Dolmuşta cama dayamışım başımı. Bilmiyorum ne haldayım, gidiyorum anlayacağınız. Dolmuşları seviyorum. Adı bile yeter. Dolmuş. Bencileyin.
Ana durağa kadar sabret. İçini kusup tamamıyla boşalmış olacak. Herkes köpük köpük sel gibi, birbirini iteleyerek inecek. Bir saniye gecikmeye tahammülleri yok. “Seni kim doldurdu böyle?” bile demiyorlar inerken dönüp de. Dolmuşun kaderi Anadolu’daki eşekten de beter. Bir tekmelemedikleri eksik hınçla. Kokuşmuş soluklarını terk edip arkalarına bakmadan yürüyorlar. Bütün tutamaklarda parmaklarının izleri kalmış, ayakkabılarının tozları. Benim gibi başını cama dayayanların yağlı kafa derilerinin bulanık kalıpları. Hayata hangi muameleyi yapıyorlarsa dolmuşa da ne eksik ne fazla onu yapıyorlar. Kendilerini taşıtan solmuş yürekli yolcular. Zoraki bir alınganlık, derin bir anlayışsızlık hakîm suratsızlıklarında. Lütfedip de gelmişler, lütfedip de binmişler. Aslında ne geldikleri ne gidecekleri yer belli değil de ellerinde harita varmış numarası çekiyorlar. Kayıp ruhların tek tesellisi okunamaz yırtık haritalar…
Peki otobüsler de dolmuyor mu? Tramvaylar, metrolar yılan sürüsü gibi akıyorlar kentin içinde. İnce, uzunlar. Fakat onların adı havalı. Zavallı bizimkinin çok gariban bir ismi var. Özdilce. Asla uzun bir araç olamaz, asla ince olamaz, neredeyse bir küp gibi kaba, kunt.
Tabuta da ömüşlük mü desek bu mantıkla?
Yaylanıyoruz yoldaki hafif tümseklerde. Şoför mahalli daha bir yaylanıyor sanki. Genç şoför bu oyunu sevmiş gibi geniş ana caddede gaza yükleniyor. Daha da kostak, daha da yaylanarak atıyor vitesi. Bir orta bir sol yapıyor. Tehlikeli hareketler. Zikzak çiziyoruz. Sonra bir anda yaşamını kökten değiştirmiş insanlar gibi sağ şeride atlıyoruz. Durup iki yolcu daha alıyoruz. “Ay şoför bey, çok sıkışık ama içersi. Cıkcık…” Parmaklara dolanmış gümüş tepeli kehribar tespih asabileşiyor. Aynadan arkaya bir bakış. Yola koyuluyoruz yine. Radyoda kısık sesle bir pop şarkısı çalıyor. Hani şu adları “gelene ağam gidene paşam, yakarım, benim olmazsın, kahpe kader, geceler benim sabahlar senin “olan yüzlercesinden biri. Eh, dolmuşa benzin, şoföre gaz lazım.
Ben de naylon torbada kırılacak eşya taşıyorum aksi gibi. Gerçi dolmuştaki herkes kırılacak bir şey taşıyor. Herkesin sırtında yumurta küfesi, dağınık bir kalp karınlarının yukarısında. Bu antika fincanları bir yerden alıp bir yere götürüyorum. Neden? Öyle lazım geldi. Fakat kağıtlara sarılmış olsalar da şıngırdıyorlar. İncecik porselenler. Parmakla hafiften vurunca tiz sesler çıkarıyorlar. Cam bardakların titreşimiyle senfoni besteleyen insanlar da var yeryüzünde. Ses ses ses. Ses var her yerde. Sesle ve gölgeyle kaplıyoruz dünyayı. Civcivlerini korumak isteyen tavuk gibi alıp kucağıma basıyorum. Yanımdaki orta yaşlı kadın tuhaf bir şeymiş gibi bakıyor. Hikâye arıyor hikâye. Hikayesiz kalmış. Tuhaflığa muhtaç. Oysa herkes kendisine baksa acayiplik aramazlardı. “Yolculuk nereye?” diye sormasından korkuyorum. Oysa ki her Ankaralı Kızılay’ı mutlaka tadacaktır.
Ne kötü bir hayat yaşıyoruz? Elbirliğiyle yaşıyoruz. İmece usulü.
“Başka bir şey olmalı, değil mi ablacığım?”
“Nereden ablan oluyorum? Senin yaşın az mı?”
