Türk edebiyatında İstanbul’un baskın bir ağırlığı var. Cemal Süreya, bir yazısında bu ağırlığın azaldığını vurgulasa da metinler “İstanbul” merkezli olmaya devam ediyor. Türk edebiyatının daha kapsayıcı, çeşitli ve ülkenin bütün gerçekliğini yansıtabilmesi için taşranın, yüzeysel veya dışarıdan bir bakışla değil, kendi özgün dinamikleri, derinliği ve çeşitliliğiyle daha fazla ve daha nitelikli bir şekilde işlenmesi gerektiği açık. Dolayısıyla Türk edebiyatı ülkenin bütününü yansıtamıyor. Taşranın zengin karakter ve mekân potansiyeli göz ardı ediliyor. Taşra işlendiğinde bile, bu genellikle İstanbul’dan bakan bir gözle romantize edilerek, egzotikleştirilerek veya tam tersine aşağılanarak, karikatürize edilerek yapılabiliyor. Bu sebeple de taşra insanının derinliği, çatışmaları ve gerçekliği yerine basmakalıp tiplerle karşılaşıyoruz. Göç, yoksulluk, toprak sorunları, kültürel çatışmalar gibi taşrada yoğun yaşanan temalar eksik kalıyor. Anadolu’nun zengin folkloru, yerel ağızları, inanışları ve yaşam pratikleri edebiyat için büyük bir kaynak olmasına rağmen, İstanbul merkezli bir bakış açısı bu zenginliği yeterince değerlendirilmiyor. Bu eleştirilerin “anlamlı” olması için bile öncelikle aksi örneklerin ete kemiğe bürünmesi şart. Hafriyat işte tam da bu sebeple dikkate alınması gereken bir roman.
Hafriyat, Osman Özarslan’ın ilk kitabı olmasa da ilk kurgu kitabı. Özarslan, romanına epigraf olarak Fransız sürrealist şair Joë Bousquet’in o meşhur aforizmasının ilk kısmı seçmiş. “Yaralarım benden önce de vardı.” Pekala, Karacaoğlan’ın “Kim var imiş biz burada yoğ iken?” de olabilirdi epigraf. Çünkü roman kelimenin tam anlamıyla bir kazı çalışması. Geçmişi, kültürü, dili, geleneği, travmaları kazıyor roman boyunca. Geçmişi katman katman farklı zaman dilimlerinde takip ediyoruz. Bu sebeple de tam bir hafir (arkeolog) Osman Özarslan. Tam bu noktada Gülhan Tuba Çelik’in Varlık dergisinde yayınlanan yazısına müracaat etmekte fayda var: “Hafriyat, kazının alamet-i farikasıdır. Roman boyunca kişilerin yakın ve uzak geçmişlerinde incelikli bir kazıya çıkarız. Kişiler de kendi geçmişlerinde eşinir aslında. Metindeki başat kahramanlardan biri olan Bahtiyar, kişisel muhasebesini sürdürürken köstebek kelimesi de oyalandığı duraklardan biridir. Çünkü dedeleri Tıngaz ve Abuzer, Bahtiyar’ın bütün ömrü boyunca eşinmiş, aradıklarını bulamamaları bir yana aileyi de peşlerinde heder etmiştir.” (Gülhan Tuba Çelik, Herkes Kendi Mitini İnşa Ederken yahut Yaradılış Hikayeleri: Hafriyat, Varlık Dergisi Mayıs 2025)
Osman Özarslan Hafriyat’ta Türkiye’nin taşra gerçeğini anlamak isteyenler için çarpıcı bir okuma sunuyor. Bireysel hikâyelerle kolektif belleği ustalıkla birleştirerek, okuru hem duygusal hem de entelektüel bir yolculuğa çıkarıyor. Roman, taşranın sadece coğrafi bir mekân değil, aynı zamanda bir ruh hali olduğunu hissettiriyor. Özarslan’ın dili, hem poetik hem de gerçekçi; taşranın argosuyla entelektüel bir anlatımı harmanlıyor. Metin, taşradaki “sıkıntı” duygusunu, Özarslan’ın Hovarda Alemi: Taşrada Eğlence ve Erkeklik adlı akademik çalışmasında incelediği gibi, bireylerin kaçış arayışlarıyla bağdaştırıyor. Ancak bu kaçış, çoğu zaman daha derin bir yüzleşmeye dönüşüyor.
Merkezi kalmayan bir taşraya dönüşen dünyada, taşrayı bir anlatıya dönüştüren bir roman Hafriyat. Bokböceği parkuru gibi karnavalesk sahneler, taşranın geleneksel eğlence anlayışını yansıtıyor. Roman, modernitenin dayattığı düzene karşı berduşluk felsefesini yüceltiyor; kahramanlar, hayatın zorluklarına rağmen yaşama iştahıyla tutunmak ve yırtmak için mücadele ediyorlar. Özarslan kendi doğup büyüdüğü Teke yöresinin folklorunu, halk hikâyelerini, inanışlarını modern roman formatı içinde epik bir anlatıyla dönüştürüyor. İroninin imkânlarından yararlanarak bildiğimiz epiğin kalıplarını da kırıyor/parçalıyor ve bambaşka bir bütünlük inşa ederek karşımıza çıkıyor. Bir “İdam Gecesi” ile başlayan “Genesis” ile biten ters yüz edilmiş bir anlatıyla karşı karşıyayız vesselam.
Steril bir estetiğin güvenli sularında ilerlemiyor Hafriyat. (Örnek vermek bambaşka, uzun ve doğrudan bu romanla ilgili olmayan bir yazının konusu bu yüzden ima edip geçmekle yetiniyorum maalesef.) Edebiyatın bir dil işçiliği olması elbette inkâr edilemez. Ancak edebiyat sadece dil işçiliğinden de ibaret görülemez. Dilin ve malumatın mükemmel bir denklem üzerinden romanlaştırılmasının örneklerinin hızla arttığını ve ilgi gördüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak dil ve malumatın bir fildişi kuleye dönüştüğü kimi örneklerin sunduğu konfor alanı, edebiyat ile hayat arasındaki duvarları da sağırlaştırıcı bir kalınlığa ulaştırma tehlikesini bünyesinde barındırıyor. Hafriyat, estetikten taviz vermeden, Süleyman Demirel’in tavsiyesine uymadan meselelerini mesele olmaktan çıkarmayan edebi bir dünya kuran, atmosferi okurunu içine çeken ancak Platonik mağaraya zincirlemeyen bir yazarın romanı.
Joë Bousquet’in aforizmasının tamamı son bölümün başında yer alıyor. Böylece bengi dönüş de tamamlanmış oluyor elbette. “Yaralarım benden önce de vardı, ben onları bedenimde taşımak için doğmuşum.”
Özarslan’ın ikinci romanını beklemeye başladım.