Suat Hayri Küçük ile Bento’nun Tuhaf Huyları üzerine…
Rabia Çelik Çadırcı: Öteki Yayınevi tarafından Ekim 2024 tarihinde basılan ve ilk romanınız olan Bento’nun Tuhaf Huyları adlı eserinizi kutlarım. Uzak ve yakın tarihte yaşanmış birçok toplumsal trajik olayla birlikte, aşkı, doğayı, sevgiyi, öfkeyi, bireyin kendine ve topluma yabancılaşmasını mesele edinen, “politika”dan uzak olduğu kadar politik olan edebi bir anlatı. Sormak isterim: Bu ilk romanınızı yazmaya iten olgu nedir/nelerdir? Bize yazma sürecinizden de bahseder misiniz?
Suat Hayri Küçük: Benim nazarımda yazmak okumanın uzantısı. Okumaktan kastım salt yazılmış olanlar değil elbette. Yazılmış olanlar okuduklarımızın çok azı. Yazıdan önce de okurdu insan. Tabiatı, nesneleri, insanı ve ilişkileri, lekeleri ve izleri, işaretleri ve sesleri, renkleri ve kokuları, duyguları ve kuvvetleri okumakla yaşıttır türümüz. Zannımca bu hünerimizin meyvesidir yazının icadı. Yazı sadece okuma biçimimizi değiştirdi, okumayı başlatmadı. Bilme, anlama iştahıyla başlıyoruz hayata. Ve okuma hüneri içimizdeki bu iştah ağacının meyvesi.Yazmaksa bilmenin yetmediği yerde başlayan sanatlardan biri. Ve bu sanatla direniriz bildiğimiz dünyaya. Ölümlü olmanın bilgisi, tabiatın bize verdiğinden fazlası olduğumuzu da ima eder kendi meşrebince. Yani zaten okuyor olmak ve bilmeye meyyal varoluşumuz uzlaşamadığında mevcudiyete, yazma arzusu bir reddiye, başka türlü bir şeyin olanak sahası olarak belirir.
Benim yazma nedenime gelirsek, insanın tür olarak okumak ve yazmakla ilişkisi kadar aşikâr görünmüyor bana. Muğlak, bulanık ve kaotik bir kuvvetler silsilesi uğulduyor nedenimin ardında. Genel olarak yazıyor olmanın nedenlerinin ötesinde, Bento’nun Tuhaf Huyları gibi bir roman yazmamın nedenlerinden her biri oluşumumu biçimlendiren kuvvetlere bağlanabilir sanırım. Kendi oluşumunu anlamaya çalışan Bento’nun da dediği gibi, “Bir başkası değil de ben” olmayı kaçınılmaz kılan karşılaşmalar, eksikler ve fazlalar, arzular ve korkular ömrün bir yerinde sürdürmeyi sürdürmenin olanaksızlığıyla karşı karşıya bırakıyor insanı. İşte o kavşakta yol açıcı/yapıcı bir sanat olarak dayatıyor kendini yazmak. Daha da somutlaştırmak zorunda hissedersem telafi edilemez bir kayıpla yaşamın yaşanmaz oluşuna bir başkaldırı oldu bu romanı yazmak. Duygusal bir kasırgayla indiğim düşünce çukurundan çıkmanın ipini örer gibi yazdım romanımı intihar fikrinin deştiği aklımın girdabından.
Fakat bu sadece yazmaya niyetlenme, başlama nedenime dair kuvveti işaret eder. Yazma sürecinin her evresi bana başka başkanedenler ve nasıllar fısıldadı. Yazdıkça uğultular fısıltıya dönüştü. Kurgu estetiğinden yoksun kalmadan, karakter, olay örgüsü, izlek ve dil yapısıyla kurgu evrenini esnetmek, roman türünün girmediği biçimsel/düşünsel âlemlere sızmak istedim. Misal, mekânı (Makriyal) karakter gibi düşündüm, karakterlerimin fiziksel yapılarından çok düşünsel/ruhsal sekanslarına odaklandım, hikâyeyi sıçrak bir aklın insafına bıraktım… Picasso’nun resimde yaptığını ben romanda yaptım sanki; farklı zaman ve mekanlarda oluşumu mümkün olan farklı halleri bir anın ve mekanın içinde tek bir nesneye dönüştürmek istedim. Bu nedenle “tuhaflık” salt Bento karakterinin huylarında değil, dilin ve düşüncenin oluşumu ve akışında da görünür/duyulur olmasını istedim.
