İnsanın burnunun dibindeki güzellikleri görmesi için yılların geçmesi gerekiyor bazen. Yaşadığım şehre iki buçuk saatlik bir mesafede ama yirmi yıl önce Anadolu Üniversitesine yaptığım bir ziyareti ve Ankara yolculuklarında, küçük kasaba garajlarından biraz hallicene otogarında verilen molaları saymazsam Eskişehir’i ilk kez gördüm.
Evet, bu şehrin içinden şiir geçiyor. Çünkü bu topraklar, Yunus Emre’nin doğduğu topraklar… Çağlar boyunca hayatı hakkındaki bilgilerle değil; şiirleriyle yaşamış, Anadolu halkı tarafından çok sevilmiş, benimsenmiş, “Gelin tanış olalım, İşi kolay kılalım, Sevelim sevilelim, Dünya kimseye kalmaz” diyerek insanları sevgiye, birlik ve beraberliğe çağıran Koca Yunus’un topraklarından geçmez de şiir başka nereden geçer?
Bu şehrin içinden şiir geçiyor. Çünkü bu şehir, Cemal Süreya’nın yeni evliyken ve Eskişehir Vergi Dairesinde staj yaparken aşık olduğu; o, adını kimseciklere demediği “acıların adını ağustos koymalılar” diyerek kendi aşk acısını Üvercinka olarak adlandırdığı şiirlerinin de doğumuna tanıklık etmiş. Sadece ilk kitabı Üvercinka değil Nehirler Boyunca Kadınlar Gördüm şiiri de Eskişehir’den beslenmiş.
“Porsuk nehrinin geçtiği kadınlar
Hepsine yüzer kere *rasladım en azdan
Hepsi de bir şarkı edinmiş kendine” Sadece kendine bir şarkı edinen kadınlar yok bu şehirde, bir de kendisine şiirler yazılmış şiirli kadınlar var. İşte yine aynı şiirinde:
“Benim asıl bir *Sıdıkam vardı bu Eskişehir’de
Şimdi bıyıklı bir *assubayın karısı” diyerek andığı Sıdıka, Üvercin-ka olabilir mi?
Bu şehrin içinden, şehre bir Orta Avrupalı havası vererek bir de nehir geçiyor. Hem de tam kalbinden… Adı Porsuk. Şehir, Porsuk’un akışına ayak uydurmuş, yavaş, sakin, uysal… Ne de olsa Yunus’un sükuneti sinmiş buralara… Açık, aydınlık, güler yüzlü insanların memleketi olduğunu otogarına adım atar atmaz hissettiriyor. Otogardan üç vagonlu tramvaya bindiğimizde de hissettim bu duyguyu. Binip inerken ne kadar kalabalık olursa olsun itiş kakış yaşanmıyor tramvayda. Gençler örneğin, yaşlılara karşı çok saygılılar, boş yer olsa bile oturayım demiyorlar.
Anadolu’nun en önemli kavşak noktalarından biri Eskişehir. Ülkemizin Anadolu’ya açılan kapısı… Hızlısı, yavaşı bütün trenler buradan geçiyor. Bir de lokomotif fabrikası var. Eskişehir, hem askerî hem de sivil havacılığın merkezi durumunda. Ülkemizin tek uçak motor fabrikası ve havacılık okulu bu ilimizde. Çarşıda gezerken üzerimizden geçen jetin sesiyle irkilip gayriihtiyari gökyüzüne baktık. Meğerse uçak geçerken kafasını kaldırıp gökyüzüne bakan biri, bu şehre yeni gelmiş demekmiş. Bir kişinin Eskişehirli olup olmadığını bu davranışından anlamak mümkünmüş.
Dedim ya kavşak noktası diye, ekonomik yapıyla birlikte sosyal kurumlar da gelişmiş burada. En büyük payı alan da eğitim olmuş. Eskişehir’deki okur yazarlık oranı, Türkiye ortalamasının çok üstünde. Şehirde iki büyük üniversite olmasından dolayı 2016 verilerine göre 63.601 üniversite öğrencisi var. TÜİK’in 2017 verilerine göre ilin nüfusunun 860.920 olduğu göz önünde tutulursa şehirde yaşayan her on üç kişiden biri üniversite öğrencisi. Kocaman bir üniversite yerleşkesini andıran Eskişehir, metropol kentlerin dışında iki üniversiteye sahip tek Anadolu kenti olması özelliğiyle eğitim ve bilim kenti unvanını hak ediyor.
Tüm çağların en zengin kralı, hani çok zenginleşip güçlenmeye başlayınca tanrılar tarafından “dokunduğu her şeyin altına dönüşmesiyle” cezalandırılan, bir başka efsaneye göre de Tanrı Apollo tarafından cezalandırılarak kulakları “eşek kulağına” çevrilen Frigyalı Midas’ın, Osmanlı Devleti’nin fikir babası Şeyh Edebali’nin, fıkralarıyla hepimizin tanıdığı bir halk filozofu olan Nasrettin Hoca’nın yaşadığı bu topraklar çok zengin bir kültürü ve kadim bir tarihi barındırıyor.
