve kirpik donduran kışları uzun, soğuk ve beyazdır. Ekimde kar bir başladı mı, mayısa kadar terk etmez kaldırımları. Aylarca gördüğünüz her yer kar, yürüdüğünüz yollar buzdur. Saçaklarından sarkan buzlar yüzünden insanlar kaldırımları tercih etmez, yolun ortasından yürürler. Bu alışkanlıkları yazın da devam eder.
Yirmili yaşlarımın sonunda, yanımda boş koltuk, kendimle yirmi dört saatlik bir yolculuk sonrası, gördüğüm ilk şey; garajında beni karşılayan eşimden sonra tozuydu. Buzuyla birkaç ay sonra tanışacaktım.
Yerleşme telaşıyla geçen ilk zamanlardan sonra tanıma ve alışmaya sıra geldiğinde küçücük bir şehirde küçücük bir çevreye hapsedildiğimizi algılamak zor olmadı. Hayatım; okul, lojman ve orduevi üçgenindeydi. Dışarıdan gelen memurlar ve askerler için hayat zordu bu şehirde. Okul müdürümün önyargılı konuşmasını hâlâ hatırlarım ve geçirilmesini istediği öğrencileri haksızlık olacak gerekçesiyle geçirmediğimiz için öğretmenler kuruluna “Def olun, gidin!” deyişini de. Ettiği hakareti sindiremeyip Milli Eğitim Müdürlüğüne gidişimizin boşunalığı da hatırımda.
Öğrencilerim çok tatlıydı ama… Sıcacık, saf ve temiz… Evimin yakınlarındaki çöp kutusunda buldukları sınav sorularının müsveddesini sınav öncesinde bana getirip teslim edecek kadar temiz çocuklardı. Bazıları eksi kırklarda bile yalınayak, başı kabak gelirlerdi okula. Adlarının ilginç oluşu nedeniyle hatırımda kalan Azer ve Baycan kardeşler ve diğer öğrencilerim, otuzlu yaşların sonlarında nasıl bir hayat hikayesinin içindeler acaba?
Yunus, Mahmut, Tuncer adlı üç kafadarın kurduğu YUMATU adlı şirketin ürünlerini Japon malı diye aldığı için arkadaşları arasındaki adı YUMATU Cüneyt kalan gencecik teğmenin Tendürek’in kaderi gibi kapkara volkanik kayalarında şehadeti; Asker hastanesinin Acil’ine gelen o ağır yaralı askerin şehit olduğu haberi, hayatımızın geri kalanında hep hüzün ve acıyla hatırlayacağımız yürek ağrılarımızdan oldu.
Komutanıyla konuştuktan sonra odasına dönüp kolundaki saati sonsuza kurarak beylik tabancasıyla şakağına sıkan Gülhan Üsteğmen; hastanede altı gün can çekişmiş, yedinci günde çekip gitmişti bu dünyadan, ailesinde ve bizde derin yaralar bırakarak. Yakın arkadaşımızdı, eşi oğlumun hemşire-ebe annesiydi. Ağrı’dan ayrılırken kamyona eşyalarımızı yüklemede bizzat yardım etmişti. Son gecemizi onun evinde geçirmiştik. Kızı Gamze dört yaşındaydı ve bana bebeğimin beslenmesiyle ilgili “Ona pilaf vey, emek vey ama emekin kıtıylı tayafından veyme ola? “ diye öğütler veren sevgili Gamze’nin hayat yolculuğuna eşlik etmekten vazgeçirecek neler yaşamıştı Gülhan Üsteğmen? Hiç unutmam, bir gün bize gelmişti; askılı pantolonu, konuşması ve tavırlarıyla öyle kibar, öyle centilmendi ki… Yola bakan çalışma odamızdaki mindere bağdaş kurmuştu. Kitaplardan falan konuştuğumuzu hatırlıyorum. Sonra da Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ını almıştı benden. Ah Gülhan, sen de bir tutunamayandın. İçimizde hiç kapanmayan bir yürek yarası, bir tutunamayan olarak kaldın.
Hayatımın en önemli şehri; dönüm noktam, bana bir oğul vererek canıma can katan bu şehri yirmi beş yıldan sonra bir kez daha ziyaret ettik. Bu kez yolculuğumuz yirmi dört saat değildi, artık bir havaalanı var; İstanbul’dan kuş uçuşu iki saat. Kömür isli lojmanlar aynı, sadece biraz daha sönük sanki… Bazılarının camlarında gazete kağıdı… Yaşam belirtisi yok gibi… Orduevi iyice tecrit etmiş kendini. Mecburiyet Caddesi trafiğe kapanmış, şehrin yollarında belediye otobüsleri ve duraklar… Yedi aylık bebeğimin, karıncaları meraklı bir gözle izlediği Tayyare Meydanı da değişmiş. Murat Çayı’nın kıyısında modern apartmanlar boy vermiş. Çocuk parkları da var sağda solda. Ama sokaklarında hâlâ ışkın ve Van Denizi’nden (onlar öyle diyor) getirdikleri balıklar ve balıklarla gelen martılar var… Geçmişten gelen Şahin Export, Ceylan Kırtasiye bir de… Devlet Hastanesi ve Asker Hastanesi yıkılıp yok olup gitmiş. Tıpkı benim gençliğim, otuzlu yaşlarım gibi…
Kalan, sadece bir yürek ve düş Ağrı’sı…