1936’ya gelindiğinde Manisa’da lise olmadığı için Balıkesir’de üç yıl yatılı olarak edebiyat bölümünü okudu. Lisede kimseye göstermeden şiirler, hikâyeler yazdı ancak sonradan yazdıklarının birçoğunu yırtıp attı. İlerleyen yıllara baktığımızda da az ama öz eserler kaleme aldığını, yazdıklarını da hemen yayınlatmayıp yırttığını görüyoruz; örneğin 1965 yılında yazdığı “Eşek Sırtındaki Saksağan” ve “Parmakkapı Pansiyon” romanları bunlardan bazılarıdır.
Peki, bu kadar az yazmasına rağmen Türk edebiyatında akılda kalan ve önemli izler bırakan kahramanlar yaratmayı başarmış Atılgan, neden böylesine bir eğilim içindeydi, neden yazdıklarıyla bir türlü barışamıyordu?
Kanaatimce bu durum, yazarın “mükemmeliyet arayışı” içerisinde olmasından ve takıntılarından kaynaklanmaktadır. Bakınız, Atılgan gençliğinde bir ara satranca heves etse de yaptığı birkaç yanlış hamleye kızınca bir daha el sürmemek üzere satrancı bırakmıştır. Ayrıca kahvede kâğıt oynarken yenilince sinirlendiği ve futbolda yanlışlıkla oyuncuya çarptığında oyuncudan özür dileyerek oyunu bıraktığı da bilinmektedir.
“Mükemmeliyetçilik”; karmaşa içinde, denetleyemedikleri ve öngöremedikleri şeylerin olduğu bir ortamda büyümüş çocuklarda kestirim ve denetim duygusu geliştirebilmek amacıyla savunma mekanizması olarak geliştirilebildiği gibi başkaları tarafından sevilme, takdir görme, onaylanma ve kabul edilme gereksinimlerinin başarı karşılığında doyum görmesinden kaynaklıdır[2]. Atılgan’ın hayatına baktığımızda 1922’de Yunanlılar köylerini yaktığı için annesi ile dağa sığındıklarını, ardından Manisa’nın Hacırahmanlı Köyü’ne yerleştiklerini, 3. Sınıftan sonra ninesiyle tekrar Manisa’ya döndüğünü görmekteyiz. [3]Freudyen bakış açısıyla yaklaşacak olursak çocukluğundaki istikrarsız yaşam koşulları yazarın savunma mekanizması olarak mükemmeliyetçiliği geliştirmesinde etkili olmuştur. Üstelik yetişkinliğinde de bu istikrarsızlık devam etmektedir; yazar, 1939’da başladığı İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni 2. yılında bırakarak askeriyeye devam etmiş, ardından 6 aylık bir eğitim için Ankara’ya gitmiş, oradan da Akşehir’e öğretmen olarak atanmıştır. 1945’e gelindiğindeyse “komünizm meylinin arttığı” gerekçesiyle 6 ay Sansaryan Han’da 4 ay da Tophane Cezaevi’nde olmak üzere 10 ay hapiste kalmış, 25 Ocak 1946’da serbest bırakıldığındaysa öğretmenlik hakkı elinden alınmıştır. Yusuf Atılgan, öğretmenlik hasretini yaşamı boyunca içinde taşımış, ölmeden kısa bir süre önce Refik Durbaş’ın kendisine yönelttiği “Dünyaya bir daha gelsen yine roman mı yazmak isterdin?” sorusuna “Öğretmen olmak isterdim. Öğretmenliği çok sevmiştim.”[4] yanıtını vermiştir.