Eskişehir topraklarında Taş Devri’nden günümüze sayısız kültür yaşamış. Yöredeki ilk yerleşim, M.Ö. 3500 yıllarında Şarhöyük çevresinde gerçekleşmiş. M.Ö. 1200 yıllarında Friglerin egemen oldukları bu topraklar, 7. yüzyılın ilk yarısında Kafkasya üstünden gelen Kimmerler’e evsahipliği yapmış. Kimmerler’den sonra Lidyalılar, daha sonra Araplar gelmiş buralara. Bizans ve Arap savaşları Seyyid Battal Gazi Destanı’nın doğmasına neden olmuş. Kendisi de bir Eskişehirli olan Cüneyt Arkın, Battal Gazi filmleriyle Yeşilçam sinemasında ününe ün katmamış mıydı?
1074’te Türklerin eline geçen Eskişehir, Osmanlı İmparatorluğunun beşiği ve doğu seferleri yolu üstünde önemli bir geçiş noktası haline gelmiş. 15.yüzyılın sonunda II. Bayezit ile Cem Sultan arasındaki taht mücadelesine de tanıklık eden Eskişehir, Fatih Sultan Mehmet’in ilk zamanlarına kadar Ankara Beyliği’ne bağlı bir sancak, 1841 yılından itibaren Hüdavendigâr yani Bursa eyaletine bağlı bir şehir iken 1925 yılında il olarak kendi kimliğini kazanmış.
Birinci ve İkinci İnönü Savaşları ile Kütahya-Eskişehir Muharebelerinin gerçekleştiği yer olan Eskişehir, Türk’ün kurtuluş mücadelesinin canlı tanığı olarak tarihe adını yazdırmış. Atatürk’ün, Cumhuriyet’in ilanından sonra yaptığı yurt gezilerinde İstanbul’dan sonra en çok ziyaret ettiği şehir burası. Tam yirmi iki kez gelmiş Eskişehir’e. En son geldiği tarih 1938’in Ocak ayı. Bu son ziyaretinde kendisini garda karşılayanlarla üç saat görüşmüş. Bu görüşme esnasında daha önce isteği üzerine şehre getirilmiş olan “Kalabak” suyuna “Atatürk Suyu” adının verilmek istenmesi üzerine “Tabiatın vermiş olduğu bir nimetin sahibi olmak isteği ve iddiasında hiçbir zaman olmadım.” diyerek hem o dönemdeki hem de günümüzdeki idarecilere gereken dersi vermiş. Tabii anlayana!
Eskişehir’de bulunduğumuz kısa süre içinde her yeri, her şeyi görmek mümkün olmadı. Sadece Odunpazarı’nı gezmek zamanımızın büyük bölümünü aldı diyebilirim. Her sokağında başka güzellikler bulduğum o tarihi Odunpazarı evlerine bakmaya doyamadım. Hızımızı alamayıp o donduran ayazda Şelale Park’a kadar yürüdük. Yokuş çıkmak zorlasa da yol boyunca şahane sonbahar manzaralarına tanık olduk. Şelale Park’ta içtiğimiz çay eşliğinde yorgunluğumuzu atarken Eskişehir’i tepelerden görme fırsatını da elde ettik.
Müze ziyaretleri de gezimizin vazgeçilmez bir parçası oldu. Çağdaş Cam Sanatları Müzesi, Ahşap Eserler Müzesi ve tabii Yılmaz Büyükerşen Balmumu Müzesi’ni de gezdik. Atlıhan El Sanatları Çarşısı’ndan lületaşından yapılmış hediyelikler aldık. Buraya kadar gelip çi börek yemeden dönmek olur mu, Odunpazarı’ndaki Kırım Çibörek’te de bir yemek molası verdik.
Bazen evdeki hesap çarşıya uymayabiliyor. Kentpark, TCDD Müzesi, Masal Şatosu, Sazova Parkı’nı gezmeye zamanımız yetmedi. En çok merak ettiğim ve bir zamanlar filmini izlediğim, ülkemizin ilk yerli otomobili “Devrim” arabasını da göremedim ne yazık ki…
Ama içinden nehir, yüreğinden şiir geçen bu şehri sevdim doğrusu. Tıpkı Arif Nihat Asya’nın dizelerindeki gibi…
“Nazlarda dilek vardı, edalarda sihir
Sevdim seni her şeyinle ey Eskişehir!
Gül gibi tüten akşamla ne şahaneydi
Ufkunda duman dağları, koynunda nehir!”
Kasım 2018
1 Enver Behnan ŞAPOLYO Turizm Mecmuası, Eskişehir Özel sayısı 1967 Yıl : 10 Cilt : 10
2 http://www.eskisehir.bel.tr