Bu bağlamda son olarak şunu da söyleyebilirim: Kurgu evrenini, karakterleri ve dilin işleyişini “Gerçeğin canı cehenneme” diyerek başkaldıran direnişçilerin alet kutusuna katmak, başka türlü bir şeyin arayışında olanların gücüne hüner katmak gibi bir derdim de vardı elbette…
Defalarca vazgeçtim yazmaktan. Yazıyor olduğum şey türlü nedenlerle değerini, anlamını yitirdi çok defa. Ve fakat her defasında beni o anlam krizinden söküp alan kişiler, anlar, olaylar oldu. Milyonlarca romandan birini de ben yazmış olmak fikri beni yazmaktan uzaklaştırdı defalarca. Oysa çok zaman önce kendime şöyle demiştim: “Okunmaya değer kitaplar yazıldıkça umut vardır ve bu hiç de iyimserlik değildir!” Beni intihar fikrinin böğründen söküp alan bu romanı yazma niyetim, gücünü yaşama istencimin boğazlandığı anlardan alıyordu. Bunu duyumsadıkça sürdürebildim yazmayı. İstiyordum ki yazdığım şey daha önce kimsenin adımlamadığı bir patika oluştursun kurgu evreninde. Kişisel trajedime sığacak bir amaç değildi bu ve ben tam da bu yüzden Bento’yu kurarken, onu düşündürür, konuşturur ve sustururken hep “Ben tabiatın bana verdiğinden fazlasıyım” mottosunu önceledim… Bu, çıtayı çok yükseğe çekmek, ufku eşik bellemekti ve tam da bu nedenle nasıl bir şeyin parçası olduğumu hatırlayarak yol aldım…
Rabia Çelik Çadırcı: Kitabınızı okurken “Peruze” mitiyle Clariassa P. Estés’in Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabında yer alan yaşlı kadın “La Loba”yı anımsadım. Dahası, Bento’nun (Aşxar) biricik kızı “Mona”dan bahsederken James Joyce’un Ulysses kitabında “Mr. Bloom”un kızı “Molly” bahsini, Albert Camus’nün Yabancı kitabındaki kahramanının bigâneliğini ve Franz Kafka’nın Dönüşüm kitabındaki “Gregor Samsa”yı da anımsadım. Resimden şiire, şiirden müziğe çeşitli sanat disiplinlerinin de yer aldığı ve okurken entelektüel birikimin yansıdığı toplamda on üç bölümden oluşan kitabınızda, “Çağdaş edebiyatımıza bir katkı sunmadığını” görmeniz hâlinde yazmaya devam etmeyeceğiniz belirtilmiş. Bu düşüncenizi biraz açımlayabilir misiniz? Çağdaş edebiyat/sanat sizce bulunduğu çağda ya da kısa vadede bahsettiğiniz ölçüde ikna edici veya vazgeçirici dönüt sağlar mı yaratıcısına?
Suat Hayri Küçük: Söz konusu o ifadem biraz bulanık kaldı. Epeyce soruldu bu bana. Anladım ki yanlış okunmaya müsait bir laf etmişim. Keşke biraz daha açık ifade etmiş olsam. Derler ki “Sizi sahneye çıkaran kuvvet alkış sesleri değilse, sizi sahneden indirmeye yetmez ıslık sesleri”. Elbette kastım ana akım, kanonik, konvansiyonel ya da kültür endüstrisinin parlak işaret fişekleri olan popüler edebiyat evreni değildi. Aksine, hâkim sınıfların düşünsel evreninin yüceltilip estetize edildiği metinlere tenezzül etmeyen derin okuyucunun alımladığı, etkileşime girdiği ve yaşamın değerine değer katan bir kuvveti olsun istedim romanımın. Kastım bu okur tipinin düşünce, duygu ve eylem dünyasına bir hüner ve kudret olarak katkı sunmak muradımdı. Bunun olmakta olduğunun bilgisi sezgiseldir ve ben bunun tam da arzuladığım biçimde gerçekleşmekte olduğunu seziyorum. Sizin (ve benim de elbette) eleştirel anlamda kullandığınız “çağdaş sanat”ın hoş vakit geçirme aygıtına dönüşen edebiyatının burjuva çıkarla biçimlenmiş aklının hüneri, kuvveti ve kudreti elbette felç edici, sersemletici ve kişiliksizleştirici olduğu bilgisi sanatımızın eşiğinden geçemez. Yapabilmeyi arzuladığım ve amaçladığım sanatın kurgu evreninde öznenin tamamlanmayan akışkanlığı, evrensel insanlık durumunun somut bir kişinin hallerindeki özgül tezahürü, aklın-ruhun-bedenin asla tümüyle ele geçirilemezliği vb. arayışlar mevcut burjuva estetiğinin tacını ve tahtını sarsmaktır.