Doğru. Ablam olamazsınız. Ablam olmak için kırk fırın ekmek yemek lazım. Benim ablam bir vak’a, bir olgu, bir fenomen. Sosyolojik, psikolojik, sosyo-ekonomik ve tarihsel arka planlı. Abla lafın gelişi. Kendisi bir kelime gurubu. Abla içinde abla. Üstkurgu. Ben hani bana diyen işe yaramaz küçük kardeşim. Ama bizim millet ablalarını sever. Onlara kader kurbanına duyulan saygıyı duyar. Bütün ablalar mahpus damına düşmüş olarak algılanır ve görüş günlerine gidilir. Eniştelerden de nefret edilir. Sanki baba evi peri padişahının denizler altındaki köşküydü. O hesap.
“İçimden geldi” diyorum.
“E, hadi affediyorum. Başka ne olması lazımmış?”
“Bilmiyorum ki” diyorum. “Başka türlü bir şey işte. Ne ağaca benzer, ne de buluta…”
“Allah Allah”
“Yaa. Öyle”
“Yani bu berbat hayatın romanı, öyküsü mü olur demek istiyorum?” Açıklamalı meal.
“Nedenmiş? Kendi adına konuş…”
“Fakat bir aydın her zaman başkaları adına konuşur”
“Kim veriyor o yetkiyi ne münasebet…”
“İşte bir dergiye öykü yetiştirmem lazım yine. Hep son dakikacıyım. Ne yazacağım ki?”
“Benim de evde dağ gibi ütüm var …” diyor dalgın. Ütüler canını sıktı, içini çekiyor. Bende de dağ gibi sözcük var. Onları uygun bir şekilde dizerek üstten kızgın ütüyle geçip son halini vermeliyim. Fakat yakmamalıyım kağıtları, sefilliğin donmuş örtüsünü hafiften çözdürmeli, kumaşı da parlatmamalıyım.
“Asabiye doktorum evin yansa karşısına geç seyret dedi. Çamaşırını makinede bırak kendini sokağa at dedi. Eşim emekli kahvesinde. İşte ben de attım kendimi. Dışarıda bir işim de yok ama belki ekmek alır dönerim”
Zaten bunca trafik, bu kargaşa, bu gürültü merkeze bir ekmek almak için gidenler yüzünden. Dolmuş taşmışlıklar hep bundan. Kızılay’a bir ekmek alıp dönenler. Nedir bu ekmek kavgası?
Oysa ki baksanız kendisi de ekmek yapacak birine benziyor. Bir tek altın bilezik ve altın evlilik halkasının süslediği güçlü beyaz kollar, tombul beyaz eller. Mayalı hamur bu kolların ellerin altında devrimci gücü bastırılıp dümdüz edilmiş toplumlar gibi teslim olmuş. Pat pat tokatlıyor en sonunda hamuru. İstediği şekli verip bekletiyor biraz daha. Az kabarsın yine ezip dövecek. Sonra yaradanın bile bize vermediği kadar şekil verecek, cehennem ateşinde de yakacak.
Fakat hayatlarımız berbat. Bu hayatın öyküsü de romanı da berbat. Şiir kaçıp kurtarmış kendini. En son Kapadokya semalarında görülmüş. Keşke ufo’lar gelse. Bölük bölük gökten. Işıl ışıl ve istilacı… Şu ablayla her türlü felaketi seve seve izlerim. Sonumuzu kötülüğün bitmediğine dair ezeli bir inançla izlerim. “Ama bitti işte” der tatlılıkla. Memnun musun?”
Merkel’in mavi gözleri anlamıyor olanı biteni. Çakmak çakmak. Hayır faltaşı gibi açılmış gözler. Fakat şansölye kimyacı olduğu halde sanki sıvıları, gazları da anlamıyor. Onun uzmanlık alanı katı cisimler. Alman romantizmi.
“Ben de anlamadım” diyor yanımdaki. “Altmış iki yıl yaşadım kaç gün oluyor öte tarafta?
Fakat hüzün olgun ruhun eseridir. Dal çıtırdar ama kırılmaz, hafifçe bükülür. Gamzedeler deva bulmaz.
Fincanlar şıngırdıyor. Ablam annemin çeyizinden kalan Çekoslovak malı dört adet fincanın ikisini istedi. Tabaklarıyla. Karşılığında ya işlemeli bir çevre ya iki parça dantel ya da beyaz iş yastık kılıfı verirmiş. Kardeş payı yapacağız. Ben de aklına uydum düştüm yollara. Şehrin öte yakasında oturması belki de benden kurtulmak için. Böyle giderse ablama tuzla buz götüreceğim. Delirecek, ölecek. Beni özensiz, saygısız ve her zamanki gibi saçma bulacak.
