DİL ve GÖSTERGEBİLİM[1]
1.Parşömen kâğıtlar okunduğunda, kıvrıktırlar; şiirin ve
2. kadavranın içi açılmamıştır, insan insanın hiç.
Ece Ayhan, Şiir ve Kadavra
Roland Barthes diğer tüm yapıtlarında olduğu gibi Göstergebilimsel Serüven adlı yapıtında da 20. yüzyılda dilbilimdeki gelişmelerin birçoğunda fikirleriyle temel hazırlamış ve yapısalcılık ile göstergebilim alanında adını duyurmuş olan İsviçreli dilbilimci Ferdinand de Saussure’e (26 Kasım 1857 – 22 Şubat 1913) sık sık başvurur. Öyle ki “Saussure’ün terimleri arasında gösterilen ve gösteren göstergenin oluşturucularıdır.” (Barthes, 2012: s.44). Buradan, göstergenin bir gösteren ile bir gösterilenden kurulu olduğu sonucuna varabiliriz. Gösterenler düzlemi anlatım düzlemini, gösterilenler düzlemiyse içerik düzlemini oluşturur.” “Gösterilen, göstergeyi kullananın bundan anladığı “şey”dir.” (Barthes, 2012: s. 47-50) de diyebiliriz.
“Göstergebilim, dilyetisinin, dilyetilerinin bilimi olarak, kendi dilyetisini bir veri, bir saydamlık, bir araç, kısacası bir üstdil olarak kabul edemez. Psikanalizin edinimleri açısından güçlü olarak, içinde bulunup konuştuğu yer hakkında kendi kendini sorgular; bu sorgulama olmadan da her çeşit bilim ve her çeşit ideolojik eleştiri yetersiz kalır.” (Barthes, 2012: s. 18). Jacques Lacan (2019: s.25) yapıtında “Gösteren nedir?” diye sorar ve “Gösteren -sadece Saussure’cü olmayan, geçmişi Stoacılara kadar uzanan ve onlardan Aziz Augustinus’un eserlerine de yansıyan bir dilbilim geleneğinin ayinlerinde öne çıkarıldığı gösteren- topolojik olarak yapılandırılmalıdır. Nitekim gösteren öncelikle, gösterilen etkisine sahip olandır.” der. “Gösteren/gösterilen ayrımı düzeyinde, gösterilen ile vazgeçilemez üçüncü öğe işlevi gören şey, yani gönderge arasındaki ilişkiyi niteleyen, gösterilenin göndergeyi ıskalamasıdır. Ayarlayıcı işlemez.” (Lacan, 2019: s. 27) der. Jacques Lacan’a göre (Lacan, 2019: s. 37) gösteren, dilbilim tarafından işin içine sokulmuş bir boyuttur ve dilbilim söze bir ayrışma sokar, gösteren ile gösterilen arasındaki ayrım da o sayede kurulur.
“Gösterge kendini tekrarlayan bir şeydir. Tekrar olmadan gösterge de olmaz,” (Barthes, 2017a: s. 283). Tüm bu söylenenlerden hareketle göstergebilimin esasen dile bağımlı olduğunu ve de bütün dillerin içinde dilyetisi olduğunu söyleyebiliriz. “Aynı sokakta otururken bile farklı dünyalarda yaşayabilmemizin sebebi dildir.” (Eagleton, 2019c: s. 75). Dili kendine temel alan edebiyatın ortamının da tamamen dilden oluştuğu ve kullanılan her sözcüğün önceden milyarlarca kez kullanıldığı da düşünülürse “Göstergelerimizi sürekli dönüştürdüğümüz doğru.” dur (Eagleton, 2019a: s. 193). Sonuç olarak “Bir dili anlamak, bir yaşam biçimini anlamaktır.” (Eagleton, 2019a: s. 201) denilebilir ki “Dil ve kültür bir halkın ruhsal biyografisinin özünü damıtır..” (Eagleton, 2019c: s. 78) aynı zamanda. “Bu sürekli eksik kalan etre-pour-soi (kendisi-için-varlık), bir gösterenden diğerine mekik dokur ama kendini bu gösterenlerin hiçbiriyle tam manasıyla dile getiremez.” (Eagleton, 2012: s. 292). “çünkü bir gösteren, hep kastettiğimizden daha fazlasını gösterir.” (Eagleton, 2012: s. 339). Jean Paul Sartre’ın (2018: s. 17) yapıtında varolanı açığa çıkaran görünmelerin ne içerinin ne de dışarının olduğunu; hepsinin eşdeğer olduğunu ve hepsinin de başka görünmelere gönderdiğini ve hiçbirinin ayrıcalıklı olmadığına tanık oluruz. “Şeylerin kendilerini profiller halinde -yani sadece görünmeler aracılığıyla- verdikleri doğrudur. Ve her görünmenin başka görünmelere gönderme yaptığı da doğrudur.” (Sartre, 2018: s. 35). Sartre’a göre “..dilin, bize şeyler‘e ilişkin bir hiçlik (“hiçbir şey”) ile insan varlıklarına ilişkin bir hiçlik (“hiç kimse”) sunması çarpıcıdır.” (Sartre, 2018: s. 59).
