Ömer Turan: Önemli birçok sanatçının çocukluğu ve gençliği ele avuca sığmaz/afacan diye tabir edebileceğimiz bir yaşantı içerisinde geçmiştir. Şimdi ben, bir psikiyatr edasıyla çocukluk ve gençliğine kadar inmeni istesem; ev ve mahalle içerisinde hal/hareket açısından nereye konumlandırıldın? Bu soruya ek olarak; okuma ama özellikle yazma eğilimine sahip olduğunu ne zaman ve nasıl keşfettin?
Sinan Öztürk: Çocukluğum ve gençliğim için, ele avuca sığmaz/afacan diye tabir edilebilecek birisi olmadığımı söyleyebilirim. Bu dönemler aksine her zaman anlayışlı, olgun, büyüklerinin sözünü dinleyen, okulda örnek bir öğrenci olarak geçti. İlkokulda rahmetli hocam Melahat Hanım’la ders sonrası sokaklarda beraber yürürdük, evine gider oturup sohbet ederdik. Zaman buldukça Atapark’taki İl Halk Kütüphanesi’ne giderdim. Çok okurdum. Evimizde de epey kitap vardı. Onları da okurdum. İlkokuldayken liseye giden büyük kardeşlerimin, özellikle genel coğrafya kitaplarını okumaktan büyük zevk alırdım. Ortaokulda yazmaya başladım. Hiç unutmam yazdığım bazı kompozisyonları hocam Haydar Tuncer başka sınıflara da götürür okurdu. Bunu hem kendisi hem de o sınıflardaki öğrenciler bana söylerlerdi. Her çocuğun gönlünde “ilerde olmak istediği” şeyler vardır. Ben hep okuyan yazan biri olmak istedim. O yolda da devam ediyorum.
Ömer Turan: Sonra üniversite yılları… Biz biliyoruz ki, bu yıllar senin açından çok sıkıntılı geçti. Bu sıkıntılarla boğuşurken ülke gerçeklerine ve hayata karşı da gözlemler/düşünceler geliştiriyordun. Hem o dönemin özetini hem de giderek olgunlaşan dünya görüşünle beraber okuma/yazma sürecini ne yönde etkilediğini öğrenmek istiyorum? Ayrıca okumalar arasında öncelikli türleri de merak ediyorum.
Bu yıllarda da okuyordum. Özellikle felsefe ve şiir okuyordum. İlk şiirlerimi yazıp arkadaşlarımla paylaşmam da bu dönemlerde oldu. Öyküler, hikayeler de yazdım. Kırk elli sayfayı bulan mektupları da bu dönemlerde yazmaya başladım. Yazdıkça sürekli kendimi geliştirebildiğimi gördüm. Ama kendimi, şu an da dahil, sürekli olarak bir öğrenci, bir öğrenen olarak gördüm. Yazma eylemime derinlikli olarak daha çok Almanya’da ağırlık verdim.
Ömer Turan: Almanya’ya göç etme serüvenine gelmeden… Trabzon’da yaşadığın dönemde mahalle kültürü henüz ölmemişti ama can çekişmeye başlamıştı sanki. Aramızda dijital çağın genç kuşakları da var, özellikle onlara mahalleli yaşamın dinamiklerini anlatmanı istesem, belli başlı neler söylersin?
Sinan Öztürk: Biz sokaklarda büyümüş bir kuşağız. Bütün mahalle birbirini tanır, bütün sokak aile gibiydi. Teklifsiz herkesin evine gidilebilir, yemek yenilebilirdi. Sokaklar panayır yeri gibiydi bizler için. Kız erkek, yaşlı genç fark etmeksizin sokak hepimizindi. Çok çeşitli oyunlar oynardık. Arkadaşlığı yaşayarak öğrenen bir kuşaktık. İyisiyle kötüsüyle çok daha içten, sahici ve samimiydi o dönemlerin ilişkileri. Ama artık geri dönüş yok. Bu çağın gerçekleriyle o çağın gerçekleri çok farklıydı. Dijital dönemlerde yetişmiş olsaydık biz de çağın yetiştirdiği bir kuşak olurduk kuşkusuz. Ama artık geri dönüşü olmayan bir yoldayız. İyi ki yaşadık o dönemleri diyebilirim sadece.