Atılgan, sıkıntılı bir yazma süreci geçirmiştir, çevresindekilere bir türlü ilerleyemediğini söylediği de bilinmektedir. Zaten kolay yazan biri değildir, yazdığı her cümle üzerinde uzun uğraşlar verir. Bir söyleşisinde bunu “Çok hızlı yazan biri değilim. Arkadaşların bana önerisi, çalakalem yazıp ondan sonra üstünde durmak. Ben bunu yapamıyorum. İlk ağızda yazdığıma son halini vermek için uğraşırım” sözleriyle dile getirmiştir. Hatta güç yazmasının nedenini Halikarnas Balıkçısı’na bile bağlar: “Halikarnas Balıkçısı’nın kendi hikayelerini Sait Faik’inkilerden daha güzel bulduğunu okuduğumdan beri daha da güç yazıyorum.”[5]
Yazarın bu titizliği ve kalem ustalığı göz önünde bulundurulduğunda Anayurt Oteli’nde derin bir psikolojik altyapı yatmaktadır. Anayurt Oteli’nin başkahramanı Zebercet, ana rahminden travmatik bir dışlanma psikozuyla dünyaya gelir. İlerleyen yıllardaki yaşanmışlıklar da bu dışlanmayı adeta bir yazgı haline dönüştürür. Bu nedenle Zebercet, duygusal olarak hiçbir yere ve hiç kimseye bağlanamaz. Bilinçaltı animasını temsil eden “Gecikmeli Ankara Treniyle Gelen Kadın”, onu bu karanlık mahzeninden bir an olsun dışarı çıkarmayı başarsa da bu gelişin geç kalmışlığı ve süreksizliği onun yurtsuzluğunu daha da somutlaştırır.[6]
Atılgan, gecikmeli Ankara treniyle gelen kadının kaldığı odadaki iki havluyu anlatırken Zebercet’in oteli işlettiği on senelik dönemde dokuz havlunun çalınmasına karşı babasının otuz yıllık yöneticiliğinde yalnızca bir adet havlu çalındığından bahseder. Burada yazarın, Zebercet ile babası arasında bir karşılaştırmaya gittiğini görmekteyiz.
Freud’a göre baba ile özdeşleşerek kendisine bir ego ideali oluşturan çocuk, bu yöntemle Oidipus kompleksini bastırmayı amaçlamaktadır. Bu esnada gerçekleştirilmiş savunma mekanizması kendisini id ile karşıt bir pozisyona yerleştirir. Böylelikle süper ego formasyonu meydana gelir.
Zebercet’in intihar etmesine giden süreç dâhilinde, onun ego ideali olan babasının emrini yerine getirememiş olması büyük önem taşır. Zebercet, babasının vasiyeti olan odaya layık gördüğü kadını beklemiş, kadınsa bir türlü gelmemiş ve Zebercet de bunun üzerine yanlış yaptığını fark etmiştir. Öyle ki babasının vasiyetini yerine getirememiş olmanın verdiği suçluluk duygusu süper egosu tarafından sürekli olarak benliğine empoze edilen Zebercet, sonunda kendini öldürerek süper egonun emrini yerine getirmiştir.
Yusuf Atılgan romana başlarken okuyucuya otelin içyapısını detaylı bir biçimde betimlemiştir. Özellikle otelin katları üzerinden anlatılan kurgu, psikanalitik açıdan simgesellik taşımaktadır.
Tavan arasındaki odada yaşayan ve ilerleyen kısımlarda Zebercet tarafından öldürülen ortalıkçı kadın, Zebercet’e kayıtsız şartsız boyun eğen bir cinsel obje görünümündedir. Ortalıkçı kadınla olan cinsel yaşantısında Zebercet, kendini herhangi bir şekilde bastırmamaktadır. Freudyen psikanalize göre Zebercet’in kendini özdeşleştirdiği ve bir ego ideali olarak yer edinmiş babasının varlığıyla hareketlenen süper egosu, cinsel dürtülerin filizlendiği id ile çatışırken Zebercet’in cinsel dürtülerinin biriktiği rezervuara ket vurmasına neden olmaktadır. Bu yüzden Zebercet, ortalıkçı kadını öldürmüştür.
Romandaki bir diğer önemli nokta, Zebercet’in emekli subay ile giriştiği rekabettir. Zebercet, gecikmeli Ankara treniyle gelen kadından sonra otele yerleşen emekli subaya 1 numaralı odayı değil de 2. kat 2 numaralı odayı verir. Emekli subayın kadın ile bir bağlantısı olduğunu anlayınca da onu, sevdiği kadını baştan çıkarmaya aday bir rakip olarak algılamaya başlamıştır. Ayrıca emekli subayın otele yerleşmesiyle Zebercet’in otel içerisinde hareket alanının kısıtlandığını ve bundan rahatsızlık duyduğunu gözlemlemekteyiz. Bunun yanı sıra emekli subayın her gün tıraş olduğunu fark eden Zebercet, berbere gider ve üzerine şık kıyafetler alır. Böylece emekli subayla kadın için rekabetini sürdürürken aynı zamanda ona karşı güçlü görünmek istemektedir. Bu noktada akıllara, Freudyen psikanalizin vurguladığı, haz nesnesi olan anneye ulaşmak için gerçekleşen baba-oğul çatışması gelmektedir. Zebercet annesine sahip olmak için babasıyla yarışırken yenilgiyi nasıl kabullenmek zorunda kaldıysa aynı şekilde emekli subayın otoritesine yenik düşerek kadına hiçbir zaman sahip olamayacağına kanaat getirmiştir. Emekli subayın varlığı, kadının Zebercet için cinsel nesne olmasının imkânsızlığıyla eş anlamlı haldedir.
