Bir büyük yolculuğun sonunda varılandı o benim için hepsinden önce ve büyüsü yalnızca anlatılanlarda gizliydi. Işıklar içinde bir köprüsü, sabahın ilk saatlerinde sise gömülüp sonra birdenbire masmavi bir çiçek gibi açıveren denizi, denizinde şıkır şıkır işleyen vapurları, dört beş katlı apartmanları, çarpışan arabalı lunaparkları olan bambaşka bir dünyaydı o. Gidip görenlerden dinlerdik. Bir bozkır kentinin köylerinden birindeydik. Kutu kadar bir okulumuz vardı. İlkokul ikinci sınıfa devam eden bir çocuktum. Arkadaşlarım gibi benim de bir gün gidip onu görmekten başka bir hayalim yoktu doğrusu. Zaten çoğumuzun babası orada çalışırdı. Oradan hediyeler gelirdi bize. Okumayı henüz söktüğüm günlerde bana da bir hediye gelmişti: bir kitap. Kurtuluş Yayınları arasından çıkmış, kapağı ışıltılı bir kırmızıyla kaplı bir masal kitabıydı bu ve tam da babamın çalıştığı semtin içinden çıkmış gelmişti sanki. Kurtuluş… Benim babam da çok daha önceden bu dünyanın içine girmiş, bizleri de yanına almak için çalışmaya başlamıştı. İş yeri de Kurtuluş’taydı. Ben çocuk aklımla o kitabın babamın ellerinden çıkmış olabileceğini düşünür, bununla gizli gizli övünürdüm. Daha üçüncü sınıfa bile geçmemişken, uzun bir otobüs yolculuğu sonunda toprağına ayağımı ilk bastığımda da yüreğimi sızlatan, bilmediğim, neyin nesi olduğunu içine girdikçe anlayacağım yepyeni bir hayata karşı beni ayakta tutan tek şey sanırım yine o kitap sayesinde yabancılığı üzerimden çabucak atacağıma dair duyduğum sarsılmaz inançtı. Tek başıma kalıp kaybolsam bile bir başkasından beni götürmesini dileyebileceğim bir semt adı vardı aklımda en azından. Değil mi ki, onca çocuk arasında bana gelmişti o kitap. Bir dostluk çağrısıydı belki de bana İstanbul’dan… Kıymetini bilmeliydim…
Sözcüklerde İstanbul:
Başka kitaplarla tanıştıkça yalnızca anlatılanlardan değil, yazılanlardan da çıkarabileceğimi anladım onun sırlarını. Türkçe ders kitabımızda karşılaştığım bir şair vardı ki, o hem geçmişini düşündürüyordu bana İstanbul’un, hem herkesin duyduğu ama asla bir zenginlik olarak görmediği seslerini hem de hızla kaybolup giden doğal güzelliğini. Orhan Veli idi o şair. Şiiri de İstanbul’u Dinliyorum. Daha en başta yolumu kaybetsem de yeniden eve dönmemi sağlayacak bir nesne olarak görmeye başladığım kitap, içinde yaşadığım kenti zamanla daha bir derinden duyuran büyülü bir kapı da olacaktı benim için. Orhan Kemal okumalarımla birlikte bizim gibi göçmüşlerin, hayatlarını kazanabilmek için büyük şehrin yolunu tutmuşların, orada ya ayakta kalabilmeyi enikonu başarmış ya da hepten yenilmişlerin dünyalarına tanık olacak, onda fabrikaların, çamurlu sokakların, hızla makineleşen ve baş döndüren bir değişim süreci içinde savrulan insanın öyküsüne gönül gözüyle bakmış bir yazarın sözcüklerini bulacaktım. Gurbet Kuşları, Bereketli Topraklar Üzerinde, Önce Ekmek ve Bir Filiz Vardı’nın yazarı bu büyük usta aynı zamanda şehirde yaşıyor olmakla şehirli olmanın gerçekte birbirinden çok farklı şeyler olduğunu da söylüyordu bana. Onu okudukça gelip yerleştiğimiz Okmeydanı ile kırk yılda bir babamla birlikte gittiğimde görme imkânı bulduğum Kurtuluş arasındaki uçurumun da farkına varıyordum her nasılsa. Hikâyeciliğimizin bir diğer büyük ismi Sait Faik’te ise İstanbul’un merkezinden uzakta bir adaya çekilmenin ve insanlara oradan açılmanın, onları dili dini mesleği ne olursa olsun hep birlikte ve müthiş bir sevgi bağı içerisinde ele almanın coşkusunu duyacak, denizi artık bambaşka bir gözle görmeye başlayacaktım. Bununla birlikte, çok daha sonraları her iki ustanın da değerlerini giderek kaybeden bir şehrin hem yerlisini