Hatice Günday Şahman’ın kalemiyle tanıştığım kitabı “Kırmızı Etek” idi. Elinizdeki öyküsü bitse de kafanızdaki öyküsü bitmeyen türden bir kitaptı Kırmızı Etek… 2019’da okuduğum kitaptaki öykülerin çoğu dün gibi hatırımda…
İnsan, sevdiği yazarın başka kitaplarını da okumak istiyor. Bunun için biraz beklemem gerekse de sonunda Şahman’ın ikinci kitabının da basıldığını öğrenince mutlu oldum. Şimdi elimde sevgili yazarımızın iki imzalı kitabı var.
2024’ün Mart’ında H2O Yayınları tarafından basılan ikinci kitap, “Yarım Kalmasın” adını taşıyor. Bir dilek, bir temenni gibi… Kitapta on iki öykü yer alıyor. Bir yılın on iki ayı; insanın yazı, kışı, ilk ve sonbaharı gibi…
“Kuş Balık Oldu”; şiddet görmüş bir annenin “aklı kısa, gönlü bulutlarca geniş” oğlu Nazif’in naif ve nahif olduğu kadar trajik de olan öyküsü… Büyük şirketlerin ormanımıza, deremize, göğümüze, göz dikerek doğal çevremizi nasıl katletmeye çalıştıkları da öykünün arka planında işlenmiş. Böyle duyarlıklı ve incelikli bir öykünün Seyhan öğretmeni olmak benim için çok hoş bir sürprizdi. Çok duygulandım. Hatice Günday Şahman, diğer hikâyelerinde de kahramanlarına adlarını verdiği dostlarını zarif bir şekilde selamlamış.
“Gök ve Kök”, kitabın dördüncü öyküsü… Beyin göçünü konu edinmiş. Yüreğime en çok dokunan öykü de bu. “Bir valize neler sığar ki?” sorusunun cevabını en iyi bilenlerden biriyim çünkü. Yılda sadece bir kez görebildiği uzaklardaki oğluna defalarca valiz hazırlayan bir anne olarak, bir valize nelerin sığacağını, nelerin sığamayacağını çok iyi bilirim. İşte bu öykü, geleceğini uzaklarda arayan bir gencin evden ilk kez ayrılışını anlatıyor. Duyarlıklı, incelikli ve nahif…
“Düğüm” adlı ödüllü öyküde, lezbiyen bir ilişkinin bir anne üzerindeki etkisi, “Daha Ne kadar?”da aile içi iletişimsizlik ele alınmış. “Değişen Perdeler”de başlangıçta kocasının sonra da kızının isteklerine boyun eğerek kendi olmaktan uzaklaşan; “Kabuğun Altı”nda ise çocuğu yaşından bir adamın gençliğine sığınmak isteyen kadınların öykülerini okuyoruz. “Yürek Çentiği” öyküsünde yürek burkan eski sevdalar, “El İyisi”nde, aile içi çatışmalar ve sevgisizlik konu edilmiş.
“İlmek İlmek”, kitabın son öyküsü. Yazar, bu öyküyü kitabın ilk öyküsüyle birleştirmiş diyebilirim. Başta ve sondaki bu iki öykü, kitaptaki öyküleri bir paranteze almış gibi…
Hatice Günday Şahman “Can’lara” ithaf ettiği kitabının başında yer alan epigrafı Portekizli ünlü yazar Fernando Pessoa’dan seçmiş: “Sayısız insan yaşar içimizde, hissetsem de düşünsem de bilemem kim düşünür içimde, kim hisseder. Düşünceler ya da hisler için yalnızca sahneyim ben. Ruhsa birden fazla var bende. Ben’se benden daha fazlası.” Aslında Pessoa’nın bu düşüncesi, kendisinden yedi yüz yıl önce bizim topraklarımızda yaşayan Türkçe şiirin öncüsü, halk ozanımız mutasavvuf Yunus Emre’nin “Beni bende demen, ben de değilim / Bir ben vardır bende, benden içerü” dizelerinde çoktan yerini almış bence…
Kitabı bitirip yeniden en başa, epigrafa döndüğümde Hatice Günday Şahman’ın ne kadar doğru bir seçim yaptığını anlıyorum. “Pessoa”nın Portekizce sözlükteki anlamı “kişi”. Bu sözcük, Romalı oyuncuların maskesi olan “persona”dan geliyor. Yani demem o ki, maske, hayali kişi, hiç kimse gibi sözcükler hem Pessoa’nın soyadını hem de hayatının ve şiirinin içinde kaybolmuş kimliğini arayışını anlatıyor aslında. Kitaba dönecek olursak, aşkın farklı hâlleri, aile trajedileri, beyin göçü, iletişimsizlik ve çatışmaların işlendiği öykülerde de insan; örselenmiş, kaybolmuş kimliğinin arayışında diyebiliriz.
Kitabın son öyküsü olan “İlmek İlmek”te Adoş teyze, hikâye yazmaya meraklı Emel’e “Gökteki yıldız kadar insan, insan kadar hikâye var, yaz yaz bitmez” diyor. Çok haklı. Evet, bitmez insanın hikâyesi… Bu yüzden de hikâyelerin çoğu kalacak olsa da “Yarım Kalmasın Hiçbir Öykü” diyenler olacak hep… Tıpkı Hatice Günday Şahman gibi…