İNCELİKLİ DUYGULARIN KİTABI “GECE SÜTÜ”
Şeyda Apaydın’ın ilk öykü kitabı “Gece Sütü”nde yer alan ilk öykü “Damla Sakızı”, onu ve dolayısıyla onun kalemini tanımama vesile olan öyküdür. Ödüllü bir öyküydü. Bahçelievler, Tunalı, Sıhhiye Köprüsü ve fıskiyelerden yükselen suyunda zarif, beyaz kuğuların yüzdüğü Kuğulu Park’ıyla bir Ankara öyküsü… Beni başkentli bir yazarın kalemiyle tanıştıran bu öyküde Apaydın’ın sadece dili kullanışından, gözlem yeteneğinden değil; okuru ters köşe eden kurgusundan da çok etkilenmiştim.
“Şeyda Apaydın, insanın karanlık tarafını aydınlığın içindeki sözcüklerden aldığı elle yazıyor. Öykülerinde, emniyetli gördüğümüz hayatlarımızın aslında ne kadar çabuk alt üst olabildiğini, tekinsizliğin en güvendiğimiz mekânlarda dahi kol gezebildiğini fısıldıyor kulağımıza. Kalemi alabildiğine sakin. Acele etmeden, gerilimi tırmandıran kahramanlarının tuzağına düşmeden tane tane anlatıyor. Şeyda Apaydın, bu ilk kitabında, iyi bir hikâye anlatıcısı olduğu kadar, titiz bir dil işçisi olduğunu da gösteriyor. Anlatmaktan ve yazmaktan başka bir gayesi olmadığını da… İyi bir öykücünün sesini duyacaksınız bu ilk kitapta. Okurken daha pek çok iyi kitabın habercisi olduğunu da unutmadan.” Abdullah Ataşçı’nın yazdıkları, kitabın kapağını açıp içeriye girecekler için çok değerli bir ipucu niteliğinde…
“Gece Sütü”nün içinde on beş öykü yer alıyor. “Damla Sakızı”, “Tahterevalli”, Artık”, “Rüya Çanı”, “Yanık Kokusu, “Lotus”, “Neyin Peşindesin?”, “İstinat Duvarı”, “Pinokyo’nun Uyarısı”, “Gelincik”, “Öksüz Bavul”, “Baston”, “Gece Sütü”, “Katalog”, “Alçı” adlarını taşıyan öykülerin hepsi de sokağı, caddesi, bulvarı ve tabii insanıyla Ankaralı…
“Damla Sakızı”nın kahramanı, eski bir evde eskimiş hayalleriyle yaşayan ve yalnızlığına kendince bulduğu bir yöntemle katlanan emekli hakîm Beyhan Hanım, kendisine engel çıkaran kendisini geride bırakarak bir yolculuğa çıkmak ister. Damla sakızlı kahvenin mest eden kokusunun sindiği bu öykü, kimsenin arayıp sormadığı yaşlı bir kadının yalnızlığının öyküsüdür ama yine de Kuğulu Park zarif beyaz kuğularıyla, Tunalı Caddesi şarkılı kalabalığıyla, AŞTİ ve Ankaray “yüzlerinde başka şehirlerin izleri, üstlerinde başka yerlerin kokularını taşıyan” insanlarıyla girer öyküye ve yerleşir kalır orada… Yazarın hüzün ve yalnızlığın bir elbise gibi giyildiği bir mevsimin kapısına benzettiği eylül ayında ve keder yüklü sokaklarda…
“Sonbaharın geçkin ama güzel bir kadın gibi salındığı” Tahteravalli öyküsünde radyonun sesi evi okşar; bulutlar, özlenenlerin kılığına girerek gökyüzünde resmigeçit yapar. Günlük defterleri ise çocukluğun, ilk gençliğin müebbet hapse mahkûm olduğu hapishaneler, bazen de geçmişin üst üste gömüldüğü mezarlar gibidir. Anlatıcı, müebbete mahkûm ettiği günlüğünü açmaya karar vermiştir, çünkü öykünün kahramanı Naif’i özgürleştirme isteğindedir. Anne babasının biçtiği yaşamın sınırlarına hapsolmasın diye Naif’e başka bir hayatı seçenek olarak sunmak istemektedir. Böylelikle Naif; sevdiklerinde diretecek, sevmediklerine hayır diyecek gücü kendinde bulacak; yanlışa değil doğruya odaklanacak; korkmayı değil, sevmeyi seçecektir. Ailesinin düşlerini değil, kendi düşlerini gerçekleştirecek; anlatıcının düşlediği senaryoda Naif, bambaşka bir hayatın kahramanı olacaktır. Birçok insanın, başkaları tarafından çizilmiş sınırlar içinde yaşamaya mahkûm olduğunu düşündüğümüzde bu, çok anlamlı bir çaba olarak görünse de bir okur olarak başka bir ikilemin içinde buluyorsunuz kendinizi. Çünkü çocuğu ailenin çizdiği hayatın içinden çekip çıkararak ona başka bir hayat, başka bir isim vermek de aslında yine o çocuğu birtakım sınırların içine mahkûm etmek değil midir? Belki de yazarın, sormamızı ve sorgulamamızı istediği de budur.
