SUSMANIN HÂLLERİNE DAİR BİR KİTAP: SUSMAK DERDİ
“Kelimeler başta olmak üzere zaman içerisinde insanlar, aşklar, meslekler, evler, yollar her şey değişiyor ama değişen pek bir şey yok aslında. Bu coğrafyanın hikâyesi de kendini tekrar ede ede büyüyor. Susmak Derdi, buna bir itiraz…” Bu cümleler Abdullah Ataşçı’nın Everest Yayınları etiketiyle okuyucuyla buluşan “Susmak Derdi”nin arka kapağında yer alıyor.
“Rukiye”, ilk öykünün kahramanı… Mekân Rize, yıl 1915. Cihan Harbi’nin tam ortasında, jandarmanın getirdiği bir mektupla aklını yitiren bir taze gelinin, acısını insana değil de bir ıhlamur ağacına anlatması, susmanın ilk çeşidi olarak karşımıza çıkıyor.
İkinci öykünün suskunu Sarkis… 1922’de o büyük İzmir yangınında geçen bu öyküde, Sarkis’in içsel yangınını, nefes almadan okuyoruz.
Üçüncü öyküde Sivaslı Mıhmığ çıkıyor karşımıza. Savaştaki kahramanlıkları nedeniyle köylüsünün gözünde kâh kuş olup uçan, kâh at olup kanatlanan ve türküleri dinlediğinde kendisi de türküleşen Mıhmığ’ın; köyünün gözbebeği iken nasıl da iki paralık olduğunu okuyunca hüzünleniyoruz.
Lena, dördüncü öykünün adı ve kahramanı… Bu kez İstanbul’da, 1943 senesindeyiz. Varlık vergisini ve azınlıklara yapılan dayatmaları Lena üzerinden okuduğumuzda insanlık adına utançla susuyoruz.
Beşinci öyküde anlatılan Mazlum, 1953’ün Erzurum’unda yaşıyor. Mazlum, zulüm gören demek. Zorba babasının zulmünü iliklerine kadar hisseden Mazlum’un susuşu da bir başka türlü…
Altıncı öykü, 1967’nin Adana’sında, kiremit işçisi Hüseyin’e sevdalanan Meryem’in hayata itirazını konu ediyor.
Okuduğumuz her öykü, insanlığımızı sorgulatıyor. Ama bunların içinde bir öykü var ki beni ayrıca etkiliyor. 1990 yılında, Bursa’da Yavuzselim Mahallesi’nde oturan İhsan’ın öyküsü, beni 1993 yılına götürüyor. Mecburi hizmetimi bitirmişim, tayinim Ağrı’dan Bursa’nın Siteler Mahallesi’ndeki bir liseye çıkmış. Öğrencilerimin çoğu Yavuzselim Mahallesi’nde yaşıyor. O mahalle ki Bursa’nın varoşu kabul edilir ve olaysız bir tek günü yoktur. Mehmet Reşit de o mahallede yaşayan öğrencilerimden biriydi. Kompozisyon sınavı yaptığım sınıfa ertesi gün girdiğimde, Mehmet Reşit’in tüp kavgası yüzünden bıçaklandığını öğrendim. O gün, öğretmenlik mesleğimin ve insanlığımın en acılı günlerinden biridir. Ataşçı’nın bu öyküsü, beni o günlere götürdü ve kompozisyon kâğıdını hâlâ sakladığım Mehmet Reşit’i bir kez daha susarak andım.
Kitabın son sayfasında Louis-Ferdinand Celine’den yapılan alıntı, susmanın derdini çok güzel özetliyor: “Değişen sadece sözcükler, hoş, sözcükler bile aslında o kadar da çok değişmedi… Değişen bir şey yok! Ne çoraplarımız, ne efendilerimiz, ne de kanaatlerimiz ya da hepsi o kadar geç değişiyor ki iş işten geçmiş oluyor. Sadık doğduk biz, sadakatten de geberip gidiyoruz! Bedava asker, herkes için kahraman ve konuşan maymunlar, acı çeken sözcükler, Sefalet Tanrısı’nın gözdeleriyiz biz.”
“Susmak Derdi”ni okuduktan sonra bir kez daha anlıyoruz ki; 1915’ten günümüze, yüz yıllık zaman diliminde kişiler, şehirler, tarihler değişse de Anadolu coğrafyasında acının yüzü ve “susmanın rengi” hiç değişmiyor. Susmak, hep simsiyah çünkü…