“Hiçbir metin tam anlamıyla “kendisini içeriğine uydurmaz”, göstergelerini bunlardan farklı olan bir gösterilene eşitleyemez.” (Eagleton, 2018: s. 90). “her üretim tarzı kendine ait bir göstergebilim gerektirir, evrensel bir “kültürel” söylemle şişirilemeyecek bir göstergebilim.” (Eagleton, 2018: s. 192).
Biz burada neyi deniyoruz? diye sorulacak olursa, Thedor W. Adorno’nun yöntemli bir yöntemsizlik olarak tanımladığı ‘deneme’yi denediğimizi; deneme yöntemiyle “göstergebilim ve tıp”a yaklaşmaya çalıştığımızı söyleyebiliriz. “deneme her an kendi kendisi üzerine düşünmek zorundadır.” (Adorno, 2018: s. 38). Çalışmamızın sonuna doğru değinileceği üzere, benzer bir şekilde, Terry Eagleton’ın “Bir şiir bahsettiği şeylerin bizzat kendilerini oluşturur. Bu anlamda her şiir kendi üzerine geri kıvrılır.” (Eagleton, 2015a: s.109) cümlesiyle karşılaşırız. Yani “Kendisi de esas itibarıyle dil olan deneme,”, “yöntemli bir yöntemsizliktir deneme.” (Adorno, 2018: s. 25-26). Çünkü “Düşünce tek yönde ilerlemez, uğrakları bir halıdaki gibi iç içe örülmüştür.” (Adorno, 2018: s. 26).
Konumuz “götergebilim” ve “tıp” arasındaki bağıntı üzerinden yol almak olsa da biz edebiyatla-dille uğraşanlar “mümkün olduğu kadar çok metafor kullanmak zorundayız, zira metafor gösterene erişme yollarından biridir;” (Barthes, 2017b: 96).
Metaforda[2] bir gösterge bir şekilde benzediği başka bir göstergenin yerine konur: “ihtiras” “alev” haline gelir. Metonimide[3] ise bir gösterge, bir diğerini çağrıştırır: “Kanat”, bir parçası olduğu için “uçak”ı çağrıştırırken, “uçak” da fiziksel iç içeliği sayesinde “gökyüzü”nü çağrıştırır. (Eagleton, 2014: s. 111). “Metafor dilimizde karşılığını eğretileme olarak bulmuştur.” (Demirbaş, 2019: s. 13).
Her gösteren dizgesine (sözcükler), gösterilenler düzleminde (anlamlar), bir uygulamalar ve teknikler bütününün denk düştüğünü söyleyebiliriz. “Bu gösterilen bütünleri dizge tüketicilerinin (bir başka deyişle “okurlar”ın) değişik bilgileri (“kültür” ayrımlarına göre) olmasını içerir. Aynı kesitin (ya da büyük okuma biriminin) bireylere göre değişik biçimlerde çözümlenip kavranması, ama yine de belli bir “dil”e bağlanması böyle açıklanır. Aynı bireyde birçok sözlük ve bundan ötürü de birçok gösterilen bütünü bir arada bulunabilir: Bunlar her bireyde değişik “derinlik”te okumalara olanak sağlar.” (Barthes, 2012: s. 53). Dolayısıyla “Okumayı, iyi okumayı öğrenmenin olumlu bir yanı var, Yapısal analizi alışıldık metin analizinden ayıran şey, yapısal analizin bir metne hükmeden tüm kodları ve bunların dönüşümlerini ararken metinleri tekrar yazmaya olanak vermesidir.” (Barthes, 2017b: s. 91).
“Bilindiği gibi dilbilim tümce boyutunda kalır: İlgilenebileceğini düşündüğü sonuncu birimdir bu. Gerçekten de, bir dizi değil de bir düzen olan tümcenin, kendisini oluşturan sözcüklerin toplamına indirgenmesine ve hatta böylece özgün bir birim oluşturmasına karşılık, bir sözce, kendisini oluşturan tümcelerin art arda dizilmesinden başka bir şey değildir.” (Barthes, 2012: s. 103). Peki, sözcükleri kullanarak ve göstergeler aracılığıyla anlam arayışında öteki ile ilişki kurduğumuzda iktidar alanına ne derece dahil oluruz? Michel Foucault Hermenötiğin Kökeni (hermenötik=yorumbilim) adlı yapıtında “söze dökmenin kendi içinde yorumlayıcı bir işleve sahip olduğunu görebiliriz.” (Foucault, 2017: s. 79) der. Tıp bilimindeki bir hastalığı söze dökmenin de iktidar ile nasıl bir ilişkisi bulunur? İktidarın iki insan arasındaki bir ilişki olduğuna; ilişkiler bütünü olduğuna işaret eden Michel Foucault hasta ile hekim arasında söze dökülen ilişkinin de bir iktidar ilişkisi olduğunu düşünmemize kapı aralar.