Damla Sakızı’ndaki yalnız evin, küçük Naif’in evlerinin bahçesinde oynadığı Tahterevalli’nin ardından “Artık” öyküsünde yolumuz bir AVM’ye düşüyor. Öykünün kapısındaki betimlemelerden belli ki Ankara’nın ayazındayız ve “küçük mutluluklar arayan, yaşamın yükünden yorulan ve ruhu üşüyen, kendinden kaçan herkes” gibi biz de büyük bir alışveriş merkezine sığınıyoruz ve zincir restoranların yer aldığı yemek katında yazarın oturduğu masaya ilişiveriyoruz. Yemek kokularının parfüm kokularına karıştığı ve “herkesin birbirine yabancı olduğu bu cam kubbeli büyük sofrada” otururken, yazar bize duyarlı kaleminin ucuyla, yemek masalarını temizleyen ufak tefek bir kadını işaret ediyor. İşte o andan itibaren kadının yaşam mücadelesine odaklanıyor, hayatın herkese niye eşit davranmadığını sorgularken buluyoruz kendimizi.
Gece Sütü’nün dördüncü öyküsü “Rüya Çan”ı; yalnızlık, anlaşılamamak ve aile bireyleri arasındaki sessiz şiddet teması üzerine kurulmuş. “Kayıp ruhunu arayan” Mehmet’in hüzünlü öyküsü bize hiç de yabancı gelmiyor. Öyküye ad olan “Rüya Çanı”, güçlü bir imge olarak çıkıyor karşımıza. Öykünün çıkışında, Özdemir Asaf’ın “Yalnızlık paylaşılmaz / Paylaşılsa yalnızlık” olmaz dizeleri düşüveriyor aklımıza…
Rüya Çanı’nın tıngırtısı kulaklarımızda henüz dinmemişken, Şeyda Apaydın, “Yanık Kokusu”nda bambaşka bir öyküyle şaşırtıyor bizi. Öykü, nedeni bilinmeyen bir “koku” üzerine kurulu diyebiliriz. Evdeki kokunun nedenini öğrenmek için bir çırpıda okuyup bitiriyoruz öyküyü… Yazarın sürükleyici kalemi sayesinde…
Sıradaki öykünün adı “Lotus”. Lotus, yağmur ormanlarında, bataklıklarda yetişen bir çiçek türü. Zihnin duruluğunu ve ruhun saflığını temsil eden bu çiçek, kitabın en güzel ve yoğun metaforlarından biri. Çünkü kirli ortamlarda yetiştiği hâlde temiz kalmayı başarabilmiş insanları temsil ediyor, öykünün kahramanı Gamze gibi…
“Neyin Peşindesin?” öyküsüyle Ankara sokaklarında sesin ses, nefesin nefes içinde yitip gittiği bir otobüs yolculuğuna çıkıyoruz. Hava ayaz mı ayaz… Otobüs tıka basa dolu. Şeyda Apaydın, bu öyküde yanındaki koltuğa oturtuyor bizi, o telaşsız kalemi ve gazeteciliğinden gelen gözlem gücüyle tanımadığımız insanlarla birlikte yolculuğa çıkarıyor.