hem sonradan gelip yerleşenini aynı potada eriterek arada kalakalma durumunu bütün çıplaklığıyla gözler önüne serebildiklerini ve bunu yaparken de her şeye kendilerinden başladıklarını düşünecektim. Okumayı sürdürüp yeni yazarlar tanıdıkça daha önce hiç farkına varmadığım bir şeyiyle karşılaşıyordum İstanbul’un. Selim İleri’nin Ölünceye Kadar Seninim romanının kahramanı Süha Rikkat’le anılara karışmış gitmiş şehrin acısını ta içinde duyan bir insanı tanımış oluyor, adına değişim denen abuk sabuk bir savruluşun aynı zamanda nasıl bir yalnızlığı da peşi sıra getirebildiğine tanık oluyordum. Dahası, Selim İleri’yle birlikte İstanbul’u anlatmış geçmiş zaman yazarlarını tanıyor, Cihangir gibi, Kadıköy gibi semtlerin artık görme şansım olmayan güzelliklerini ve o güzellikleri yaratıp paylaşan insanlarını sözcüklerde olsun tanıma mutluluğunu tadıyordum.
Benzer mutluluğu tattığım bir başka büyük usta da Oktay Akbal idi. Onun öykülerinde ise Şehzadebaşı beliriyordu bütün bir geçmişiyle. Çocukluğunun semtidir orası Oktay Akbal’ın ve pek çok öyküsünün de neredeyse tek başına konusu olmuştur. Savaşlar gören, açlık, yoksulluk gören ve yaşanılan yozlaşmayı Önce Ekmekler Bozuldu gibi dilimizde artık bir deyim halini almış bir kitap adıyla özetleyen usta için de İstanbul bir özlem olmuş çıkmıştır yazdıklarında. Anı-öykü olarak değerlendirebileceğimiz İstinye Suları ve Karşı Kıyılar adlı kitaplarında yer alan öykülerde özellikle kendini gösteren bu özlem, benim daha çok Sait Faik’e yakın bulduğum bir iç sesle, bir yalnızlığın içinden süzülüp gelen bir sesle duyurur kendini bize. Denilebilir ki, ellili altmışlı yılların İstanbul’u o dönemlerin içinde gençliğini ya da çocukluğunu geçirmiş yazarlar için sonraları neredeyse bir rüya, bir masal olmuştur. Ellili yılların başında doğan Orhan Pamuk için de bu durum sanırım geçerlidir. Yirmili yaşlarının başlarında yazmaya başladığı ilk romanı Cevdet Bey ve Oğulları’nda bir İstanbullu ailenin üç kuşak boyu süregelen iç ilişkilerini anlatırken, ilerleyen zaman dilimleri içerisinde şehrin ve insanlarının aldığı yeni biçimler de arka planda son derece güçlü bir eleştiriyle kendini bize duyurur. Orhan Pamuk, Selim İleri gibi ustalarla aynı dönemde doğan bir başka büyük öykücümüz Nedim Gürsel için de aynı şeyleri söylememiz mümkün bana kalırsa. Romanımızın doruk noktalarından biri olarak rahatlıkla gösterebileceğimiz Boğazkesen’de Nedim Gürsel çok daha uzak bir geçmişe götürür bizi ve tarihi bir atmosfer içinde ele alır İstanbul’u. Uzun Sürmüş Bir Yaz adlı öykü kitabında yer alan öykülerinde ise örneğine az rastlanacak bir şekilde düzyazıda müthiş bir şiir yaratarak anlatır İstanbul’u ve onu aşkın da, yabancılığın da, arayışın da, kayboluşun da neredeyse tam merkezine oturtur. Kocaman bir dünyadır o ve anlatılmayı bekleyen nice gizli dünyayı içinde barındırır. İşte bu dünyalardan birini de Metin Kaçan anlatır. Sonradan filme de alınan Ağır Roman’da Tarlabaşı’nı, görmezden gelinen ya da herkesin kolayca yakınında olamayacağı hayatları ele alır ve argosuyla, küfrüyle, dönemin siyasal hareketlerinin belirlediği olaylarıyla, aşklarıyla, kavgalarıyla sözcüklere döker onları. Özellikle seksenli yıllardan sonra anlatılan İstanbul, büsbütün kabullenilmiş bir değişimin sonuçlarıyla baş başadır artık. İbrahim Yıldırım’ın “Eylülden Sonra” adını verdiği üçlemesi içinde yer alan diğer iki kitapla birlikte Bıçkın ve Orta Halli’de özellikle Aksaray ve Kocamustafapaşa ekseninde sokağa çıkma yasaklarının, kaçışların, sarsılan inançların, yitirilen umutların, kaskatı bir karanlığın yaşandığı bir şehir olarak çizilir İstanbul.