Son olarak 3. kat 6 numaralı odada kalan öğretmen çiftten de bahsedecek olursak Zebercet bir keresinde bu odanın önünden geçerken içeriden gelen sesler üzerine duraksar. Kadının çeşitli erotik sözler sayıkladığını duyan Zebercet, bunları dinlemekten haz almakta ve çiftin erotik sayıklamalarını kendi fantazmalarının bir parçası haline getirmektedir.[7]
Anayurt Oteli’nin içyapısındaki bu simgesel nitelik göz önünde bulundurulduğunda şu sonuca ulaşıyoruz:
Üç kattan oluşan otelde giriş kat, Zebercet’in oteli yönettiği ve normal davranışlar sergilediği bölümdür (EGO). İkinci kat ise otoriter bir figür olarak var olan emekli subayın kaldığı kattır ve emekli subay, Zebercet (EGO) ile sürekli çatışmaktadır (SÜPER EGO). Romanın sonunda Zebercet, emekli subayın kaldığı odada intihar eder ve bu da süper egonun ölüm emrinin bir kanıtı niteliğindedir.
Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadının odası, giriş kat ile 2. kat arasında var olan bir çatışma alanıdır. Bu odada Zebercet, fantazmalarının peşinden koşar ve bu esnada bazen haz engellenir bazen de hazdan vazgeçilir. Yine de bu kararsızlıklarla ve yarıda kalmışlıklarla ilerleyen çatışma asla son bulmaz.
Üçüncü katta kalan öğretmen çiftin cinsel yaşantısı Zebercet’e haz verirken onun cinsel dürtülerini de harekete geçirerek sınırsız bir özgürlük ve hareket alanı sağlar. Ayrıca ortalıkçı kadının yaşadığı tavan arası, Zebercet’in cinsel isteklerini karşılayabildiği ve bu esnada en ufak bir çatışmaya veya direnişe maruz kalmadığı bölgedir. Böylece üçüncü kat ve tavan arası İD’i sembolize etmektedir.
Yusuf Atılgan’ın 1973’te yayımlanan Anayurt Oteli eseri gerek psikolojik gerek edebi bakımdan oldukça zengin bir eserdir. Yusuf Atılgan’ın başyapıtları olarak değerlendirebileceğimiz Anayurt Oteli ve Aylak Adam eserlerinin kişileri hakkında eleştirmenler ve uzmanlar tarafından birçok çözümleme yapılmıştır. C. ve Zebercet karakterleri varoluşçuluktan psikanalize, James Joyce ve William Faulkner’dan modern dünya edebiyatının ve sinemasının diğer yapıtlarına uzanan geniş bir yelpazede değerlendirilmiştir.
[1] Yusuf Atılgan’a Armağan, Yusuf Atılgan’ın Özgeçmiş Belgeseli- Turan YÜKSEL
[2] Boğaziçi Üniversitesi Öğrenci Rehberlik ve Psikolojik Danışma Merkezi- Uzm. Psik. Dan. Pelin Ç. ATASOY
[3] Tekniksizliğin Yazarı Yusuf Atılgan- Semiha ŞENTÜRK
[4] Yusuf Atılgan’a Armağan, Yusuf Atılgan’ın Özgeçmiş Belgeseli- Turan YÜKSEL
[5] Tekniksizliğin Yazarı Yusuf Atılgan- Semiha ŞENTÜRK
[6] Yurtsuzluk İtkisi ve Anayurt Oteli- Ramazan KORKMAZ
[7] Aylak Adam ve Anayurt Oteli’ne Psikanalitik Yaklaşım: Atılgan’ın Oidipal Roman Kişileri Olarak C. ve Zebercet- Alparslan NAS
Tebrikler …
Emeginize saglik …
Cok ciddi bir calisma yapip, bu kadar yalin ve akici anlatmaniz super …
Basarilar dilerim …