“Arundhati Roy, İngiltere’nin en saygın edebiyat ödülü olan Booker Ödülü’nü 1997 yılında Küçük Şeylerin Tanrısı adlı romanıyla aldı. Lirik bir dille, şiirsi bir anlatımla, bir söz-büyücü gibi kullandığı sözcüklerle, yasak bir aşkın çökerttiği bir ailenin soluk kesen dramını anlattı. Varlıklı bir Hindu ailesinin güzel kızı Ammu, ailesinin yanında çalışan bir işçiye aşık olur. Önüne geçilmez, kural tanımaz, tutkulu bir aşkla bağlanırlar birbirlerine. Oysa genç adam Dokunulmazlar sınıfındadır, toplumun en alt kademesinden. Sonu olmadığını bildikleri bu aşkta Küçük Şeyler’le yetinirler, geleceği düşünemezler. Genç kadının ayrıldığı kocasından olan biri kız, biri erkek ikiz çocukları bu aşkın doğal tanıklarıdır. Olaylar, birbirinden ayrılmayan bu çift yumurta ikizlerinin çevresinde döner, kızın gözüyle anlatılır. Arundhati Roy, geriye dönüşlerle örüyor kurgusunu ve beklenmedik, dehşet verici sona ulaştırıyor. 1960’lı yılların sonunda, Hindistan’ın güneyinde geçen bu öyküde, arka planda İngiltere’den bağımsızlığını yeni kazanmış, siyasal çalkantılar içindeki bir Hindistan’ı, Kast Sisteminin ürkütücü koşullarını ve toplumsal tabuları buluyoruz…”
The God of Small Things adıyla yayımlanan İngilizce aslından çevirisini İlknur Özdemir’in yaptığı Küçük Şeylerin Tanrısı’nın tanıtımı, Can Yayınları’ndan çıkan kitabın arka kapağında bu şekilde yapılmış. New York Times, “göz kamaştırıcı bir ilk roman“; Kanada’daki Toronto Star ise “yemyeşil, büyülü bir roman” olarak nitelendirmiş Küçük Şeylerin Tanrısı’nı. Amerika kıtasındaki değerlendirmeler bu minvalde iken, İngiltere’de BBC News’in 2019’da en etkili 100 Roman Listesine giren bu roman, aldığı Man Booker Ödülü nedeniyle tartışmalara da yol açmış.[1]
“Wikipedia”nın yazdığına göre Man Booker Ödülü, dünyanın en saygın edebiyat ödüllerinden biri. Bu ödül, İngiliz vatandaşları ile İrlanda Cumhuriyeti vatandaşlarının İngilizce olarak kaleme aldıkları eserlere veriliyor. Yazarımız Arundhati Roy, Hint vatandaşı bir aktivist. Özellikle, küreselleşme ve savaş karşıtı eylemlere önderlik eden, 2005 Haziran’ında İstanbul’da toplanan Irak Dünya Mahkemesi’nde Vicdan Jürisi Başkanlığı’nı üstlenen bir insan… İngiltere’nin sömürgesi olan bir ülkede doğmuş ve kitabında da bu konuyu işlemiş bir yazarın, bir entelektüelin; bu romanı İngilizce yazmasını ve kendisini verilen Booker Ödülü’nü kabul etmesini doğrusu garip karşıladım. Keşke bu ödülü kabul etmeseydi.
Arundhati Roy, her okurun kafasında bir görüntü olduğu ve bunun tek bir filme bağlanarak kısıtlanmasını istemediğinden romanın filme çekilmesini reddetmiş. İyi de etmiş çünkü okuyucu hayal ediyor, seyirci ise kendisine sunulanla yetinmek zorunda kalıyor.
Küçük Şeylerin Tanrısı, dört yılda yazılmış; 1996 doğumlu… Yirmi bir bölüm başlığından oluşan romanın daha ilk cümlesiyle başka bir diyara gideceğinizin işaretini alır gibi oluyorsunuz. “Ayemenem’de mayıs, sıcak ve bungun geçer. Gündüzler uzun ve nemlidir. Irmak ufalır, kara kargalar sessiz, toz yeşili ağaçlarda, parlak mangolardan karınlarını doyurur.” Sıcak ve bungun bir mayıs ayı, nemli gündüzler ve parlak mangolar size uzak diyarların esintisini ulaştırıyor. Ayemenem’i merak ediyorsunuz. Hindistan’ın batısında, güney batısı demek daha doğru, Kerala’ya bağlı bir köy olan “Aymanam” “beş orman”[2] anlamına geliyormuş. Romanın ikinci paragrafında “muson”lardan söz ediliyor. Muson, yağıştaki değişimlerin eşlik ettiği mevsimsel bir “geri dönüş” anlamına geliyor. Rahel’in Ayemenem’e döndüğü gün, aslında geçmişine de döndüğü gün… Acaba diyorum, yazar, musonlarla Rahel’in geri dönüşü arasında bir bağlantı kurmak istemiş olabilir mi?