Rabia Çelik Çadırcı: “Şairane olanın şiire yaptığı, kurnazlığın zekâya yaptığına benzer. Oysa şiir yaralamaz, yaradır o. Bir fikirse resmedilen portre, düşünceyi duyguya dönüştüren şair, ses ile anlam arasındaki boşluğu taşır sözcüklere. Şiirde renkler hacim edinir, duygular nesneler gibi biçimlenir, fikirler yarayla bıçak arasında bulur şifasını.” Sayın Suat Hayri Küçük, kitabınızdan yaptığım bu alıntıyla sormak istiyorum şiir yazıyor musunuz? Ya da şiir üzerine çalışmalarınızdan bahseder misiniz?
Suat Hayri Küçük: Şiirden gelmiyorum fakat şiire doğru sürükleniyorum. Bu, beni aşan bir kuvvetin yörüngesine girmek gibi bir şey. Genelde erken yaşlarda şiire bulaşır insan, zamanla uzak ve ayrı düşer. Bunun pek çok nedeni ve biçimi vardır. Ya başka bir oluşa meyleder insan, ya da inadı içinde kaybolur gider. Ya şiir esirger kendini yaşantıdan, ya da şiire kıyısı olmayan iştahlara gark olur kişi. Fakat benim şiirle ilişkim bu bilgiyle örtüşmüyor. Aksine, şiirsel/fantastik bir çocukluk yaşadım, tabiatın cümbüşünde. Ve fakat nedense şiir yazmaya meyletmedim hiç. Şiir sanki olmakta olandı. Vardı ve sürmekteydi. Eklenecek bir şey yoktu ve yapılabilecek en şairane şey var olanı işitmekti. Tabiatıma uyumlanana mizacımla görmeyi ve duymayı, dâhil olmayı ve etkilenmeyi seçtim kucağında biçimlendiğim şiirselliğe. Fakat nasıl olduysa oldu ve hiç niyetim olmasa da Bento’nun Tuhaf Huyları uzun bir şiir olarak okunaklı oldu…
Rabia Çelik Çadırcı: Yazar Suat Hayri Küçük aynı zamanda editör, sanat eleştirmeni ve baba. Nasıl bir disiplin içinde çalıştığını/olduğunu sormak isterim.
Suat Hayri Küçük: Sürmekte olan oluşumumun şu ana kadarki kısmında kıymet verdiğim pek çok şeyin içinde Nora’nın babası olmak muhteşem bir kuvvet ve hüner. Başlangıçta hiç hazır hissetmediğim bir olma biçimiydi baba oluş. Ve fakat Nora daha annesinin karnındayken başladı dönüşümüm ve öyle ki sürekli kendime hayret ettiğim bir zorlu macera olarak sürmekte. Bu, yani Nora için baba olma hali benim öncesindeki oluşlarımı da yatağından çıkarıp yeniden biçimlendirdi. Bu süreç sanırım yaşam boyu böyle sürecek ve ben bunu sezdikçe yaşama iştahım kabarıyor. Güç, iyi/doğru/güzel oluş, hüner ve arzu-korku diyalektiği, mizaç ve duygu-düşünce evrenim esnedi, esniyor… Sanat eleştirisi yazarken, bir dosya üzerinde editoryal çalışma yaparken ya da şimdi hakkında konuştuğumuz romanı yazarken “baba oluş”un sesi, kokusu ve formu, yani bilişsel ve ontolojik farklar hep Nora’lı süreçlerin izleriyle buldu yörüngesini.
Oldum olası ciddi bir meseledir bende okumak. Öyle boş zamanlara sığdırılan bir şey hiç olmadı. Boş zaman benim için okumadığım zamandır. “Hunharca okuyorsun” demişti bir keresinde arkadaşlarımdan biri. Baba oluşla okumam biraz yön değiştirse de ritmi hiç düşmedi. Politik inanç ve ön kabullerim, nesnesinden emin olduğum kavramlar, insan ilişkilerine dair katılıklarım vb. kısıtlarımı fark ettikçe tekrar okumalara gark oldum. Bana bu yolu açan Nora’nın varlığı oldu. Ve onun varlığı beni 10 kaplan gücünde bir zarafete büründürdü…
Rabia Çelik Çadırcı: Bento (Aşxar) birkaç kez yedi aylık doğduğunu vurguluyor kendi anlatısında ya da arkadaşı Arif’le konuşurken. Bento bu vurguyu kendini zayıf ve cılız ya da aceleci veya sabırsız bulduğu için mi yapıyor? Bebekliğine tanık olması mümkün olmayan karakterin normal doğumdan iki ay önce doğmuş olmasına niçin içerlemiştir?