Roland Barthes Görüntünün Retoriği, Sanat ve Müzik adlı yapıtında sesbirimin tek başına hiçbir şey olmadığını; ancak bir sözcüğün içinde yer alırsa anlama katılabildiğini; sözcüğün kendisinin de tümce içerisinde yer alması gerektiğini vurgular. Dolayısıyla “(her sözcük bütün bir biçimde, bilerek, kültürle donatılmış olarak doğar)” (Barthes, 2017a: s. 159). Bu da bize kurulan-yapılan cümlenin, kendisini oluşturan sözcüklerin toplamından daha çok şey anlattığını-çağrıştırdığını gösterir. “Dilin eksistensiyal-ontolojik temelini söz oluşturur. Söz anlaşılabilirliğin dile gelişidir.” (Heidegger, 2011: s. 169-170) ve kendini-kendinde-gösteren bir fenomendir de aynı zamanda (Heidegger, 2011: s. 31).
“Dasein, sözle kendini ifade etmekte ve dille dile getirmektedir. Dünya-içinde-varolma hep kendini dile getirmektedir. Dünya-içinde karşılaşılan varolanlarla birlikte var olduğu için Dasein, hep ilgilendiklerine söz yönelterek ve onlar hakkında söz ederek kendini dile getirmektedir.” (Heidegger, 2011: s. 430-431). Yazı-dil aracılığıyla insanların, demokrasiye, tarihe, edebiyata ve felsefeye, kısacası akla ulaşabileceklerini söyleyen Florance Dupont “olayı yeniden oluşturarak elde edilen edimbilimsel anlam olan sözcelemle bir metin olarak ele alınan sözcenin çözümlenmesiyle elde edilen anlambilimsel anlamı birbirlerinden ayırmak gerekir.” (Dupont, 2001: s. 15) der. Bu noktada gösteren ile gösterilen bizleri karşılar. “Tüm kuramsal kavrayış dilin önceden oluşturduğu bu dünyadan yola çıkar; bilim insanı, tarihçi, hatta filozof ancak dilin kendisine sunduğu halleriyle nesnelerine razı olmak durumundadır.” (Cassirer, 2018: s. 38).
Ses olmadan dil olmayacağına göre her dil’in de bir ritmi vardır. “Ritim olmadan hiçbir dil olmaz: Göstergenin temelinde bir gidiş-geliş vardır, bu, işaretlenmiş ve işaretlenmemiş olanın gidiş-gelişidir ve adına paradigma denir.” (Barthes, 2017a: s. 224). “Gösterenin mi gösterileni yoksa gösterilenin mi göstereni ürettiği konusu kuşkusuz kayda değer olsa da” (Eagleton, 2015b: s. 29) “Dil bizi duyumlarımızın hapishanesinden bağımsızlaştırır ve etrafımızdaki dünyayı kendimizle birlikte taşımanın tamamen sıkıntısız bir yolu haline gelir.” (Eagleton, 2015b: s. 104). “Dil, yalnızca iletişim ve bilgi iletimi amaçlı işaretler sistemi olmadığı ölçüde, düşünce, dil temeline bağlıdır. Gerçek dilin olduğu yerde, tayin edilecek şey, tayin etme davranışı öncesinde bilinmez. Daha çok, konuşulanın kendisinin ilk olarak bizim dünya içinde olmamızın dilin esas yapılanması vasıtasıyla ifade edildiği, bizim dünyayla dilsel ilişkilerimizdir.” (Bauman, 2017: s. 226). Bu noktada sözcükler mi hastalığı işaret eder, yoksa hastalık mı sözcükleri üretir? düşünülmeli!
“İnsanın arzusu Ötekinin arzusudur. Eğer insan kendi arzusunu ancak Ötekinin arzusu seviyesinde, Ötekinin arzusu olarak tanıyabiliyorsa, o zaman orada, adeta öznenin kendi yitip gidişine engel olan bir şey yok mudur?” (Lacan, 2017: s. 249). “Lacan’cı ifadeyle kültür belirli bir ötekinin ortaya çıktığı, “Öteki”ye ait olandır.” (Eagleton, 2019c: s. 79). Terry Eagleton (2019c: s. 121), başka bir kültürle karşılaştığımızda kendi içimizdeki yadsınamaz ötekilikle yüzleşerek bu ötekilerin bizimle akrabalığını tanırken kendi eylemlerimize de yeni bir gözle baktığımı söyler. Yine bir başka çalışmasında Terry Eagleton (2012: s. 154), Lacan’ın özne ile ilgili yorumu hatırlatarak, öznenin Öteki’nin isteğini gereğince anlayıp anlamadığından emin olamazsa -çünkü o isteğin, ikiyizlü gösterenden geçerek dolayımlanmak zorunda olduğuna vurgu yaparak- yasak bir sınıra karşı sürekli tökezleme tehlikesi altında, kendi ötesine geçerek, kendini hiçliğe sevk ederek korkuyla ilerleyeceğini söyler. Böylesi bir bakış açısıyla-yaklaşımla bir hastalığı daha iyi tanımlayabilir ve de hastaya yaklaşabilir miyiz?