Ömer Turan: Almanya’ya gidişin de başlı başına bir serüven. Hem o gidiş sürecini hem de oraya vardığında nasıl bir duygu atmosferine girdin? Duygularında bir parçalanma mı yoksa ülkende yaşadığın sıkıntılardan ötürü oranın bir çeşit “huzur” mekânı olduğunu mu hissettin? Ya da yaşadığın kent arkadan geldi mi oralara?
Sinan Öztürk: Yaşadığım kent her zaman arkamdan geldi, geliyor ve de gelecek. Bu değişmez. Kafavis’e atfen sordun. Canetti ve Freud’la tamamlayabilirim: İkisi de 3-4 yaşlarına kadar yaşadıkları köylerin tesirini hep üzerlerinde taşımışlardır.
Almanya hiçbir zaman yaşamayı düşündüğüm bir yer olarak aklımdan geçmemişti. Ama koşullar beni oraya sürükledi. Ankara’da bindiğim uçakta “Ne kendi isteğimle geldim sana / ne de soylu bir atın sırtında” dizelerini mırldanıyordum. İçim acıyarak ve yanarak gittim. Memleketin son hediyesini gene Ankara havaalanında çırılçıplak soyularak aldım. Apronda uçağa yerleştirilmek üzere giden bavullarım, durdurularak açıldı. Tarumar edildi. Her zamanki gibi hakaret, tehditler ve sorgulamaların ardından nihayet uçağa binebildim.
Almanya’nın bir huzur mekânı olmadığını biliyordum. Ancak Türkiye’de de hiç huzurum yoktu. Bilinçli, istemli bir gidiş olmadı. Biraz “kurtulmak, nefes almak” biraz da “yeniden başlama” arzusu ve cesareti diyelim.
Ömer Turan: İki ayrı yaşam biçimi, iki ayrı dil, iki ayrı kültür… Bütün bu ayrılıkları tanımaya ve adlandırmaya başladığında ilk aklından geçenleri merak ediyorum. Bir ikilem mi oluşturdu sende yoksa zenginlik mi?
Sinan Öztürk: Yeni bir ülkede elbette en başta ikilemler! Yıllar sonra bile Almanya’nın bize göre bir ülke olmadığını söyleyebilirim. Ahmet Telli’nin çok sevdiğim “olanaksızlık ta bir olanaktır” belirlemesini hayata geçirmeye çalıştım. Sonuçta iki yüz yıl yaşamıyoruz. Hayat insana her zaman yeniden başlama olanağını vermiyor. Ben bu olanağı tırnaklarımla kazıya kazıya elde ettim ve değerlendirmeye çalıştım, çalışıyorum da. Bu çalışmaların beni götürdüğü yerde kısmi bir zenginliğe ulaştığımı söyleyebilirim. Nedir bu zenginlik? Yeni bir dil, kültür, düşünme ve görme biçimi.
Ömer Turan: Dil öğrendikçe özelde Alman Edebiyatı’na ama genelde batı edebiyatına ve felsefecilerine karşı da bir ilgin oluştuğunu biliyorum. Bu bağlamda, beslenme/olgunlaşma açısından nasıl bir dönem geçirdin?