Temizliğin ve saflığın sembolü mis kokulu lotus çiçeğinden sonra karşımıza ferahlatan kokusuyla frezya çıkıyor. Sadece ilkbaharda çiçekçilere kısa bir süreliğine konuk olan Frezya; genellikle gelin buketlerinde kullanılıyor. Huzuru, yeniliği, neşe ve dostluğu simgeliyor. Bu açıdan baktığımızda anlatıcının da kendi içsel huzurunun peşinde ilkbaharı solumak istediğini düşünmemiz mümkün…
“İstinat Duvarı”nda yazar, postmodern edebiyatın metinler arasılık özelliğinden yararlanmış. Madam Ortans’tan söz ediyor çünkü. Madam Ortans, ünlü Yunan yazar Nikos Kazancakis’in “Zorba”sında roman kahramanı Aleksi Zorba’nın “Bubulina’m” diye seslendiği Fransız kökenli ev sahibi ve sevgilisidir. Okuyanlar bilir, bu yaşlı dulun ölüm sahnesi çok trajiktir. Madam Ortans, ölüm döşeğinde can çekişirken, köylüler onun gözünün önünde evini yağmalamaktadırlar. İstinat duvarıyla birlikte ölmeye mahkûm edilen elma ağacının mahalleli tarafından yağmalanması arasında kurulan bu bağ, bir okur olarak beni derinden etkiliyor ve yaralıyor.
“Pinokyo’nun Uyarısı” öyküsünde, anlatıcının çıktığı düşsel yolculuktayız. Bu kez, öyküde yaz mevsimindeyiz ama içimiz kışta… Anlatıcı, ana karadan ayrılan bir gemi içinde… “Kavgaları, anlamsız mücadeleleri, unutulmuş güzellikleri, uykusuz geceleri, rüzgârların fısıldadığı şarkıları ve sarsıcı fırtınaları” geride bırakarak bir yolculuğa çıkıyor. Bu yolculuk, bana Yahya Kemal’in “Sessiz Gemisi”ni anımsatıyor.
Artık demir almak günü gelmişse zamandan
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil, ne de bir kol.
Öykünün kahramanı, henüz hayatla ödeşememişken ana karadan uzaklaşmak zorunda kaldığını düşünmektedir. Ana karadan ayrıldığını düşündüğü bu bir türlü geçip gitmeyen zamanda atı Rosinante’nin üzerinde yel değirmenlerine doğru ilerleyen Don Kişot, Don Kişot’un şiirini yazan Mavi Gözlü Dev, resmini yapan Picasso da kahramanımıza eşlik ediyorlar.
“Gelincik” öyküsü, “İstinat Duvarı” ile “Öksüz Bavul” arasında bir gönül köprüsü kurmuş gibi… En azından bana öyle geldi. Çünkü öykünün kahramanı kendisini, direnmeye çalışan yıkık bir duvara benzetiyor. Bir sekoya ağacı gibi içten içe yanan bir anne ile üzerine gelen tüm yüke karşın direnmekten vazgeçmeyen kızının öyküsü bu. Bir tür iç hesaplaşma veya “vazgeçiş ile vazgeçişten vazgeçiş”in öyküsü… Sekoya ağacı, öykünün en kuvvetli imgelerinden biri… Uzak ülkelerin ağaçlarından olan sekoya, dünyadaki en kalın kabuğa sahip, bu yüzden de içindeki yangını kimse anlayamıyor tıpkı öyküdeki kızın annesi gibi…
Yazarın en sevdiğim yönlerinden biri de, öykülerine mutlaka imgesi çok güçlü çiçekler ve ağaçlar yerleştirmesi. Bu nedenle her öyküsü çiçek kokuyor. Bu öyküsünde de hanımeli, mis kokusuyla bizi mest ediyor. Kokusu olmasa da güzelliği ve zarafetiyle göz dolduran gelincik de gelip yerleşiyor satırların arasına. Gelincik, narin bir çiçek. Bu yönüyle, gelincik ile hayata tutunmaya çalışan, kendini bagaj bandında dönüp duran sahipsiz, öksüz bir bavul gibi hisseden kırılgan genç kız arasında bu yönden kuvvetli bir bağ kurmak da mümkün oluyor.