Suat Hayri Küçük: “Erken oluş” meselesi aslında bir metafor. Bir tür hazır olmama durumu. Eksiğin hünere dönüşmesi gerekir bu durumda. Kişinin kendisinden fazlası olmayı öğrenmesi gerekir. Sosyalist devrimlerin erken patlak vermesiyle oluşan gerçeklikle baş edilememesi dahi bu metaforla açıklanabilir belki de. Hani damla tamamlanınca damlar ya. İşte “erken oluşlar” hep tamamlanmadan damlayan damlalar gibi gelir bana. Peki ne olur damla tamamlanmadan düşerse? Koptuğu yerden eksik çıkar yoluna. Vardığı yerde ne varsa onunla tamamlar kendini. Ve bu da onu salt kendi olmaktan alıkoyar. “Peki bu bir kuvvet ve hünere dönüştürülebilir mi?” Ben Bento örneğinde bu soruyu“Evet” diye cevaplamış oldum. “Peki bu nasıl mümkün olur?”un cevabını da belki ikinci romanımda bulurum. Kim bilir…
Rabia Çelik Çadırcı: Son olarak, okumakta olduğunuz kitabı paylaşır mısınız? Şiir okuru olduğunuz için de dilinize veya zihninize pelesenk olmuş dize var mı? Varsa hangi şaire ait?
Suat Hayri Küçük: Okumak bahsi dipsiz bir kuyu bende. Çünkü her şeyden önce ben bir okuyucuyum! Aynı anda birkaç kitaba başlarım genelde; biri tuvalette, biri mutfakta, biri salonda, biri yatak odasında, biri çantamda olur genelde. Bunları rastgele seçmem elbette. Bir kavram, mesele ya da bir duygu/düşüncenin çekimine kapılmışımdır ve ona pek çok patikadan eşgüdümlü olarak hücum ederim. Roman, felsefe, bilim vb. farklı evrenlerden rehberlerle çoklu yolculuk yaparım aynı nesneye doğru… Bu sıralar tekrar okumaları yapıyorum: Peter Weiss’inDirenmenin Estetiği’ni, LucFerry’nin Homo Esteticus’unu, Terry Eagleton’ınEstetiğin İdeolojisi’ni, Agamben’inYaratım ve Anarşi’sini veJacquesEllul’unSözün Düşüşü’nü okuyorum.
Şiire gelince, tabii ki Birhan Keskin diyorum ve “Kargo” şiirini usulca aşağıya bırakıyorum:
“Sana buraya bazı şeyler koyuyorum. Yol boyunca aklında olsun. Lazım olursa açar okursun. Olmazsa da olsun, bir zararı yok burada dursun. Şuraya bir cümle koydum. Bırak, acımızı birileri duysun. Hem zaten şiir niye var? Dünyanın acısını başkaları da duysun! Acı mıhlanıp bir kalpte durmasın. Ortada dursun. Olur ya biri eline alır okşar, biri alnından öper. Az unutursun. Buraya tabiatı koydum. Ağaçları, suyu, ovayı, dağı… Onlar bizim kardeşimiz, çok canın sıkılırsa arada onlarla konuşursun. Buraya, küçük mutlu güneşler koydum. Günlerimiz karanlık ve çok soğuyor bazı akşamlar, ısınırsın. Buraya, bir inanç bir inat koydum. Tut ki unuttun, tekrar bak, o inat neyse sen osun. Buraya yolun yokuşunu koydum. Bildiğim için yokuşu. Zorlanırsa nefesin, unutma, ciğer kendini en çabuk onaran organ, valla bak, aklında bulunsun. Buraya umutlu günler koydum. Şimdilik uzak gibi görünüyor, ama kimbilir, birazdan uzanıp dokunursun. Buraya bir ayna koydum arada önüne geç bak; sen şahane bir okursun. Mesai saatlerinde çaktırmadan şiir okursun. N’olcak ki, bırak patronlar seni kovsun! Burada bir tutam sabır var. Kendiminkinden kopardım bir parça, (bende çok boldur) lazım oldukça ya sabır ya sabır, dokunursun. Burada güzel çaylar var. Bu aralar senin için çok önemli. Bitki çayları, kış çayları, şuruplar, kompostolar. Demlersin, maksat midene dostluk olsun. Şuraya Youtube’dan müzikler, Bach dinle filan, koydum. Ama müzik konusunda sen benden daha iyisin, koklayıp buluyorsun. Buraya bir silkintiotu koydum. Kırk dert bir arada canına yandığım, kırkına birden deva olsun.”
Rabia Çelik Çadırcı: Teşekkür ederim.
Suat Hayri Küçük:Bilmukabele…