“Bir dil olarak yapılanmış bilinçdışı, hem özel hem de örnek olabilecek türden bir dinlemenin, psikanalizin dinlemesinin nesnesidir.” (Barthes, 2017a: s. 224). “benim öne sürmüş olduğum Bilinçdışı dil gibi yapılanmıştır” (Lacan, 2017: s. 26). “Bilinçdışında sözün özne üzerindeki etkilerine bakılmalıdır.” “Bilinçdışı, sözün bir özne üzerindeki etkilerinin toplamıdır, bunun meydana geldiği seviyede, özne gösterenin etkileriyle kendini oluşturur.” (Lacan, 2017: s. 134). Lacan ile Barthes’in benzer cümleleri kullanması tesadüfî değildir. Bu cümleler bizi Sigmund Freud’un “Unutmayalım ki duyulan şeylerin anlamlılığı genellikle daha sonra ortaya çıkar.” sözüne teyeller. (Freud, 1970: 62 – Akt. Barthes, 2017a: s. 228).
“Kuşkusuz, bir şairin kişiliğini belirlemek için yapılan psikolojik araştırmalarda psikanaliz yöntemlerine ilgi gösterilebilir; böylece bir şairin yaşamı boyunca katlanmak zorunda kaldığı zorlamalar (özellikle de baskılar) hesap edilebilir ama şiir edimi, birden ortaya çıkan hayal, varlığın hayalgücü içinde yanıp tutuşması, bu tür soruşturmalarla ele geçirilemez.”. “bir şiir okuru, adı çoğu zaman yanlış anlaşılan bir öğretiye, yani fenomolojiye yapılan çağrıyı anlamayabilir. Oysa şiir okurundan, hayalin kendine has gerçekliğini yakalaması istenmektedir. Bunu yapabilmek için poetik hayale sistematik biçimde bağlanmak gerekir.” (Bachelard, 2018: s. 9-10).
“Ressam yapıtının bittiğini nasıl bilir? Bir sanat yapıtının ölçüsü sona ermesinde (oluşturduğu bitmiş üründe) değildir artık, sergilediği çalışmadadır (okurunu içine taşımak istediği üretimdedir): Yapıtın yaratım (ve okuma) süreci boyunca, sonu dönüşür. Bir sanat yapıtı, tıpkı tedavi gibi, son bulmaz: Her iki durumda da, bir sonuç elde etmekten çok bir sorunu, yani bir konuyu (çıkış noktasının içinde hapsolduğu ereklikten kurtulma) değiştirmek söz konusudur.” (Barthes, 2017a: s. 209).
” ‘Anlam’ kelimesi muhtemelen, bütün olarak dilde, anlamı bulunması en güç kelimedir. ‘Anlamak’ ne anlama gelir? Bana göre bu soruya verilebilecek yegane mümkün cevap, ‘anlama’nın, herhangi bir türden veriyi başka bir dile tercüme edebilme becerisi anlamına geldiğidir.” (Lévi-Strauss, 2018: s. 31). “Ad ve özün birbiriyle zorunlu ve içsel bir ilişki taşıdıklarını, adın nesneyi göstermekle kalmayıp aslında onun özü olduğunu, gerçek nesnenin adda bil kuvve içerildiğini ifade eden yaklaşım tam da mit üreten bilincin kendisinin asli varsayımlarından biridir. Felsefi ve bilimsel mitoloji de bu varsayımı kabul eder görünür.” (Cassirer, 2018, s. 9). “Requicho Adın bittiği yerde, yani içte (bedenin içini, her türlü gerçeklikten uzak, yalnızca doktorlar adlandırabilir -bu beden yalnızca içidir) başladığını keşfeder.” (Barthes, 2017a: s. 209).
“Kültür, çocuk doğduğunda annenin ya da babanın ya da her ikisinin ağlayıp ağlamayacağına karar verir.” (Illich, 1995: s. 95). Tam da burada kelime, dil ve anlam devreye girer. Burada dilin kültür düzeyinde kendini yeniden üretmesine vurgu olarak; “En genel düzeyde ‘kültür’ için doğru olan -yani kültürün asla, insanların birtakım yalıtılmış anlarda, eskazâ içinde yaşadığı bir form değil, ister istemez kendi süreklilik türlerini bulan, geçmişe ve şimdiye dair bir ayıklanma ve örgütlenme olduğu- farklı düzeylerde kültürel sürecin birçok öğesi için de doğrudur. Bu anlamda form doğası gereği yeniden üretilebilirdir; bu, form olarak onun zorunlu tanımıdır. İşaretler ve konvansiyonlar (anlaşmalar) doğası gereği yeniden üreticidirler, yoksa anlamlarını kaybederler. Bunun gibi bir dil, ya da herhangi bir sözsüz iletişim sistemi veya dili, sadece yeniden üretme gücünde olduğu sürece, o güç ölçüsünde varolur.” (Williams, 1993: s. 200-201) diyebiliriz.
Terry Eagleton “Anti-tıp” olarak adlandırdığım, “anti-psikiyatri”nin bir hicvini yazdım Slant’ta. Hastalığın özgürleştirici etkileri hakkındaydı.” (Eagleton, 2019b: s. 77-78) diyerek yukarıdaki tespitlerimizi desteklercesine konuya biraz da hicivsel yaklaşımda bulunur. “Öte yandan, tıp da güzelliğe derin bir uzam (altderi, üstderi) kazandırılmasına, kadınların güzelliğin çiçeklenmelerinin köklerin beslenmesine bağlı oldukları bir tür filizlendirici çevrimin ürünü olduklarına inandırılmalarına olanak sağlar.” (Barthes, 2018: s. 87). Reklamlar-kelimeler vs. kullanılarak yapılan “Sonsuzluk arzusu, estetik cerrahiden daha belirgin bir burjuva kurgusudur.” (Eagleton, 2019b: s. 294) diyebiliriz.