Diğer yandan, yalnızca yazılan bir şehir olmakla kalmayıp edebiyatımıza yön vermiş yazarlarımızın içinde yaşadığı, havasını soluduğu bir şehir de olmuştur İstanbul. Markiz gibi, Lebon gibi pastaneleriyle; Küllük gibi, İkbal gibi kahvehaneleriyle; Nevizade Sokağı’yla, Cumhuriyet Meyhanesi’yle bugünümüzün pek çok usta öykücüsünün, şairinin ilkgençlik yıllarına tanıklık etmiş ve başka pek çok şeyiyle birlikte onların yazdıklarına sinerek ölümsüzlüğünü bir kez daha kanıtlamış bir kent olan İstanbul, maddi manevi bütün çöküşlere rağmen güzelliğini korumasını da bilmiştir.
İlkokuldan başlayıp zamanla artarak süregelen okuma tutkum, andıklarım dışında daha nice büyük ustadan İstanbul’u dinleme, anlama fırsatı da yaratmış oluyordu bana. Sözgelimi Demir Özlü’yle birlikte, özellikle de onun Bir Beyoğlu Düşü adlı kitabıyla ne denli uzağında olunsa da İstanbul’un insanın yakasını kolayca bırakmayacak adeta bir tür hastalık olduğunu görecek; Cihat Burak’ın Cardonlar adlı öyküsüyle geçmişi içten içe ve hızla kemirilen bir şehrin çığlığını duyacaktım. İlk kitaplarını doksanlı yılların başında yayımlamış yazarlar arasında kendine apayrı bir yer açan öykücülerimizden olan Jale Sancak’la birlikte İstanbul gibi büyük bir dünyanın içinde küçücük hayatlarıyla direnen insanları daha yakından tanıyacak, Kenti Dinlemek başlığında topladığı söyleşileriyle de bu büyük kentin sanat dünyamızdan değişik isimlerce nasıl algılandığını ve hissedildiğini öğrenecektim. Doğan Yarıcı’nın Kıyıda adlı romanında bütün bir geçmişiyle İstanbul ve onun büsbütün yabancısı bir delikanlı arasında geçen hesaplaşmayı okuyacak, göç kavramı üzerine tekrar düşünme ihtiyacı duyacaktım. Belki de en başlarda anmam gereken büyük usta Ziya Osman Saba’nın Neveser adlı öyküsünde unutulmaya terk edilmiş bir vapurun gözünden İstanbul’u gezip onun geçmişini anarken, ararken, Bıraktığım İstanbul öyküsünde ise yine bir büyük özlem ve hayat kaynağı olarak beliren bu şehri satırlarda olsun yeniden yaşayacak, yazarının duyduğu acılara adeta ortak olacaktım. Aynı zamanda büyük bir şair de olan Saba’yla birlikte şiirlerde yaşayan, yaşatılan İstanbul’un izlerini de sürmeye başlayacak, Orhan Veli’nin İstanbul’unu başka şairlerin dizelerinden dinlemenin coşkusunu tadacaktım.