Sinan Öztürk: Tırnaklarımla kazı yaparken elbette derinlerde hem sızı hem de sevinç buldum. Alman edebiyatı ve düşünürlerine çok uzak değildim geldiğimde. Burada derinleşmeye çalıştım. İsmen bildiklerimi derinlemesine anlamaya çalıştım. Almanya için söylenen “şairler ve düşünürler ülkesi”nden ben de faydalanmaya çalıştım. Çok zengin ve titiz ve de en önemlisi hak edilmiş bir geçmişle karşılaştım. Hiç unutmam cebimdeki son parayı girdiğim bir kitabevinde aç gözlülük yaparak hiç yarını düşünmeyerek gidip olduğu gibi kitaplara vermiştim. Biyografileri çok severim. Rororo yayınevi de bu işte oldukça iyidir. Kitabevinde gördüğüm kitapların bir an önce elimde ve evimde olmasını o kadar çok istemiş olmalıyım ki, on tane biyografi kitabını alıp yurttaki odama dönmüştüm. Heyecanla hepsini karıştırmaya başladım. Oysa acıktığımda dolabımda yiyecek hiçbir şeyim kalmadığını da görecektim. Aslında doğru bir davranış değildi. Birer birer de alabilirdim. Ama kitapların güzelliği beni çok etkilemişti. Burada insan ilişkileri çok yoğun olmadığından kendine daha fazla zaman ayırabiliyorsun. Doris Lessing Nobel Ödülü alan bir Alman edebiyatçıdır. Bir söyleşisinde, eşiyle Afrika’da yaşarken çok fazla zamanı olduğunu, bu zamanı ancak yazarak geçirebileceğini düşündüğünü, yazma serüvenini böyle geliştrdiğini anlatır. Burada insansızlık insana zaman yaratıyor.
Ömer Turan: Gördüğüm kadarıyla orada hem yoğun bir çalışma hayatının içinde oldun ve aynı yoğunlukta da edebiyatın içerisinde. Şiir ve düzyazı çalışmaların devam ederken bir yandan da edebiyat etkinliklerinin sürdürücüsü oldun. Özellikle ülkemizin değerlerini oraya davet edip söyleşi yapmalarını sağlandın. Bu etkinliklerden söz etmeni istemekle birlikte, -gözlemlediğin kadarıyla- Almanların Türkiyeli edebiyatçılardan kimleri tanıdığını ve okuduğunu da anlatmanı istiyorum.
Sinan Öztürk: Bütün öğrencilik dönemimde çalıştım. Tatiller benim için çalışmak demekti. Sırf tatillerde değil, okul döneminde de çalıştım. Sanırım en az otur kırk yerde çalışmışımdır. Fabrikaları iyi bilirim. Oradaki insan ve çalışma kültürünü de iyi bilirim. Aşçılıktan garsonluğa, kütüphanecilikten temizliğe, kalite kontrolüne kadar sayısız iş yaptım. Okulumu ancak böyle bitirebildim. Neyse ki okulu bitirdim de biraz daha eli ayağı düzgün işlerde çalıştım.
Okumak ve yazmak hiçbir zaman kopmadığım, hatta deyim yerindeyse elim ayağım gibi benimle bütünleşmiş parçalarımdı. Ama hem okul hem iş oldukça yorucu oluyordu. Gene de zaman zaman ara vermiş olsam da kopmadım. Okuduğum üniversitede on-on iki dilden eserlerin yer aldığı bir kütüphanenin kuruluşundan başlayarak hep içinde oldum, üç sene sorumluluğunu yürüttüm. Dergiler çıkardık. Üniversitede seçimle öğrenci parlementosunda üç yıl görev yaptım. Bu süreç içinde aynı zamanda Ruhr Üniversitesi’nin “Uluslararası Barış Temsilciği”ni yürüttüm. Temsilciğimin aldığı ödeneğin bir bölümünü kültür sanat edebiyat etkinliklerine yönlendirdim. Bu süre içinde gerek Türkiye’den gerekse Almanya ve diğer ülkelerden edebiyatçıları, düşünürleri buraya davet ettim. Sayarsam buraya sığmaz ama birkaç tanıdık isimden söz edebilirim: Murathan Mungan, Demir Özlü, Vedat Türkali, Fikret Başkaya, Haluk Gerger, Gülten Akın, Sezai Sarıoğlu, Taner Akçam, Ertuğrul Kürkçü, Ragıp Zarakolu, Can Yücel ve daha birçok yazar ve düşünürle programlar yaptık.