Ağrının tarihiyle uğraşan kişinin karşılaştığı sorulardan biri de “dil”dir. Dillerin çoğunda, doktorların bu amaçla devraldıkları terimler üzüntüyü, hüznü, kederi, utancı ve suçluluk duygusunu da kapsar. Bir diğer sorun ise ağrının istisna oluşturan aksiolojik[4] ve epistemolojik[5] statüsüdür. “Başkası “benim ağrım”ı benim anlattığım gibi anlayamaz, aynı başağrısını çekmesi gerekir, ama bu da olanaksızdır; çünkü o başka bir insandır.” (Illich, 1995: s. 97). Burada Arthur Rimbaud’nun on altı buçuk yaşında “Kâhin’in Mektupları” (Rimbaud, 2020: s. 9, 19) adıyla bilinen iki mektubunda “Ben bir başkasıdır” sözünü anımsamakla yetinelim ve dile yüklediği anlamı düşünelim. “gerçek ötekinin aslında insanın bizzat kendisi olduğuna dair psikanalitik kavrayışa da ihtiyacı vardır.” (Eagleton, 2019b: s. 111). “Her görüntü çok anlamlıdır ve gösterenlerinin altında sabit olmayan bir gösterilenler dizisi barındırır.” (Barthes, 2017a: s. 29). “Kendimi ancak başkası aracılığıyla tanıyabilirim, bu da benim olan “id” karşısında başkası konumunda olmam demektir.” (Sartre, 2018: s. 98). Buradan, “Kendi varlığını temellendirmek için, kendine mesafeli varolmak gerekir…” (Sartre, 2018: s. 133) sonucuna varabiliriz. “Dil, başkası-için-bedenimizin belli başlı yapılarını bize -boş yere- açınlamak suretiyle (oysa ki varedilen beden anlatılamazdır) bizi başkası üzerindeki sözümona misyonumuzdan bütünüyle kurtulmaya yönlendirir. Kendimizi başkasının gözleriyle görmeye razı oluruz; bunun anlamı, varlığımızı dilin açınlamalarıyla öğrenmeye kalkışmamızdır.” (Sartre, 2018: s. 436).
“Edebiyatın önemli addedilmesinin bir nedeni, modernitenin parçalanmışlığı ve bölünmüşlüğü nedeniyle fiilen kendimizi kopuk gördüğümüz başka hayatlarla metin dolayımıyla erişmemize izin verdiği düşüncesidir. Kendini ötekinin yerine koyup onları bir anlamda temellük edip aşarak onların konumunu sahiplenebilme becerisidir.” (Eagleton, 2019b: s. 145). Yine Eagleton’a göre bir başınalığımızı bilmek için, ben’i başkalarına bağlayan bir gösterge sistemine sahip olmamız gerekir (Eagleton, 2012: s. 98).
“Semiyoloji (Fr. semiologie) sözcüğü, insan bilimlerindeki anlamıyla, Saussure tarafından Cours de linguistique generale (Genel Bilim Dersleri) adlı yapıtında göstergelerin genel bilimi olarak önerildi: Sausure tarafından önerilen, o tarihten sonra da başka bilim adamları tarafından geliştirilen semiyoloji uluslararası bilimsel toplantıların konusu olmaya başlayınca, semiyoloji sözcüğü de ciddi olarak incelendi ve yerine “semiyotik” (Fr. semiotique) sözcüğünün kullanılması önerildi. Littre (Ünlü Fransız sözlükçüsü Emile Littre (1801-1881) Ç.N. ), kendi açısından “semiyoloji”nin tıp terimi olduğunu yazar (bu konuda şunu belirtmeliyim ki, “semiyoloji” [Fr. semeiologie] terimi de kimi hekimler tarafından bazen kullanılmaktadır ama dildeki geleneksel ilkelere uygunluk açısından bu bir hatadır çünkü ei çiftseslisi Fransızca’da her zaman i ile belirtilir; bu nedenle “semeiyoloji” değil de “semiyoloji” demek gerekir). Ona göre, semiyoloji, hastalık belirtilerini (göstergelerini) inceleyen tıp dalıdır.” (Barthes, 2012: s. 218-219).
“Kuşkusuz, genel göstergebilim (Fr. semiologie generale) ile tıp göstergebilimi (Fr. semiologie madicale) arasında yalnızca sözcük benzerliği değil, aynı zamanda dizgisel uygunluklar, dizge ve yapı uygunlukları vardır. Bu çalışmanın amacı; genel göstergebilim ile tıp göstergebilimi arasındaki, yalnızca sözcük benzerliği değil, dizgisel uygunluklara, dizge ve yapı uygunluklarına dikkat çekmek; göstergelerden oluşan genel görünümün okunması eylemidir. “gösterge (Fr. signe) kavramı çevresinde, sözcüğün son derece geniş anlamıyla, ideolojik içermeler açısından da bir benzerlik söz konusudur. Bu son nokta, Kliniğin Doğuşu (Naissance de la clinique) adlı kitabında tıp göstergesinden söz eden Michel Foucault tarafından da ele alınmıştır.” (Barthes, 2012: s. 219). Sözcüğün geniş anlamıyla ideolojik içermelerine yaklaşabilmek için “ideolojinin bireylerin gerçek varoluş koşullarıyla aralarındaki hayali ilişkileri temsiline” de bakmak gerekir (Althusser, 1994: s. 51).
