Cumhuriyet Dönemi Türk şiirinin hazırlanmasında önemli katkıları olan “Beş Hececiler” topluluğunun en ünlü isimlerinden Faruk Nafiz Çamlıbel, “Sanat” adlı şiirinde Anadolu’ya, dolayısıyla kendi kültürel mirasımıza dikkat çeker ve evrensel değerlere giden yolun kendi değerlerimizi fark etmekten ve önemsemekten geçtiğini dile getirir. Kendi öz değerlerinden kopmuş, millî değerlerine ilgisiz ve kayıtsız Batı taklitçilerine seslendiği şiirinin son dörtlüğünde,
“Başka sanat bilmeyiz karşımızda dururken
Yazılmamış bir destan gibi Anadolu’muz
Arkadaş, biz bu yolda türküler tuttururken
Sana uğurlar olsun… ayrılıyor yolumuz” diyerek kestirip atar.
Başka sanat bilseniz de bazen gördüğünüz nakış nakış işlenmiş bir yazma oyası, bir kilim veya halı motifi aklınızı başınızdan alabilir. “İşte bu bir sanat eseri” dersiniz. Uzun zaman da geçse unutmazsınız gördüğünüz o el emeği eseri… “Yazılmamış bir destan gibi” kalır aklınızda… Yaz beni, der. Anlat! İznik’te bir köy evinde gördüğüm duvar panosu da beni böylesine büyüleyen eserlerden biri oldu. O, bir kanaviçe değildi sadece, bir sanat eseriydi, bir tabloydu. Evin gelini işlemişti kanaviçeyi, büyükleri de çerçeveletip duvara asmışlardı.
Nâzım Hikmet’in Bursa Cezaevi’nde yattığı sırada arkadaş olduğu Müşküleli İbrahim Çalışkan’ın Nâzım adına diktiği çınar ağacının izini sürdüğümüz bir bayram gününde Çalışkan’ın yeğenine Tanrı misafiri olduğumuz evin salonuna girince gözüme ve gönlüme çarpan ilk şey, duvardaki büyük pano oldu. Hollanda Altın Çağı’nın ünlü ressamlarından Pieter Bruegel’in 1565’te çizdiği “Kardaki Avcılar”ına benziyordu biraz. Çünkü iki resimde de köpekler, ağaçlar, kuşlar, insanlar vardı. İkisi de bir köy manzarasını resmetmişti. Bruegel, köy yaşamının gerçekliğini yansıttığı resimleriyle yaşadığı döneme ayna tutmuştu. Gelin Hanım da fırça yerine iğne ve iplikle işlediği kanaviçe pano ile köyündeki yaşama ayna tutmuştu. Aslında köy evindeki kanaviçe pano ile Bruegel’in “Kardaki Avcılar”ı arasındaki en önemli benzerlik buydu.
Gelin Hanım, kış görüntülerini değil bahar mevsimini işlemişti. Yeşil, pembe ve mavi renklerin baskın olduğu tabloda huzur vardı. Mavi sularında yüzen ördekleri, Venedik gondollarına benzeyen teknedeki balıkçısıyla resmedilen göl, İznik Gölü’ydü büyük ihtimalle… Gölün hemen üzerinde yer alan yeşillikler içindeki pembe ve mavi renkli evler de Müşküle’ye ait olmalıydı… Gelin Hanım, elinde fırça niyetine tuttuğu iğnesiyle, kıvırcık saçlı Amerikalı ressam Bob Ross gibi evlerin arkasına pembe çiçekler açmış mutlu ağaçlar ve rengarenk kelebekler yerleştirmiş; köyün ve gölün sınırlarını siyah renkle çok zarif bir şekilde belirlemişti. Köyün ve gölün sınırlarını bu şekilde süslemesi, yaşadığı köyü sevdiğini gösteriyordu ve bu köy, onun rengarenk hayallerini besleyen dünyasıydı.
Evlerin pencereleri, çamların tepeleri ve birkaç kelebeği saymazsak, sarı rengi güneşte ve panonun sağ üst köşesine konumlandırdığı okulda kullanmıştı Gelin Hanım. Yaşam kaynağı güneşin rengi olan sarıyı, aydınlatıcı özelliğiyle okula mı uygun görmüştü acaba? Nasıl ki güneş bizim vazgeçilmezimiz ise okulun da vazgeçilmezimiz olduğunu mu anlatmak istemişti? Güneşin hemen altına konumlandırdığı dokuz adet çam ağacını da toprağından ayırmamıştı. Çünkü köylü için toprak da güneş ve su kadar vazgeçilmezdi.
Bahar mevsimi, köylerde işlerin yoğunlaştığı mevsimdir. Evlerde kimse bulunmaz. Gelin Hanım’ın işlediği panoda insanlar, ev dışında. Biri gölde balık tutuyor. Diğeri kuyudan su çekiyor, büyük ihtimalle okul tatil olmuş ki sağ alt köşedeki çocuk, eşeğini otlatıyor. Yüzünü okula dönmüş olan kız çocuğu, flüt veya kaval çalıyor. Köpeği dikkatle dinliyor onu. Eğer buradaki figürleri bir ailenin bireyleri olarak düşünürsek; kuyu başındaki anne olmalı, elindeki bastonuyla koyunların peşine düşen de baba…
Faruk Nafiz Çamlıbel, Anadolu’nun yazılmamış bir destana benzettiği sanatını görmüştü ve farklı kültürlerin etkisi altında yaşayan insanların estetik zevklerinin de farklı olacağını “Sanat” şiirinde dile getirmişti. Haklıydı. Her ne kadar Batı sanatına aşina olsam da Gelin Hanım’ın binbir emekle ve kim bilir hangi hayallerle işlediği tablo, beni Bruegel’in resimleri kadar etkilemişti. Bu tablo, neşeli köy türküleri gibi mis gibi toprak ve insan kokuyordu. Çünkü bu tabloda “yazılmamış bir destan gibi Anadolu” vardı…