Sinan Öztürk: Bu soruya yayınevi için yazdığım ve bir kısmı kitabın arkasında yer alan yazıyla karışılık vermek istiyorum.
Bu romana, bir ‘Trabzon Romanı’ da diyebilirim. Şehir milliyetçiliğinin arkasındaki anlamsız hezeyanların, bugünü hep geçmişin, aslında çoğu zaman yalanların üzerine kurup yaşayan insanların ve bir şehrin hikayesi. Doğruyu söylerken bile, hep yalana başvurulmasının romanı. Aynı zamanda bir aşk romanı, aynı zamanda bir gençlik romanı. Ama aynı zamanda da bir 12 Eylül romanı. ‘Gizli din taşıyanların’ romanı da aynı zamanda. İçinde doğup büyüdüğüm, biçimlendiğim bir kent olması bakımından beni çok etkilemiş bu Trabzon’un, aslında ‘çıplak olduğunu’ da anlatmak istedim biraz. Sık sık gittiğim halde, 2005 yılında bir süreliğine Trabzon’da bulunduğumda, bu kentin bana ilk kez bu kadar uzaklaştığını hissettim ve bu durum bana büyük bir acı verdi. Kitap bu yanıyla benim için çok şey ifade etmektedir. Bu kitabımı nasıl tanıtırım diye yazdığım bir yazıda bu duyguyu şöyle vermeye çalıştım:
“Edip Cansever, bir şiirinde ‘‘İnsan yaşadığı yere benzer’’der. Yaşadığı şehre benzeyen insanlar, şehir değiştikçe ne kadar değişmektedirler? İnsanlar mı yaşadıkları şehirleri kendilerine benzetirler, yoksa şehirler mi insanları kendisine benzetir? Doğup büyüdüğü şehrin geçirdiği travmaları içinde hissederek yaşayan insanların hikayesini göreceksiniz bu kitapta. Romanın kurgusu, bilinen en eski yerleşim merkezlerinden olan Trabzon’un, 80’lerin başına kadar yaşadığı değişimin biraz köklerine inmek, orada gezinirken bugünle köprü kurmak, şehrin yaşadığı acıları bir keskin bıçak gibi kalbinde taşıyan yazarın, bu şehirle hesaplaşması üzerine kurulmuş. Yüzyıllar içerisinde oluşmuş kimliğini hızla kaybeden şehir, başkalaşarak kendinden uzaklaşıp, rengini, çok kültürlülüğünü ve giderek de doğal tipolojisini terkederken, korku dolu günlerin ve ümitsiz aşkların arasından süzülüp gelen hayatlara dair kalıntılar arasında şehrin nostaljik semtleri olan Soğuksu’ya, Kemeraltı’na, Mumhaneönü’ne, Boztepe’ye düşüyor yolu yazarın. Eskinin sadece yıkılıp yok edildiği, yenininse kendisine benzemediği şehrin sokaklarını adımlarken, geçmişin gölgesinde bugünü yaşamanın buruk hüznünü süren sokakların, terkedilmiş, yıkılmış evlerin, kurumuş ağaçların, odun ve kömür deposuna dönmüş bahçelerin yalnızlığıyla daha da yalnızlaşıyor. Ama esas yalnızlaşmak, kendi şehrine uzaklaşmakla başlıyor. Aslında bu seçilmemiş yalnızlık, şehrine aşık olan herkesin çektiği, sonu bir türlü gelmeyen, savunmasız bir çileden başka birşey değildir.’’
Ömer Turan: Yurtdışından Trabzon’a geldiğinde hâlâ buraya ait olduğunu hissediyor musun?