“Focault’nun da belirttiği gibi, ayrıca yeni yayımlanmış sayılan tıp sözlüğünün de doğruladığı biçimiyle semptomlar ile gösterenleri birbirinden ayırt etmek ve karşılaştırmak yerinde bir davranış olacaktır. Nedir semptom, göstergebilimsel açıdan? Foucault’ya göre, hastalığın ortaya çıktığı biçimdir.”. “semptom”dan eğretilemeli olarak söz ettiğimizde, aslında ona bir anlam kavramı yüklemiş oluruz.”. “Tıp göstergesi, az sonra sözünü edeceğimiz bazı işlemler aracılığıyla bir gösterilene iletir kuşkusuz; işte bu özelliğiyle de bir gösterge olarak kabul edilir. Ortada bir gösterilen vardır ya da, her ne olursa olsun, birçok gösterge için bir gösterilenin varlığı ilke olarak ileri sürülebilir. Göstergeden ya da göstergelerden hareket edilerek ortaya çıkan adı konmamış hastalıktır. Bir yanda keşfedilmeyi ve adlandırılmayı bekleyen gizli bir yüz vardır ve bu kabaca hastalığın kendisidir; öbür yandaysa yapılandırılmayı, yorumlanmayı, dizimsel açıdan düzenlenmeyi, vb. bekleyen dışa vurulmuş, özdekleşmiş, belki de birçok gösterene ayrılmış bir yüz söz konusudur.” (Barthes, 2012: s. 220-221-222).
“Gösterge, semptoma karşıt olarak, kavranabilen şeylerin arasında yer alır. Tıp göstergesi, semptomdan göstergeye geçerken, zamana egemen olmayı, hastalığa süre olarak egemen olmayı gerektirir. Bu noktada, doğrudan doğruya Hippokrates tıbbının ilkesiyle karşılaşırız. Tıp göstergesi, üç işlev taşır: Buna göre, anamnestiktir, daha önce ne olduğunu söyler; pronostiktir, ilerde ne olacağını söyler; ve diyagnostiktir, içinde bulunulan anda neyin oluştuğunu söyler.”. “Denilebilir ki, bir tümcede, sözdizim, zamana egemen olma gücüdür -burada yalnızca gerçek olanın zamanı değil, tümceye ilişkin zaman söz konusudur. Semptom eğer gösterenin tözüne denk düşüyorsa, gösterge de kabaca gösterenin biçimine aittir ya da her ne olursa olsun gösterenin biçimini içerir. Semptom ve gösterge kavramları konusunda söyleyeceklerim işte bu kadar.”. “Dizge, göstergenin karşılıklı bağıntılar alanıdır, dizisellik (paradigmatik) ve dizimsel (sentagmatik)” (Barthes, 2012: s. 222).
“Tıp biliminde de, göstergelerin, kuşkusuz bazı bağlamlarda, bir öğenin varlığına/yokluğuna indirgenerek sınıflandırılabileceğini düşünebilir miyiz? diye sorar Roland Barthes. Tıptaki diziselliği paradigmayı çözebilmek için sorulması gereken bir sorudur bu. Tıpta göstergeyi, eğer bir özelliğin eksikliği ya da yokluğuyla belirtmek istiyorsak, bu durumda, söz konusu göstergenin bir anlam belirtmek için, kendi yerine gereksinimi vardır, yani bedensel bir uzama gereksinimi vardır. Dilin düzeneğinden ayrıldığı nokta işte budur, çünkü dilde böyle bir şey söz konusu değildir: Dilde, sesbilimin inceleme konusu olan ses, kendisinden bağımsız olan bir özdek üstünde yer almaz.” (Barthes, 2012: s. 223). Çalışmamızın başında da söylendiği üzere Terry Eagleton’ın “Bir şiir bahsettiği şeylerin bizzat kendilerini oluşturur. Bu anlamda her şiir kendi üzerine geri kıvrılır.” (Eagleton, 2015a: s. 109) cümlesiyle açıklayabiliriz bunu.
“Dizimsellik, dilbilimin, sözdizim (sentaks) adını taşıyan en gelişmiş, üzerinde en çok çalışılmış bölümüdür.”. “Tıp açısından katışıksız göstergeler var mıdır? sorusunu da sorabiliriz bu noktada. “Yani bir gösterileni belirtmede, adlandırmada tek başına yeterli olabilecek, bir başka deyişle hastalığı, başka göstergelerle herhangi bir birleşim içine girmeden belirtebilecek, adlandırabilecek bir gösterge var mıdır? XIX yy’ın başlarında, Cabanis, dile getirmiştir: Olguların ortaya çıkış düzeni, birbirlerine göre olan önemleri, değişik bağıntılar içine girmeleri, her çeşit hastalığın doğması için yeterli olmaktadır. Bana öyle geliyor ki, aynı tıp göstergelerinin değişmeyen ve yinelenen genel görünümü tam olarak sendrom diye adlandırılabilir.” (Barthes, 2012: s. 224-225).