Yayınevinin yukarıya bir bölümünü aldığım tanıtım yazısında, ikizlerin anneleri Ammu ile bir Paravan, yani “Dokunulmaz” olan Velutha arasında tutkulu bir aşk olduğu ifade edilmiş. Bana pek öyle gelmedi, evet tutku var ama bu, aşktan ziyade tensel bir tutku… Çünkü başı sonu olmayan, birdenbire başlayıp sadece on üç gün süren ve bir trajediyle sonuçlanan bir tutku bu. “Dokunulmaz” denilen Paryalar[3], Hindistan’da kast sisteminin dışında kalanlar. Piramitin en altındaki Sudraların (pis işlerle uğraşan işçi ve köleler) bile altındalar. İnsanlığın en aşağı sınıfı olarak kabul ediliyor. Bu kişiler, fiziki olarak da dokunulmaması gereken kişiler. Hukuki olarak tanınmayan bu insanlar, köy ve kasaba dışında oturmak zorundalar. Zaten romanda da Velutha ve ailesinin köyün dışında, ırmağın karşı kıyısında, yazarın “Tarih evi” dediği yerde oturduğunu okuyoruz. İşte, kendisi kara derili ama adı “beyaz” anlamına gelen “Velutha” böyle biri. Bir Paravan yani bir “Dokunulmaz”… Son derece akıllı, mühendis kafasına sahip bir marangoz… Ipe ailesinin turşu fabrikasında çalışmakta. Yerel Komünist partisinin de üyesi.
Rahel ve Estha bana Bülbülü Öldürmek’teki Scout ve erkek kardeşi Jem’i hatırlattı. Gerçi Scout ve Jem ikiz değiller ama aslında iki romanda da iki küçük çocuk ve bu çocukları tek başına büyütmek zorunda olan bir anne/baba var. Bülbülü Öldürmek romanında Atticus, Küçük Şeylerin Tanrısı’nda Ammu… Birincisi baba, ikincisi anne. İki romanda da anlatıcı, kız çocukları. Scout’un ağzından Amerikan adaleti, eğitim sistemi, insanlar arasındaki eşitsizlik dile getirilirken; Küçük Şeylerin Tanrısı’nda insanlar arasındaki eşitsizliğin, ihanetin, ikiyüzlülüğün anlatıcısı Rahel oluyor. Çekilen acının rengi ve dili ayrı olsa da kötülük, eşitsizlik, adaletsizlik dünyanın her yerinde aynı…
Ammu, ikizleri Rahel ve Estha’nın yanında, Bebek Kochamma (Ammu’nun halası), Chacko (Ammu’nun erkek kardeşi), romanın diğer önemli karakterleri… Velutha’yı da unutmamak gerek tabii. Yoldaş K.N.M. Pillai var bir de, komünistlerin yerel lideri… Kendini asla açık etmeyen, bir bukalemun gibi dolaşan, girdiği kavgadan yara almadan çıkan… Ipe ailesi, üst sınıftan bir aile olduğundan bütün bireyler çok iyi İngilizce biliyorlar ve aile bireylerinden bazıları Amerika’da, İngiltere’de eğitim görmüşler. Chacko, Oxford mezunu örneğin. Hindistan’da üst sınıftan bir insan olarak saygı gördüğü halde, İngiliz eşinin orta sınıftan ailesi hor görülüp dışlanıyor.
Roman, Ammu’nun çocuklarıyla ilişkisi üzerinde de düşündürdü beni. Ammu, katı kuralları olan bir anne aslında. Henüz yedi yaşında olan Estha ve Rahel, bu kuralları ihlal ettikleri zaman annelerinin sevgisini kaybedecekleri endişesini yoğun bir şekilde yaşıyorlar. Rahel’in kendisini suçlu hissettiği ve annesinin sevgisini yitireceğinden korktuğu zamanlarda yüreğinin üzerine gelip oturan “Pappachi’ nin pervanesi” anne-çocuk arasındaki kaygan zemini gösteren önemli bir metafor aslında. Çocuklar, annelerin sevgisini kaybetme endişesini yaşamıyor olsalardı Chacko’nun İngiltere’den kısa bir süreliğine gelmiş olan kızı Sophie Mol yine de ölür müydü diye düşünmeden edemiyor insan.