Sinan Öztürk: Hissediş her geçen zaman azalıyor. Özellikle son gelişim (Ağustos 2019) bu kopukluğu suratıma sert bir rüzgâr gibi çarptı. Neden mi? Benim yaşadığım Trabzon’dan neredeyse eser kalmadı diyebilirim. Kendimi şehre çok yabancı hissettim ve Trabzon giderek büyüyen bir boşluk haline geldi benim için. Bu durumdan senin gibi birçok arkadaşımın da muzdarip olduğunu biliyorum. Geçmiş yok! Gelecekse; o bana ait bir gelecek değil. Ama Trabzon elbette sadece binalardan yollardan oluşmuyor. Orada çok yakınlarım, dostlarım var. Doğduğum büyüdüğüm kent. Büyüdüğüm evimiz hala bizi konuk ediyor. Mezarlarımız orada. Hatıralarımın büyük kısmı Trabzon’la ilgili. Yabancılaşma özellikle kent mimarisi ve kültürüne içkin bir yabancılaşma.
Ömer Turan: Roman dışında da birçok alanda kalem oynattın. Yoğun olarak şiir yazdın, çeviriler yaptın hatta önemli dergilerde yayımlandı bu çevirilerin. Çeviri yapmaktan da çok keyif aldığını biliyorum. Nedir bu keyfin sendeki karşılığı?
Sinan Öztürk: Yazmak insanın eviyse, evine farklı yollardan da gidebilir. Bu durum benim için de böyle. Her yazı türünde farklı bir yönü çalışıyor insanın. Kitap olarak bir roman ve bir şiir var şimdilik. Ancak çok sayıda deneme ve öyküde yazdım. Yazıyorum da. Önümüzdeki dönemlerde de bu süreç devam edecek.
Çeviri, bir öğretmenin evinde her akşam ders çalışması gibi bir şey. Kullandığın bir dili, kullandığın bir diğer dile eviriyorsun. Çevirmek şiirde bence “evirmek” sözcüğüyle karşılığını bulabilir. Edebiyatın diğer türlerinde çeviri işi fazla karmaşık değil. Çünkü şiir, her dilin bana göre zirvesidir. İnsanın en çok kendisi olabildiği alanıdır; hatta bir bakıma “mahremidir” de diyebilirim. Bu mahreme el atmak o kadar kolay değil. Zaman zaman Nietzsche, Marx, Freud, Frankfurt okulundan bazı isimlerden olduğu gibi şairlerden de çeviriler yaptım. Aslında her alanın kendine özgün diline hakim olmak bana göre mümkün değil. En rahat çeviri yapabildiğim alanlar edebiyat (şiiri biraz dışında tutarak), tarih, sosyoloji, iktisat, siyaset bilimleri ve psikolojidir. Bu da sanırım bu alanlarla çokca içli dışlı olmamdan kaynaklanıyor. Felsefe oldukça zor. Ama sonuçta her çeviride bir metne daha fazla hakim olabiliyorsun. Ayrıca sanki o metin seni de yansıtıyor çevrildiğinde. İçinde kendini görüyorsun. Sanırım hem emeğe saygıyı artırıyor, hem de öğrenmeye ve bir parça da egomuzu güçlendirmeye yarıyor. Sonuçta, çok zahmetli bir keyif diyebilirim. Şimdi aklıma geldi, oysa daha geçen yılın yaz mevsiminde yaptık bunu; tarihsel bir belgesel filmin Türkçeden Almancaya çevirisini de bir arkadaşımla birlikte tamamladık ve altyazı olarak yayınlandı çeviri. Dediğim gibi cidden de aklımda değil yaptığım her şey. Ama biraz daha sallasam epey şey çıkacaktır.
Ömer Turan: Hiç şiir çevirdin mi? Yoksa o alan çok zor, bulaşmam diyenlerden misin? Senin şiirlerinin Almancaya çevrildiğini biliyorum. O dile de hâkim olan biri olarak sormak istiyorum, nasıl buldun o çevirileri duygu ve anlatım açısından?