“Dolayısıyla sendrom şöyle tanımlanabilir: Göstergelerin genel görünümünün okunması edimi,”. Yine kelimeler-gösterenler karşımıza çıktı. Diyagnostik (hastalık teşhisi) (içinde bulunulan anda neyin oluştuğu) de tamı tamına işte budur: Göstergelerden oluşan bir genel görünümün okunması eylemi.” (Barthes, 2012: s. 225). “Diyagnostik güçlükleri ya da hataları dilsel ve yapısal olarak nasıl tanımlanabilir? sorusu burada sorulacak olursa, tıp konusunda bilgim olmadığı için ne yazık ki bu soruyu yanıtlayamıyorum.
“Hekim bütün marazi semptomları yani göstergeleri, hastalığın betimlenmesi, sınıflandırılması çerçevesi içinde yeri bulunan bir hastalığa bağlar. Hastalığın betimlenmesi, sınıflandırılması çerçevesi içindeki bu yer ise yalnızca bir addan ibarettir, yani bir ad olarak hastalık söz konusudur. Foucault da, Kliniğin Doğuşu’nda dilin oynadığı rolü gösterirken bu durumu aydınlatmıştır. Aslında bir hastalığı okumak, ona ad vermektir. Tıpta, gösterilenin gösterene geri dönmesi ya da çevrilmesini durduran şey, tıpsal uygulamadır. Bir başka deyişle, gösterilenin hastalık adı olarak kavranmasından itibaren gösterge dizgesi bir tedavi sorununa dönüştürülür. Dilbilimde de aynı durum söz konusudur. Bir sözlükte, her gösteren başka gösterenlerle tanımlanır; yani bir sözcüğün tanımı başka sözcüklerle yapılır. Ama, bu başka sözcükleri de tanımlamak istersek, yine başka sözcüklere başvurmak gerekecek ve dolayısıyla gösteren ile gösterilen arasındaki dolaşım-döngü hiçbir zaman durdurulamayacaktır.” (Barthes, 2012: s. 225-227).
Hastalığı okumanın ona ad vermek olduğuna işaret eden Barthes “Yitik Zaman’ı ortaya sürmüş olan (şiirsel) olayın Adlar’ın bulgulanması olduğunu söyler ve Proust’un yapıtının bir uçsuz bucaksız, dursuz duraksız çıraklığı anlattığını; Proust’un anlatıcısının çift anlamlı bir edimi (çünkü gerçeğe birçok aldanışlar arasından götürür) bıkıp usanmadan göstergeleri sorguladığını” tespit eder (Barthes, 2016: s. 115-116). Sokrates de “şeylere verilen adları belirleyenin, aslında, onların hareket, akış ve oluş içinde bulundukları fikri” olduğunu söyler (Platon, 2018, s. 74). Burada, gösteren ile gösterilen arasındaki durmayan dolaşımı desteklemek adına Roland Barthes’in “çünkü dil hiçbir zaman “arı” değildir: Sözcüklerin gizemli bir biçimde yeni anlamlar içinde de süren ikincil bir belleği vardır.” (Barthes, 2016: s. 23) cümlesini anabiliriz.
“Sonuç olarak, Klinik ortamda, hastalık gerçek bir dil alanıymış gibi görünüyor; çünkü ortada bir töz yani semptom ve bir biçim yani gösterge (gösteren ve gösterilenden oluşan iki-yüzlü bir düzen), sözlüklerdeki gibi ad olarak var olan bir gösterilen ve tıpkı dillerde olduğu gibi öğrenme evresi gerektiren bir okuma yani diyagnostik (teşhis) vardır.” (Barthes, 2012: s. 228).
Çalışmamızın başında Jacques Lacan’ın bilinçdışı, tekrarlama, aktarım ve dürtü kavramlarını açımladığı yapıtında “gösteren, bir öznenin bir başka gösteren için ifade ettiği şeydir.” demiş ve “bilinçdışının dilden oluştuğu” söylemine değinerek (Lacan, 2017, s. 208-219) metnimizi-anlatımızı psikanalize de teyelleme denemesi yapmıştık. Çünkü “Psikanaliz bir noktada (Lacan, Seminaire I, s. 243) imgeye dayalı öznelerarasılığı üç terimli bir yapı olarak tanımlar. 1. Başkasını görüyorum; 2. Onun beni gördüğünü görüyorum; 3. Benim onu gördüğümü biliyor.” (Barthes, 2017a: s. 287).
Beni görüyor musunuz?
Kaynakça:
Adorno, T. W. (2018). Edebiyat Yazıları, Metis Yayınları, 5. Baskı, İstanbul.
Althusser, L. (1994). İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, İletişim Yayınları, 4. Baskı, İstanbul.
Bachelard, G. (2018). Mekânın Poetikası, İthaki Yayınları, 1. Baskı, İstanbul.
Baudrillard, J. (2016). Simülakrlar ve Simülasyon, Doğu Batı Yayınları, 10. Baskı, İstanbul.
Baudrillard, J. (2019). Sessiz Yığınların Gölgesinde, Doğu Batı Yayınları, 8. Baskı, İstanbul.