Romanda olaylar, kronolojik bir akışı izlemiyor, ikizlerin yirmi üç yıl sonra yeniden birleştiği 1993 yılında başlıyor, kısmî geri (dönüşler), zaman atlamaları ile romanın ana olayının gerçekleştiği yıl olan 1969’a, yani ikizlerin yedi yaşına gidip geliyor. Olay örgüsü; kast ilişkileri, kültürel çatışmalar, sosyal ayrımcılık, kadına şiddet ve ötekileştirmenin getirdiği çatışma üzerine kurulmuş. Romanın başından sonuna işlenen bir başka unsur da ihanet… Sevgi, güven duyguları; masum veya kötü niyetli, bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde yerini ihanete bırakıyor ve bu durum romandaki karakterleri derinden etkiliyor.
Romanın dili çok başarılı… Tabii çevirinin başarısını da unutmamak gerek. Romanın büyük bölümünün Rahel’in bakışıyla anlatıldığı dikkate alındığında, kısa cümlelerin çoğunlukta olduğu görülüyor. Romanda hemen her bölümün sonunda bir leitmotiv kullanılmış.”Her şey bir günde değişebilir.” Yazar bu cümleyi her bölümün sonunda çivi gibi kafamıza çakıyor.
Çocuksu dilin anlatıya kazandırdığı masumiyet, içerikle yaman bir çelişki oluşturuyor olsa da çocukların tersten söyledikleri sözcükler ve “palindrom” olarak adlandırılan “Malayalam”, “Madam, I’m Adam” gibi baştan veya sondan okunuşu aynı olan sözcük veya cümleler, “Yaşlı kuşlar ölmek için nereye giderler? Ölenler neden taş gibi yere düşmezler?” gibi sorular, okuyucuyu çocukluğun masum dünyasına götürüyor.
Oxford’lu Chacko dayının ikizlere tarihsel bir bakış açısı verebilmek için yaptığı bir benzetme çok hoştu doğrusu. Chacko dayı, “dört bin altı yüz milyon” yani (4,54 milyar yıl) yaşındaki dünyayı 46 yaşındaki bir kadın olarak düşünmelerini istiyor. Dünya kadın, on bir yaşındayken tek hücreli organizmaların oluştuğunu, kırk yaşına geldiğinde de ilk hayvanların, solucanların, denizanası gibi yaratıkların ortaya çıktığını, dinozorların ortaya çıkışının Dünya kadının kırk beş yaşına denk geldiğini söylüyor ve diyor ki: “Bizim bildiğimiz kadarıyla insanlık tarihi, Dünya Kadın’ın hayatında ancak iki saat önce başladı. Çağımızın tarihinin tamamının, dünya savaşlarının, düşler savaşının, Ayda Yürüyen İnsan’ın, bilim, edebiyat, felsefe, öğrenme tutkusunun, Dünya Kadın’ın gözünü açıp kapaması kadar bir zaman içinde olup bittiğini düşünmek, huşu verici ve kibir kırıcı bir düşünce,” dedi Chacko “Ve biz, sevgili çocuklar, ne isek ve ne olacaksak; onun gözünde yalnızca bir parıltıyız.”
Bu yazı, daha ilk sayfada karşılaştığım “Beni büyüten, bana, başkalarının yanında sözünü kesmeden önce “Özür dilerim” demesini öğreten, beni, gitmeme izin verecek kadar seven, Mary Roy için.” cümlesinden söz etmeden bitmeyecek sanırım. Çünkü bu ithaf, beni çok duygulandırdı, çocuğunu çoook uzaklara gönderen bir anne olarak kendimi yazarın annesi Mary Roy’un yerine koydum bir an. Sözün ilkel bir kayık olup bir işe yaramadığı bu anda Arundhati Roy yetişti imdada, “Havayı, düşünceler ve söylenecek şeyler doldurdu. Ama böylesi zamanlarda söylenenler, yalnızca Küçük Şeyler’dir. Büyük Şeyler içeride söylenmeden kalır ve bekler.”
Dünya kadının gözünde bir parıltı mıyız gerçekten bilemiyorum, bu düşünce tartışılır. “Küçük Şeyler”den söz eden “Küçük Şeylerin Tanrısı”na gelince o, gerçekten de dünya edebiyatının gözünde bir parıltı olarak kalacağa benziyor.
Okumak isterim.
Değerli öğretmenim, size iletebilirim.