Faruk Duman, 1974 Ardahan doğumlu. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Kütüphanecilik Bölümü’nden mezun olmuş. 1997’de yayımlanan “Seslerde Başka Sesler” Faruk Duman’ın ilk kitabı. “Av Dönüşleri” ile 2000 Sait Faik Hikâye Armağanı’nı, “Keder Atlısı” ile 2004 Haldun Taner Öykü Ödülü’nü, “Adasız Deniz” ile 2011 Memet Fuat Deneme Ödülü’nü, “İncir Tarihi” kitabıyla 2011 Yunus Nadi Roman Ödülü’nü, “Sus Barbatus” ile de 2019 Cevdet Kudret Roman Ödülü’nü kazanmış. Böyle bol ödüllü bir yazarı okumakta biraz geç kaldım sanırım. Faruk Duman’dan okuduğum ilk kitap olan “Yazmalı Defter”, bu anlamda yazarla tanışma kitabım oldu diyebilirim.
“Yazmalı Defter”, 2017 yılında basılmış. 94 sayfadan oluşan kitapta konusunu “yazı”nın oluşturduğu denemeler yer alıyor. Kitabı elime aldığımda beni ilk düşündüren şey, adı oldu. Acaba yazar, kitabına niçin “Yazmalı Defter” başlığını seçmişti? Kitabın son sayfasına geldiğimde bu sorunun cevabını buldum mu bilemem ama sanırım “Yazmalı Defter” demesinin nedeni, yazmanın gerekliliği ve vazgeçilemezliği üzerine okuyucuyu düşündürmek. En azından bir okur olarak ben böyle düşündüm.
Faruk Duman, Robert Louis Stevenson’ın bir şiiriyle okurlarına merhaba demiş:
“Hamarat gençlikte bitmişse geçmişe özlem,
Hiç heves kalmamışsa artık okumaya,
Kingston ve Ballantyne gibi cesur adamları,
Cooper gibi ahşap ve dalgayla boğuşanları:
Buna da eyvalah! Ben de o zaman
Onların kendi dünyalarında yarattıkları mezarın
Başında bütün korsanlarımla birlikte avunurum”
Stevenson’un bu şiiri, yazmanın ve okumanın okyanusta bir tür deniz korsanlığı olduğunu düşündürdü bana. “Kişinin kendi içinde çıktığı bir yolculuk” olduğu düşüncesinden hareketle yazmak da; okyanusta maceralı bir yolculuğa çıkmak, dalgalarla boğuşmak, korsan olmak ya da korsanlarla mücadele etmek değil midir bir bakıma? Bu açıdan düşünecek olursak Stevenson’un şiiri, bu deneme kitabındaki yolculuk için iyi bir seçim doğrusu…
Duman, Stevenson’un sözünü ettiği korsanların denizinde sayfalar boyunca maceralı bir yolculuğa çıkmış gibi. Ya da bir yazı atölyesinde yazmaya ilgi duyanlarla birlikte yapıyor bu yolculuğu. Onu bu yolculukta en çok meşgul eden “Yazmak nedir?” ve “Niçin yazarız?” soruları olmuş. Faruk Duman’a göre yazmak, Marc Auge’nin dediği gibi biraz da “ölmek” gibidir. Ama bu, daha az yalnız ölmektir. Yazar, ilerleyen sayfalarda bu düşüncesiyle Auge’nin “yazmanın ölüme direnmenin bir yolu” olduğu önermesini de pek önemsemediğini dile getirerek yazmak ve ölmek arasında şöyle bir bağlantı kuruyor: “Yazar, yazdıklarıyla birlikte kendisini de sonsuz bir boşluğa armağan ederek bu dünyadan çekip gider. Bu nedenle bu dünyayla ilgili canlı veya cansız nesneler üzerinden kalıcı hesaplar yapmak anlamsızdır. Çünkü aslolan, kendi güzel ölümüyle birlikte, geride kalacak olanların da güzel bir ölüm düşleyeceklerini düşünerek onlara bir nesne yani yazdıklarını bırakmasıdır.”
Yazar; yazarak, boyayarak, yontarak ölümsüzlüğe erişmeye çalışmanın beyhude bir çaba olduğunu düşünüyor ve örneğin Balzac’ın bugün bizim kafamızdaki Balzac imgesinden haberi bile olmadığını, belirterek “İşte bu yüzden, daha güzel ölmek için kaydediyoruz” diyor. Bu bağlamdan hareketle Marcel Proust örneğini de veriyor. Proust’un odasında, hatta yatağında geçirdiği son yıllarında yazdığı “Kayıp Zamanın İzinde” romanı da geçmişin tüm ayrıntılarını yakalamaya çalıştığı kendi kayıp zamanlarının uzun ve ayrıntılı bir kaydıdır Duman’a göre.