Sözgelimi, Attila İlhan, romanlarıyla birlikte şiirleriyle, özellikle de Ben Sana Mecburum adlı kitabında yer alan İstanbul Ağrısı şiiriyle silinmez bir iz bırakacaktı belleğimde. Attila İlhan’ın İstanbul’u son derece güçlü ve zengin bir kültürel birikimin içinde belirir. Çarpıcı imgelerle, en alt katmanlarından en üst katmanlarına her bir insanı, her bir rengi, her bir sesi, her bir köşesi ayrı ayrı alır yerini onun şiirlerinde ve romanlarında.
Şiirimizde “İkinci Yeni” akımının en önemli temsilcilerinden olan İlhan Berk 1947 yılında yayımlanan İstanbul adlı şiir kitabı başta olmak üzere özellikle Beyoğlu ruhunu aktarmaya çalıştığı Galata ve Pera ile edebiyatımızda İstanbul üzerine düşünen yazarların başında gelir. İlhan Berk için İstanbul, kendisiyle konuşulan, arkadaşlık kurulan bir insan gibidir bana kalırsa. Bir şiirinde Galata Kulesi’ni konuşturur, düşlerini anlatır onun mesela. Bütün bir zamanın başkenti gibi ele alır İstanbul’u. Deneme sanatının ve şiirin büyük ustalarından Salâh Birsel’de de bir çok kültürlülüğün ana damarı olarak işlenir İstanbul. Bir ses yaratır şiirlerinde. Bu ses, İstanbul odaklı şiirlerinde tam da bahsetmeye çalıştığım o çok kültürlülüğü en açık bir şekilde ortaya koyan başlıca unsur olarak çıkar karşımıza. Kikirikiname adlı kitabında yer alan İstiklâl Caddesi şiirinde apaçık görürüz bunu. Beyoğlu’nun Kirli Tarihi öyküsüyle, büyük bir emeğin sonucu Büyük Argo Sözlüğü’yle İstanbul’u yürekten selamlamış bir başka büyük usta Hulki Aktunç için de dünya içinde apayrı bir dünyadır İstanbul. Sır Kâtibi adlı şiir kitabında yer alan Salihatı Nisvandan Cumhuriyet Meyhanesi şiirinde insanlarının yüreğine en derininden işlemiş bir kent olarak buluruz onu. Seksenler sonrası Türk şiirinin en önemli isimlerinden biri olan küçük İskender’de ise adeta bir yer altı mabedi olarak gösterir kendini İstanbul. Onun şiirlerinde en sert ve belki de böyleyken en sahici olabilen yüzüyle karşılaşırız İstanbul’un. Seksenler sonrası şiirimizin diğer bir önemli ismi Ahmet Erhan içinse uzun yıllar boyunca yaşanmış bir taşra kentinden sonra hayretle karışık bir coşkuyla benimsenmeye çalışılan bir kent olarak ele alınır İstanbul. Özellikle son dönem şiirlerini topladığı Ne Kuş Ne de Balık adlı kitabında İstanbul, ömrünün yarısında gelip onda yaşamaya başlamış bir insanın gözüyle işlenirken, taşradan bambaşka olan yönleriyle de, diyebiliriz ki, çocuksu bir heyecanın odağı durumuna gelmiştir…
İnsanlarında İstanbul:
Bu yazı çerçevesinde andığım yazarlar ve şairler başta olmak üzere daha nice ustanın kaleminden okuyup taş yığınlarının içinde saklı kalmış ruhunu görmeye çalıştığım İstanbul, sahip olduğu güzelliklerinden habersiz insanları için ne ifade ediyor peki? Daha ilkokula giden bir çocuk olarak gördüğüm bir şey vardı benim: Başka yerlerden bizim gibi göçüp gelen herkes kafasında yarattığı ve taşıdığı İstanbul’u yaşıyordu aslında yalnızca. Belki o yüzden olacak, şehir büyüyordu ama değerlerinden de hızla kaybediyordu bir taraftan da.
Ama her şeye rağmen İstanbul ayaktaysa, bunda onu buram buram yaşayanların, sözcüklerin dünyasına aktararak ölümsüz kılanların payı elbette ki büyüktür.
İnternet sitemizden en verimli şekilde faydalanabilmeniz ve kullanıcı deneyiminizi geliştirebilmek için Cookie kullanıyoruz. Cookie kullanılmasını tercih etmezseniz tarayıcınızın ayarlarından Cookie’leri silebilir ya da engelleyebilirsiniz. Gizlilik politikamızı okumak için buraya tıklayabilirsiniz.