Size de olur mu, bazen okuyup bitirdiğiniz bir kitap, kafanızda bir türlü bitmez. Günlerce zihninizi meşgul eder. Patrick Süskind’in “Koku” adıyla dilimize çevrilmiş romanı da böyle kitaplardan. Sadece zihnimi meşgul etmekle kalmadı işte şu anda kalemimi de meşgul ediyor.
Patrick Süskind, 1949 Almanya doğumlu bir yazar. İlginç bir adam olduğu söyleniyor.[1]Kendisine verilen edebiyat ödüllerini reddeden ve insan içine çıkmaktan pek hoşlanmayan, bir adam… Münih, Paris ve Güney Fransa’da yaşıyormuş. Koku, Süskind’in ilk romanı. Bu roman, yazarına büyük bir ün kazandırmış. Kitap, hem “çok satanlar” hem de “uzun satanlar” arasında. Bugüne dek 33 dile çevrilmiş ve tam 8 milyon adet satılmış. Yazarının sinemaya uyarlanmasına uzun yıllar direnmesine rağmen, Alman yönetmen Tom Tykwer, Süskind’i nasıl ikna edebildiyse, roman sinemaya da uyarlanmış.
Koku, en son okuduğum kitaplardan biri. Demek ki, okumak için epey geç kalmışım. Gerçi, çok genç yaşlarda okusaydım üzerimde böyle bir etki bırakır mıydı, o da bu yazının sorularından biri olsun.
Roman, kurgusu ve vermek istediği mesaj yönünden oldukça etkili. Bir kere başında yazmalıyım ki eser, çok katmanlı. Ben bu tip kitapları çok seviyorum. Eştikçe altta başka bir katman beliriyor. Öylesine okuyup geçilecek kitaplardan değil. Koku, acımasız bir katili anlatıyor gibi görünse de aslında felsefî, sosyolojik ve ahlâkî boyutuyla daha çok ön plana çıkıyor.
Romanın konusu, 18. yüzyıl Fransa’sında geçiyor. Yazarın ilk cümlesi şöyle: “On sekizinci yüzyılda Fransa’da, dâhi ve iğrenç kişiler yönünden hiç de yoksul olmayan, bu dönemin en dâhi ve en iğrenç kişilerinden biri sayılması gereken bir adam yaşadı.” Daha ilk cümlede anlıyoruz ki yazar; kendisiyle, yarattığı kahraman arasına bir mesafe koymuş ve sanki bizi de uyarıyor. Aslında, Grenouille adını verdiği kahramana -ismin Fransızca’da “kurbağa” anlamına geldiği bilgisiyle hareket edecek olursak- bir “yaratıcı” olarak haksızlık yaptığı düşüncesine sahip oluveriyorum. Çünkü “kurbağa” sevimli hayvanlar kategorisinde değildir ve bizler bu hayvana karşı mesafeliyizdir. Belli ki isim bilinçli seçilmiş. Bu da kahramana -antikahraman olarak adlandırırsak daha iyi- mesafeli yaklaşmamız için ikinci bir işaret.
Yazarın verdiği işaretlerden bir diğeri de 18. yüzyıl Fransa’sı ile ilgili. Özetle söylersem, o dönemde kentlerde tasarlanamayacak derecede pis bir koku varmış. Caddeler gübre, avlular sidik, merdivenler çürümüş tahta ve sıçan yayı, odalar yağlı çarşaf, insanlar ter ve yıkanmamış elbise kokarmış. Irmaklar, kiliseler, meydanlar, köprü altları, saraylar bile kokuyormuş. Hatta kral yırtıcı bir hayvan, kraliçe de ihtiyar bir domuz gibi kokarmış. Ve bu kokunun en büyüğü de Fransa’nın en büyük şehri Paris’teymiş. Yazar öyle iyi betimliyor ki her yeri sarıp sarmalayan o pis kokuyu hissetmemek elde değil. Bu satırları okuduktan sonra iki şeyi düşünüyorum. Birincisi, Fransızlar bu yüzden parfüm imalatında çok iyiler. İkincisi de iyi ki o dönemde Paris’te yaşamamışım. Böylelikle yazar, okuyucuyla o dönemin Paris’i arasında da bir mesafe yaratmış oluyor. Jean Baptiste Grenouille işte böyle kokuşmuş bir ortamda, annesinin beşinci çocuğu olarak yazın en sıcak günlerinden birinde bir balıkçı tezgâhının yanında dünyaya gözünü açar. Grenouille, kokuşmuş bir dünyaya gelmiştir ama kendisi kokusuzdur. Kokusuzdur ve katil bir ananın piçidir o.
Anti kahramanımız, kokusu olmadığı için annesi, sütannesi tarafından istenmez, başrahip de istemez Grenoulle’i. Onunla karşılaşan insanlar, içine şeytan girdiği düşüncesindedirler. Bu nedenle hiç kimse kendisiyle duygusal bir yakınlık kurmak istemez. Oysa nesnel bir bakış açısıyla değerlendirildiğinde korkulacak bir yanı yoktur Grenoulle’ün; çocukluk yıllarında iri ve güçlü değildir, biraz çirkinse de çirkinliği ürküntü duyulacak derecede değildir. Saldırgan, beceriksiz, sinsi de değildir. Buna rağmen yanına yaklaşan herkesi garip bir şekilde korkutmaktadır.