Fakat berbat. Oldum olası ve hep. İleride mutlu olacağız çocuk halkım. İleride güzel günler göreceğiz. Büyüdüğünde bunların hiçbirini hatırlamayacaksın zaten. Fakat bizim millet mutluluktan da doygunluğu anlar. “Çok doygunum Vedat”
“Ücretini gönderemeyen var mı?”
Allah’ım. Nasıl bir kibarlıktır bu? Şoför belli ki işkillenmiş. Çünkü dolmuşçuluğun kaderi böyle. Her seferde bir kişi parayı iç etse. Çünkü ederler. İlla uyanık biri vermiş gibi yapar ama vermez. Araya kaynar. Sorulunca da ilk önce sağa sola, sonra da tavana bakar.
“Ben verdim” diyor az önceki duraktan binen öğrenci kız. Yanında ayakta duran beye de soruyor.
“Siz ilettiniz ya…”
“Hatırlamıyorum” diyor adam kayıtsızca. Ani fren olunca da savruluyor oturanların oraya doğru.
“Nasıl hatırlamazsınız ya. Beş dakika olmadı”
“Mecbur muyum Allah Allah?”
“Hanımefendi niye üstünüze alındınız ki?” diye soruyor şoför. Kısa kesik bir fren daha. Trafik bu noktada çok yoğun.
“Sanki özellikle size mi sordum? Ortaya sordum işte”
“Neden gocunayım ki” diyor bu kez kız. “Bana bakıp sordunuz. Öğrenciyim ya benden şüphelendiniz ilk. Biner binmez uzattım oysa ki”
Az önceki adama hınçla bakıyor. Adam hala oralı değil.
“Kesin vermedi bu kız” diyor yanımdaki. “Baksana nasıl da suçlandı? Çatır çatır kavga ediyor”
“Kaptan şu korona günlerinde iş mi yaptığın? Balık istifi gibi doldurdun. Cumhurbaşkanımız diyor ayakta yolcu alınmayacağını. Şikâyet etsek yeridir”
En arka sırada oturan yaşlıca bey kalın pürtüklü sesiyle müdahale etti sonunda.
“E binmeyin kardeşim. Binen var ki alıyoruz. Hizmet de beğendiremiyoruz yani”
“E almayın da binmeyelim”
“E binmeyin de almayalım”
Şoför ani bir hareketle düğmeye dokunup tavan camını açıyor. Gaza da yükleniyor ki iyice. Korona rüzgarları saçlarımızı başlarımızı alıp uçuruyor. Havada minik partiküller halinde ümitsizlik ve virüs var.
Hepimizde doktorlar dizisi çekiyormuşuz gibi beyaz, mavi türlü şekillerde maskeler. Peçelenmiş yüzlerimizle çok kimliksiz ve tekin olmayan haller içindeyiz. Ne güldüğümüz ne ağladığımız belli. Kimse aşık olamıyor. Şoför aynasından güzel kızları kesemiyor. Çünkü kim güzel kim değil belli olmuyor. Kim gülüyor kim ağlıyor o da belli değil. “Ben adamı suratından anlarım” günleri geçti artık. Derin anlayışsızlıklar içindeyiz. Şüphe kalbimize kuş yuvası yaptı. Ben değil ama herkes bulaştırabilir. Kendimden asla kuşkulanmıyorum. Sana güveniyorum ama bütün bir şehre güvenmiyorum. Allah Salih amelli kullarını korur. Mu? O bulaştıranı bir bulursam ağzını burnunu. Ceza Kanunu da değişir belki. Bulaş kaynağını gidip öldürmek indirim sebebi olabilir.
Bir de hayalet sürücüler gibi hayalet taşıyıcılar meselesi çıktı. Bu bizi hepten mahvetti. Bizim millet hayaletlere inanmadığından bu inançsızlık derin sorunlara yol açıyor. Cin ya da üçharfli taşıyıcı diye tanımlansaydı daha uygun olurdu belki. Somut emareler bizi kalbimizden yaralar. Ve hayatta en hakiki emare somut olandır. Nokta.
Ama bu mesafeyle halkım ne yapacak? Artık kimle senli benli olabileceğiz? Biz ki Akdenizli Ortadoğululuğumuzla sıcak sıcak yapış yapış olmayı severdik. Mişmiş’li zaman kipi. Dokunamadıktan sonra sırları açmak mümkün mü? Sokakta orada burada, karanlık köşelerde dertleşenlere bir bakın güreş yaptıklarını zannedersiniz. Birinin kulağına elinle yapışmadan dert anlatabilmemiz mümkün mü? Birbirimizin ensesini kavramadan ruhdaş olabilir miyiz? İşte öykülerimizi bile okurun serbest iradesiyle okutamıyoruz. Gönül ister ki bir yazar okurunu karşısına alıp zorla dinletsin. Elini kolunu bağlasın. Fakat aramız açıldıkça herkes herkesle küs gibi olacak. Elden koldan uzak olan gönülden de… Fakat adım gibi biliyorum. Yazar kısmı yazıya olan inancıyla abanacak, benimki gibi bir ütüyle yakacak sayfaları gönüllere daha ne korlar düşecek. Elinle bağlayamadığını dilinle bağla derler ya.