Sinan Öztürk: Bir dönemler Heinrich Heine çok ilgimi çekmişti. Biyografisinden ve şiirlerinden toparlama oldukça hacimli bir yazı hazırlamıştım, Evrensel Kültür Dergisi’nde yayınlamıştı. Bunları epey önce yapmıştım. O zamanlar bilgisayar şimdiki gibi hayatımızın içinde değildi. Ve ne yazık ki hemen hiçbirinin kopyası elimde değil. Brecht’ten, Rosa Auslaender’den ve sanırım birkaç şairden daha şiirler çevirmiştim. Kitap olarak çeviri yapmadım. En son, kitaplarımın çıktığı Kalkedon Yayınevi’yle özellikle biyografi çevirmek üzere sözlü olarak anlaşmıştık ama henüz bir adım atılmadı. Bu arada Almanya sendikal hareketleri tarihiyle ilgili de çevirilerim politik dergilerde yayınlanmıştı. AB muktesebatı ve fonlarıyla ilgili bir dönemler çalıştığım Türkiye Araştırmalar Merkezi’nde çeviriler yapmıştım. Aslında ben de unuttum ne zaman neler çevirdiğimi. Ama zaman zaman karşıma çıkınca anımsıyorum.
Kendi şiirlerimle ilgili ise, oldukça başarılı bir çeviri yapıldığını söyleyebilirim. Sürekli benim de denetimimde yürüdü ve sonunda beni de oldukça tatmin eden bir çalışma ortaya çıktı. Duygu ve anlatım olarak elimizden geleni yaptık. Ama Almanlarla bizim duygularımızı ne kadar usta olsak ta aynı kabın içine sığdırmamız çok zor. Gene de en iyisinin olduğunu söyleyebilirim.
Ömer Turan: “Yazdan Sonra Yalnızlık” adlı şiir kitabını henüz dosya halindeyken ilk okuyanlardan biriyim. Çeşidi çok temalara yüklediğin yoğun duygular var. O temalar ve duyguları anlatmanı istemekle birlikte başat tema olan “yalnızlık” temasının sendeki gerçeğini/etkisini merak ediyorum.
Sinan Öztürk: Hem içe dönük hem de dışa dönük bir insanım. İnsanlarla birlikte olmayı da yalnız kalmayı da severim. Genelde hep bir denge içinde gitmiştir. Ama ilerleyen zamanla birlikte içe dönük kısım daha da arttı. Sanırım bu biraz da bir gereksinimden kaynaklandı. Yalnızlıktan kastım iki türlü; birincisi gerçekten benim tercih ettiğim “seçilmiş yalnızlık” bir de Can Yücel’in dediği gibi “bir başınalık” hali. Sürekli insanlarla olmak benim için oldukça yorucu ve verimimi düşüren bir bir şey. İnsan kalabalık içinde başkadır, kendisiyle kaldığında başkadır. Ne kadar yoğun olursam olayım her gün mutlaka kendime ayıracağım birkaç saatim olmalıdır. Bu aynı zaman da bir “arka oda” gibi algılanabilir. İşte bu arka odada yaşadıklarımı gözden geçirip bir değerlendirme yapabiliyorum. Son zamanlarda bu yalnızlığımı çeşitlendirdim ve hemen hemen iki günde bir ormanda yaklaşık on kilometre yürüyüş yapıp sorularıma ve kendime cevaplar bulmaya çalışıyorum. Trabzon’daki denizin yerini burada orman aldı. Orman şiirlerimde de sıkça kullandığım bir imge haline geldi. Ağaçlarla dostluk içindeyim ve bundan da oldukça mutluyum.