“İçimdeki bahar, gözlerini kaçırdığında bitti.” şeklinde çarpıcı bir cümleyle başlayan “Öksüz Bavul” öyküsü, bir çiftin “sessiz film oynar gibi” yaşadığı eve “başka sesler, başka kokular, başka başka baharlar” taşımasını anlatıyor. Daha doğrusu, taraflardan birinin diğerinden vazgeçişini ustaca anlatan duyarlıklı bir öykü bu. Havaalanındaki bagaj bandında dönüp duran öksüz bir bavuldan yola çıkan…
“Baston” öyküsü; düşlerini, hayallerini kaybettiği için çevresindeki herkesi bakışları, sözleri, davranışlarıyla tedirgin eden, hırçın ve huysuz bir baba ekseninde yaşamın başka bir yüzünü sorguluyor.
Kitaba adını veren “Gece Sütü”nü küçük bir çocuğun günlüğünden okuyoruz; karanlıkla aydınlığın, masumiyet ile huzur görüntüsünün ardındakileri anlatan bir öykü bu. Çocuğun, defterine verdiği isim, bana Portekizli yazar José Mauro de Vasconcelos’un çok severek okuduğum her yaşın kitabı Şeker Portakalı’nın minik kahramanı Zeze’yi çağrıştırıyor. Gece Sütü’ndeki küçük çocuk, defterine “Zuzu” diye sesleniyor. Zuzu, sözcüğünü başka türlü de seviyorum aslında. Çok sevdiğim bir dostumla birbirimize “Zuzu” diye hitap ediyoruz. İşte belki de bunların etkisiyle öyküdeki çocuğa daha bir ısınıyor içim… Anne baba ve küçük bir çocuktan oluşan bu ailenin öyküsünde Abdullah Ataşçı’nın sözlerini anımsamak gerekiyor sanırım. Çünkü Şeyda Apaydın, “tekinsizliğin en güvendiğimiz mekânlarda dahi kol gezebildiğini fısıldıyor” bize.
“Katalog” öyküsünde yolumuz bir kuaför salonuna düşüyor. Üzerinde bahar çiçeklerinin kokusunu taşıyan yaşlı bir kadın, öykümüzün kahramanı oluyor bu kez de… Saçlarında geçen zamanın izlerini bulduğumuz gri döpiyesli, gri gözleriyle renksiz gibi duran bir kadın bu… Oturduğu koltukta saç renklerinin yer aldığı bir kataloğa bakmaktadır. Şeyda Apaydın’ın en sevdiğim öykülerinden biri olan “Katalog”, bir yaşam boyu değişen saçlarımızın renklerinde yaşamın evrelerini sorguluyor ve bizi en sonunda bir güvercin kanadında parıldayan siyahın içindeki griler, yeşiller, morlara konduruyor.
“Alçı”da, yalnız yaşayan yaşlı bir kadının bazen gülümseten, bazen hüzünlendiren ve sonunda da okuru şaşırtan öyküsü yer alıyor. Baştan sona merakla okuduğumuz gerilimi yüksek bu öykünün sonunda kitabın kapağını kapattığımızda, Abdullah Ataşçı’nın “İlk kitap, ilk göz ağrısı… Sonrası da gelecek biliyorum. Yeni öykülerin şimdiden ayak seslerini duyuyorum.” cümlesi geliyor aklımıza.
Ünlü yazar Gabriel Garcia Marquez; en beğendiği kitabının ilk kitabı Yaprak Fırtınası olduğunu, çünkü yazdığı birçok metne bu kitabın kaynaklık ettiğini; Jorge Luis Borges de yazdığı altmışa yakın kitabın, ilk kitabı “Fervor de Buenos Aires” kitabından çıktığını söyler. Ben de yeni öykülerinin ayak seslerini çoktan duymaya başladığım Şeyda Apaydın’ın bundan sonra gelecek kitaplarına, ilk göz ağrısı “Gece Sütü”nün kaynaklık edebilecek nitelikte bir kitap olduğuna yürekten inanıyorum.