Barthes, R. (2012). Göstergebilimsel Serüven, YKY, 1. Baskı, İstanbul.
Barthes, R. (2016). Yazının Sıfır Derecesi – Yeni Eleştirel Denemeler, YKY, 2. Baskı, İstanbul.
Barthes, R. (2017a). Görüntünün Retoriği, Sanat ve Müzik, YKY, 2. Baskı, İstanbul.
Barthes, R. (2017b). Sesin Rengi, Metis Yayınları, 1. Baskı, İstanbul.
Barthes, R. (2018). Çağdaş Söylenler, Metis Yayınları, 5. Baskı, İstanbul.
Bauman, Z. (2017). Hermenötik ve Sosyal Bilimler, Ayrıntı Yayınları, 1. Baskı, İstanbul.
Cassirer, E. (2018). Dil ve Mit, Pinhan Yayıncılık, 1. Baskı, İstanbul.
Demirbaş, S. (2019). Şair ve.., Klaros Yayınları, 1. Baskı, Ankara.
Dupont, F. (2001). Edebiyatın Yaratılışı, Ayrıntı Yayınları, 1. Baskı, İstanbul.
Eagleton, T. (2012). Tatlı Şiddet – Trajik Kavramı, Ayrıntı Yayınları, 1. Baskı, İstanbul.
Eagleton, T. (2014). Edebiyat Kuramı, Ayrıntı Yayınları, 4. Baskı, İstanbul.
Eagleton, T. (2015a). Şiir Nasıl Okunur?, Ayrıntı Yayınları, 1. Baskı, İstanbul.
Eagleton, T. (2015b). Postmodernizm Yanılsamaları, Ayrıntı Yayınları, 3. Baskı, İstanbul.
Eagleton, T. (2018). Eleştiri ve İdeoloji, İletişim Yayınları, 4. Baskı, İstanbul.
Eagleton, T. (2019a). Edebiyat Nasıl Okunur, İletişim Yayınları, 4. Baskı, İstanbul.
Eagleton, T. (2019b). Eleştirmenin Görevi, İletişim Yayınları, 1. Baskı, İstanbul.
Eagleton, T. (2019c). Kültür, Can Yayınları, 1. Baskı, İstanbul.
Foucault, M. (2016). Büyük Yabancı, Metis Yayınları, 2. Baskı, İstanbul.
Foucault, M. (2017). Hermenötiğin Kökeni, Ayrıntı Yayınları, 1. Baskı, İstanbul.
Heidegger, M. (2011). Varlık ve Zaman, Agora Kitaplığı, 2 Baskı, İstanbul.
Illich, I. (1995). Sağlığın Gaspı, Ayrıntı Yayınları, 1. Baskı, İstanbul.
Lacan, J. (2017). Psikanalizin Dört Temel Kavramı, Metis Yayınları, 3. Baskı, İstanbul.
Lacan, J. (2019). Yine/Hâlâ, Metis Yayınları, 1. Baskı, İstanbul.
Levi-Strauss, C. (2018). Mit ve Anlam, İthaki Yayınları, 4. Baskı, İstanbul.
Platon, (2018). Kratylos, İletişim Yayınları, 1. Baskı, İstanbul.
Rimbaud, Arthur. (2020). Kâhinin Mektupları, Sel Yayıncılık, 1. Baskı, İstanbul.
Sartre, Jean-Paul. (2018). Varlık ve Hiçlik, İthaki Yayınları, 9. Baskı, İstanbul.
Williams, R. (2018). Modern Trajedi, İletişim Yayınları, 1. Baskı, İstanbul.
Williams, R. (1993). Kültür, İletişim Yayınları, 1. Baskı, İstanbul.
Wittmann, M. (2018). Hissedilen Zaman, Metis Yayınları, 1. Baskı, İstanbul.
Virüs, Ocak-Şubat-Mart 2020, sayı 2
[1] 18-21 Haziran 2019 tarihinde Kırşehir Ahi Evran Üniversitesi, Hacettepe Üniversitesi ve Çukurova Üniversitesi Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalları ortaklığında Kırşehir’de düzenlenen 11. Lokman Hekim Tıp Tarihi ve Folklorik Tıp Günleri Kongresi’nde “Roland Barthes’ın Göstergebilimsel Serüven’i Odağında Göstergebilim ve Tıp” başlığıyla sunulan slayt-bildirinin Virüs kültür-sanat ve edebiyat ortak kitabı için genişletilmiş hali.
[2] metafor (metaphor): Kitabi olarak değil hayali olarak uygun olan dil kullanımı (örnek: “hiç kimsenin, yağmurun bile, böyle küçük elleri yoktur”) veya bir şeyin ona benzeyen bir başka şey tarafından temsil edilişi.
[3] metonimi ( metonymy): Bir şeyin onun parçası olan veya onunla ilişkili olan bir başka şey tarafından temsil edilmesi, örnek: “monarşi” yerine “taç”, “at yarışı” yerine “çim saha”. (Eagleton, 2015a: s. 235).
[4] Moral, estetik, din gibi değer sistemlerini inceleyen değer kuramıyla ilgili.
[5] Bilginin esası ve sınırlarını inceleyen bilim dalıyla ilgili.