Ömer Turan: Şiir mi düzyazı mı seni daha çok rahatlatıyor ya da ifade ediyor? Her iki türden de başucu kitapların var mı? Türk şiirindeki akımlarla direk bir akrabalık kurmadığını gözlemliyorum ama bu akımlara bakış açın nasıl oldu gelişim sürecinde?
Sinan Öztürk: Şiir de düzyazı da bana iyi geliyor ve her ikisinde de farklı yönlerimi ifade edebiliyorum. Elbette çok sayıda başucu kitaplarım var. Aslında başucu kitaplarım daha çok düşünce dünyasındandır ve bir çırpıda epey sayabilirim: Özellikle Marx, Freud, Nietzsche, Spinoza, Althusser, Foucault, Max Weber, Sartre ve tümüyle Frankfurt Okulu. Ama düzyazı ve şiire dönecek olursak ki bu da dönem dönem değişiyor olsa da her zaman dışardan Camus, Sartre, Kafka, Dostoyevski ve Hesse, bizdense Demir Özlü, Tezer Özlü, Yaşar Kemal, Sabahattin Ali, Ahmet Hamdi Tanpınar, Vedat Türkali sürekli elimin altındadırlar. Şiir olaraksa gene aynı sıralamayla Eluard, Aragon, Neruda, Brecht ve Rilke bizdense Nazım, Murathan Mungan, Ahmet Telli, Attila İlhan ve İkinci Yeni çevresinden şairler de elimin altındadırlar.
Şiirlerimde dediğin gibi bu elimin altındakilerle çok fazla bir akrabalığım olmasa da mutlaka şiirlerimin taşıdığı ruhta ve renkte bunların da etkisi vardır. Ama kendimi –bu belki yapı olarak da böyle olmamdan kaynaklanıyor- herhangi bir akıma sığdırma gibi bir çabam olmadı. Gene de okurlar beni bir yerlere yerleştirmek isterlerse bunu da merak etmiyor değilim doğrusu.
Ömer Turan: Şu an okuduğun, elinin altında bulundurduğun kitapları da merak ediyorum.
Sinan Öztürk: Çok değişik alanlarda okuyorum. Bazen aynı anda birçok kitap okurum. Şimdi bu sorunun üzerine cidden de yazı masamdan kalkıp elimdeki kitapları bıraktığım diğer masama geçiyor ve not ediyorum: “Kants Welt” (Filozof Kant’la ilgili Almanca bir biyografi), Slavoj Zizek “Ahir Zamanlarda Yaşarken”, Salinger “Çavdar Tarlasında Çocuklar”, Hans Fallada “Jeder Stirbt Für Sich Allein” (Almanca bir roman), Sabahattin Ali “Kuyucaklı Yusuf”, Spinoza “Etika”, Edward Said “Yersiz Yurtsuz”, Hamed Abdel Samad “Abschied vom Himmel”.
Ömer Turan: Biraz edebiyattan uzaklaşıp günlük sorunlara değinelim istersen. Ama öncelikle şunu belirtmek istiyorum: Almanya’da şu an önemli bir kurumda akademik düzeyde öğretmenlik yapıyorsun. Tam olarak açılımı nedir yaptığın işin?
Sinan Öztürk: Yüksek öğrenimimi bitirdikten sonra Essen ve Bochum üniversitelerinde araştırma görevlisi olarak birkaç yıl çalıştım. Ayrıca tercüman ve çevirmen olarak ta çalıştım. Bir lisede matematik dersleri de verdim. Ama genel hatlarıyla üç kez alan değiştirdim. İktisat, bilişim ve dil. Son altı yıldır şimdiye kadar yaptığım en keyifli işi yapıyorum. Almanya’ya gelen ya da uzun yıllardır burada yaşayan Alman olmayanlara yönelik okuma yazma düzeyinden üniversiteye girişe kadar ağırlıklı olarak dil dersleri veriyorum. Bu alanda sık sık görev yeri değiştiriyorum. Çünkü bu iş böyle bir iş. Zaman zaman aynı anda üç dört kurumda ders verdiğim oluyor. Şu anda da öyle. Bunların bir kısmı devlet kuruluşları bir kısmıysa özel. Ayrıca gene Alman vatandaşlığına geçiş için şart koşulan bir sınav için düzenlenen kurslarda da kısaca Almanya’nın yakın tarihi, siyasal ve hukuksal yapısı, kültürel ve toplumsal özellikleriyle ilgili de dersler veriyorum. Bir de çok az olmak üzere Almanlara Türkçe dersleri veriyorum.