“Yazmak bağımlılıktır, zorunluluktur” derken bunun bir metafor olduğunu ve bizim toplumumuzda küçük bir kesimin dışında yazıyla da yazanla da kimsenin ilgilenmediğini ve edebiyatın aslında kimsenin umurunda olmadığını anlattığı bölümde Faruk Duman, ciddi bir toplum eleştirisi de yapmış. Öyle ya, edebiyat aylak insanların işidir bizim toplumumuzda. Toplum yazarı umursamaz, peki yazar toplumu umursamalı mı? Bu sorunun cevabı da var kitapta. Eğer yazar, toplumun ne istediğiyle ilgilenirse kendi özgürlüğünden vazgeçmiş olur ve “biçeme yönelik özgürlüğünü kendi iradesiyle reddettiği için, o yazarın kendi mizacına yönelik dili araştırması olanaksız hâle gelir. Yani artık ondan bir sanat üretimi beklenemez.”
Faruk Duman’a göre yazmak bir arayıştır, kendi dilini arama çabası; bir başka yönüyle de “yazarın yazısını, yazının yazarını inşası”dır. Bu, aynı zamanda “İki yönlü bir inşa girişimidir.” Duman, bu yönüyle bakıldığında yazarın kendisi hakkında yalan söylemediğini düşünüyor, yani yazar aslında kendisinden başka bir şey inşa etmiş oluyor. Bir başka deyişle, ortaya çıkan, yazarın hem kendisidir hem de kendisi değildir.
Kim söyledi hatırlamıyorum ama şu söz yolculuğu güzel anlatıyor doğrusu: “Kimse çıktığı yolda kendisi kalmaz. Yol insanı başkalaştırır.” Yazma ve okuma da bir yolculuk olduğuna göre, bu yolculuk okuyanı da yazanı da başkalaştırır, Duman’ın da yazdığı gibi insanı yeniden inşa eder. Okuma sevgisini 60’lı yılların ortasında köy ilkokulunun birleştirilmiş sınıflarında edindim. Kasabadan köye gelmiştim ve köy hayatına alışmaya çalışırken biraz yalnızlık hissediyordum sanırım. Okulun kütüphanesi yoktu, ödünç kitap alabileceğim birileri yoktu fakat okumaya öyle açtım ki teneffüslerde dördüncü, beşinci sınıfların ders kitaplarını okuyordum. Sonra kasabaya döndük. Halk kütüphanesi, derslerden sonra her gün uğradığım sığınağım oldu. İlkokulda “Pal Sokağı Çocukları”, “Çocuk Kalbi”, “Seksen Günde Devriâlem”, “Denizler Altında Yirmi Bin Fersah”, “Polyanna” gibi kitaplarla başlayan okuma yolculuğum, sokaklarda yere atılmış eski gazeteler, evimizin yanındaki boş arsada ders kitabının arasında okuduğum Teksas, Tommiks, Zagor ve ortaokul yıllarında da cep fotoromanlarıyla, Ömer Seyfettin, Sait Faik’lerle devam etti. Ne bulursam okuyordum. Yalnız bir çocuk olmasam da gene de kimseye göstermediğim bir yalnızlığım varmış demek ki. Duman’ın da değindiği gibi, okumak da yazmak da hem kendi yalnızlığımızı çoğaltmak hem de yalnızlığımıza çare olmak anlamına geldiğine göre, ben de çıktığım bu okuma yolculuğunda kendi yalnızlığımda çoğalırken aynı zamanda yalnızlığıma da çare oluyormuşum.
Faruk Duman, yazmanın amaçlarından birinin de “insanın düş gücünün ve yaratıcılığının yazı yoluyla büyümesi” olduğunu söylüyor. Duman’a göre, yazmanın asıl amaçlarından diğeri de, “insanın hayatta kalma çabası”dır. Yazar, bu düşüncesini Binbir Gece Masalları’nın anlatıcısı Şehrazat ile örneklendiriyor. Şehrazat, Şehriyar’a her gece anlattığı bu masallarla aslında ölümünü bir gece daha ertelemek, bir gün daha fazla yaşamak amacındadır. Giovanni Boccaccio’nun 14. yüzyıl Floransa’sını anlattığı Decameron hikâyeleri de hayatta kalma amacını taşımaktadır. 1348’de Avrupa’da yaşanan veba salgınından kaçmak için toplandıkları bir şatoda, on gün boyunca birbirine yüz hikâye anlatan yedi kadın üç erkeğin amacı da vebadan kaçmak, yani hayatta kalmaktır. 2020’nin de dünyayı sarsan bir salgın yılı olduğunu düşünürsek, bizim de güçlü olmak ve hayatta kalmak için yazacağımız veya okuyacağımız hikâyelere çok ihtiyacımız olacak gibi…
Bir yazıyı okumaya başlar başlamaz yazarın ya da ona yakıştırdığımız kişinin yüzü gözümüzün önünde belirirmiş. Ona çekip gitmesini söylesek de o bizi bir yerlerden izlemeye devam edermiş. Faruk Duman böyle yazmış kitabında. Şimdi bu yazıyı yazarken ben de yazarın gözünü üzerimde hissediyorum. Hiç gülmediğini ya da çok zor güldüğünü bir yerlerde okuduğum Faruk Duman, sıradan bir okurunun “Yazmalı Defter”le çıktığı bu yolculukla ilgili izlenimlerini okuyup bir yerlerde bıyık altından bile olsa gülümsüyor olacak mı acaba?