“Ahir zamanlar…” diye söyleniyor yanımdaki. Biliyordum işte. Biliyordum onun da bir ahiret kuşu olduğunu. Dünyalığa sevdasının ve ekmeklerinin gelip geçici olduğunu içten içe sezdiğini biliyordum. İşte bu sezgiyle kocasının kötülüklerini de görmezden geldiğini, görmezden gelmenin de öte dünyadaki mükafata ulaşmakta en kısa yol olduğunu…
“Sonra demek. Sonrası demek” diye söyleniyorum bende. “Ezeli ve ahiri olan şey nedir?”
“Anlamadım?”
Uğraşmıyorum. Fincanlarım tıngırdıyor kucağımda. Bayan Pnömoni olan ablam bekliyor yüzünde maske elinde hiç sönmeyen sigarasıyla. Koahkoah öksürüyor ve sarılmayacağımız öpüşmeyeceğimiz ve hatta toklaşmayacağımız için seviniyor. Belki de bu kadar yolu bana çiğnettirdikten sonra kapıdan içeri bile almayacak. Ben fidyeyi o da dantelleri verip kapıyı yüzüme kapatacak. 65 yaş üstü toplumumuzun en kırılgan kesimi oldu. Hatta enişte bey “ben zaten genç gösteriyorum” diyerek bütün yasaklı günlerde korkmadan gezdi tozdu. Ablam kaderini kabullenip evdeki yastıklarına gömüldü. Oysa ki hep olduğundan da genç göstermek istemiş ve bunun için birtakım çabalara girişmişti. Fakat yetişemedi.
Tuhaf olan onun aklına uyup yollara düşmem. Bir sözüyle beni felce uğratıyor. Hipnoz mu yapıyor ablalığın tartışılmaz gücünü mü kullanıyor belli değil. Kendimi riske attım. Şu tıkış tıkış dolmuşta belki de çoktan kaptım virüsümü. Herkes kendi virüsünü bulur. Eve dönüp kutsal ve dokunulmaz on dört günümü sessizlik ve ibadetle geçireceğim. Midem bulanacak, bastırsın diye ekmekle siyah zeytin yiyeceğim.
Her şey çok belirsiz. Herkesin ağzında da bu laf. Efendim eskisi gibi olmayacakmış. Eskiyi pek severdiniz sanki. Yeni yıllarda hadi güle güle dedecim deyip sırtınız dönüverirdiniz eski yıla. Biraz sonra şu zavallı dolmuşa yapacağınız gibi. Eski eşyalarınızı bir dakika bile tutamaz yenisiyle değiştirirdiniz. Yeni esvaplar pabuçlar alıverirdiniz. Eski araba, eski bilgisayar, eski cep telefonu mezarlıkları yaratan da sizdiniz. Eskiye bu düşkünlük de nereden çıktı? Bit pazarına nurlar mı yağdı?
Kızılay’a geldik. Şoför küçük manevralarla bizi indireceği yere yanaşıyor. Benle yanımdaki hariç herkes ayaklandı ansızın. Devler ülkesinde gibi kaldık oturduğumuz yerde.
“Sen pek fenasın” dedi yanımdaki birden. “Sen insanlığın sonunu istiyorsun çok belli ama olmayacak. Tek bir hücre bile kalsa yeniden doğacağız göreceksin”
Zorlanarak da olsa o da kalkıp bana biraz da küçümsermiş gibi baktı. Kaşlarının kalkmasından anladım. Maskesini mikroplu elleriyle düzeltip burnunun üzerine oturttu. Suni deriden çantasını omzuna bir edayla astı.
“Siz niye inmiyorsunuz?” diye arkaya döndü şoför. “hayret bişey yani”
Kuyrukta bekleyen yeni yolcularına bir cakayla baktı. Annesinin yanında beş yaşlarında bir oğlan çocuğu maskesinin üzerine kırmızı boya kalemiyle yukarı kalkan bir ağız ve inci gibi dişler çizmişti.
Gülümsemedi bile. Yüzünü ön cama döndü. Tak etmişti canına bu maske üzerine maskeli balo. Ve onun sahte yüzleri…