Ömer Turan: Göçmen konusu şimdilerde çok önemli bir sorun. Almanya ile Türkiye’nin bu soruna bakış açısını da en iyi bilenlerdensin. Karşılaştırmanı istesen, neler söylersin?
Sinan Öztürk: Bu cidden de çok uzun bir konu. Hatta şimdilerde bu konuyla ilgili bir çalışma içindeyim. İçine girersem çıkmakta zorlanırız. Çok kısa ve özet olarak bir şeyler söylemeye çalışabilirim: Almanya da her dört kişiden birisinin göçmen arka planı var. Yani benim gibi doğrudan göçmen olmasa da. Örneğin benim oğlum burada doğdu büyüdü, ama ben Türkiye’de annesi burada büyüdü. Göçmen arka planı varken buna benzer durumları kastettim. Bu dörtte bir neredeyse yirmi milyonu buluyor. Sanıyorum ki Almanya istese de istemese de demografik olarak Amerika olma yolunda. Çünkü Almanların içerisinde çocuk doğurma oranı çok düşük ve bu mesele bana göre Almanya’nın en önemli meselesidir. Son dört yıl içerisinde Almanya nüfusuna yaklaşık iki milyon da mülteci eklendi. Bunun bir milyonu Suriye’den diğerleri ise ağırlıklı olarak Afganistan, İran, Irak, Fas’tan geliyor.
İşim gereği de bu insanlarla sık sık birlikteyim ve bu konuda oldukça bilgim ve gözlemim var. Türkiye’de şöyle bir algı var: Bütün mültecileri biz aldık. Avrupa hiçbir şey yapmadı. Bu “Avrupa” belirlemesinde Almanya kesinlikle dışarda tutulmalıdır. Nedeniyse yukarıdaki gerçeklerdir. Hatta Almanya’nın aldığı mülteci sayısı bütün Avrupa’nın aldığından fazladır. Almanya’ya haksızlık yapmamak gerekir. Ben Almanya başbakanı sayın Merkel’in mülteci politikasında izlediği yolu cidden takdir ediyorum ve kendisine de teşekkür ediyorum. Hiç popülistlik yapmadı. Gelebilecek bütün eleştirileri göze aldı. Hatta partisinin bu durumdan zarar göreceğini bile bile bunu yaptı ve benim hem saygımı hem sevgimi bir kez daha kazanmış oldu.
Ömer Turan: Ve son soru… Bundan sonra Sinan Öztürk’ten neler okuyacağız? Çalışmaların daha hangi alanda? Dil olarak belli bir seçimin var mı?
Sinan Öztürk: Üzerinde uzun zamandır çalıştığım, yukarıda da değindiğim gibi salt mültecilerle sınırlık kalmayan, buradaki kültür çeşitliliğini ele alan “kültürlerarası gözlemler” alt başlığıyla bir kitap çalışmam var. Oldukça ilerledim. Biraz daha zamanımı alacak. Bu kitabımı haliyle Almanca hazırlıyorum. Nietzsche ile ilgili, onunla kendi diyaloglarımı sürdürdüğüm, onu zaman zaman bugüne taşıdığım Türkçe deneysel bir çalışma, ve sonunun nereye gideceğini henüz benim de bilmediğim bir Türkçe roman üzerinde çalışıyorum.
Söyleşi için çok teşekkür ediyorum. Ben de sana yazın hayatında başarılar diliyorum…