Yazar, Grenouille’in çocukluğunu bir keneye benzetiyor. Kimsenin görüp de ezmemesi için özellikle küçülen, gösterişsizleşen bir kene gibidir Grenouille. “Kendi içine toplaşıp ağacına çöreklenmiş, kör, sağır, dilsiz, yalnız havayı koklayan, yıllarca, fersah fersah öteden geçen, kendi gücüyle hiçbir zaman erişemeyeceği hayvanların kan kokusunu alan, yalnız bir kene. İnatçı, dik kafalı, iğrenç kene, yapışır ağaca, yaşar ve bekler. Bekler ki, o en olmayacak rastlantı, kanı bir hayvan biçiminde doğruca ağacın altına sürüsün. İşte ancak o zaman bırakır çekingenliğini, düşer, geçirir, tırnaklarını, ısırır, burgu gibi dalar yabancı ete… Böyle bir keneydi işte Grenouille oğlan.” Romanın bütününü okuyup Grenouille’in yaptıklarına, yaşadıklarına tanık oldukça “kene” benzetmesinin çok doğru bir benzetme olduğuna inanıyor insan.
Her türlü insani duygudan uzak yetişmekte olan Grenouille, içine kapanık yaşamaktadır. Yazarın bir keneye benzettiği Grenouille’i ben ayrık otuna benzetiyorum. Köyde yaşadığım yıllarda büyüklerimin bu otla nasıl mücadele ettiğini hatırlıyorum da ayrık otu çiftçilerin başbelası idi. Grenouille, diğerlerine benzemiyor; ayrıksı, topluma yabancı; gösterişsiz, güçlü ve dayanıklı… Hiç kimsesiz büyüyen bir çocuk… Dünyaya geldiği ilk andan itibaren çeşitli belalarla yüz yüze gelen ve hayatta kalmak için müthiş bir direnç sergileyen bu çocuk, dünyayı burnuyla görmekte, burnuyla işitmekte, burnuyla kavramaktadır. Bir koku virtüözüdür. Paris’in ünlü parfümcülerinden birinin yanında çırak olur. İstese kendi işini kurabilir, çok zengin olabilir. Fakat Grenouille’in hiçbir zaman böyle bir düşüncesi ve amacı olmamıştır. Onun en büyük amacı kendi kokusunu yaratmaktır. Kendine bir koku yaratmaktır ve bu uğurda gözünü kırpmadan seri cinayetler işler.
“Davranışçılık ekolünün kurucusu sayılan Amerikalı psikolog John Broadus Watson (1878-1958), Pavlov’un klasik koşullanmasından hareketle, insanlara, reflekslere dayanmayan karmaşık davranışların öğretilebileceğini öne sürmüştür. Watson’ın, eğitim kitaplarına geçmiş meşhur bir söylemi; onun, bir kişiyi o kişi yapanın, “doğası mı” (kalıtımsal özellikleri mi) yoksa “içinde yetiştiği çevresi mi” tartışmasındaki tarafını ortaya koyması açısından önemlidir. ‘Bana bir düzine sağlıklı çocuk verin, aralarından rastgele seçtiğim birisini, yetenekleri, eğilimleri, ilgileri hatta atalarının kökeni ne olursa olsun; doktor, hukukçu, sanatçı, iş adamı hatta dilenci ya da hırsız olarak yetiştirebilirim.’ Burada Watson; düzenlenmiş bir çevrede, bireylere sunulacak uyaranlar aracılığı ile bireylerin verecekleri tepkilerin, yani bireylerin davranışlarının kontrol edilebileceğini vurgulamaktadır.“[2]
Watson’ın düşüncesini doğru kabul edecek olursak karşımıza şöyle bir soru çıkıyor: Kendi kokusunu bulmak için, yirmi beş cinayeti gözünü kırpmadan işleyen Grenouille mü suçlu, yoksa başta annesi olmak üzere onu doğumundan itibaren iten, kakan öteleyen, terk eden, yalnızlaştıran toplum mu suçlu? Kötülük doğuştan mıdır, yoksa sonradan öğrenilen bir şey midir? Ne kadar olumsuz koşullarda dünyaya gelmiş olursa olsun eğitimle bir insanın hayatı değişebilir mi? Acaba Grenouille’ün roman boyunca arayış içinde olduğu kokusu, kendi kişiliği mi idi, kendini topluma kabul ettirme çabası, sevme sevilme ihtiyacı mı idi?
Kitabın son sayfasına geldiğimde aklıma takılan bu sorular artık kalemimi meşgul etmeyi bıraksa da beni meşgul etmeye devam ediyor.
Kaynaklar:
[2] Can, Abdullah (2019). Eğitim mi dediniz? Ankara: Gece Akademi (Sayfalar 154-155)