HİNDİSTAN’A BİR GEÇİT
Forster, ‘Öteki’ ile Dostluğu İrdeliyor…
E.M. Forster, ülkemizde çok okunan bir İngiliz yazarı değil. James Ivory’nin onun romanlarından uyarladığı filmleri anımsayanlar olacaktır: Howard’s End ve Manzaralı Oda adlı romanlarından çekilen filmler sinema tarihinde yerlerini alan başarılı örneklerdir. Hindistan’a Bir Geçit filmini de ünlü yönetmen David Lean çekmişti. Hindistan’a Bir Geçit, birçok yönden önemli bir roman. E. M. Forster bu romanında kendi ülkesi İngiltere’nin ve İngilizler’in Hindistan’a uyguladıkları siyasaları ve davranışları sert bir biçimde eleştirir. Bununla da kalmaz, Hindistan’a Bir Geçit’i , sadece Hindistan’ı değil, insan hayatını tümüyle yansıtan ve varoluşun sorunlarını tartışan felsefi bir arena haline getirir. Gerçekleri ve simgeleri iç içe verir. Bir düşünce romanından gerçek sanatsal bir yapıt yaratmak çok güç olduğu halde, Forster bu tehlikeli sularda boğulmadan yüzmeyi başarır ve romanın güçlü olan toplumsal, psikolojik ve felsefi katmanlarını, karakterleri ve olaylarıyla bütünleştirerek ortaya bir başyapıt çıkartır.
Romanı pek çok katmanda okumak mümkündür. Sadece görünürdeki hikayesiyle de sıradan okur için ilginç ve sürükleyici bir romandır. Simgesel ve alegorik olarak çok farklı anlamlar yüklenmiştir. Romanın önerdiği tez-antitez ve sentez göz önüne alınarak, diyalektik anlamda yorumlanabilir. Üzerine en çok yazı yazılan ve araştırma yapılan romanlardan biri olan Hindistan’a Bir Geçit’in bugüne kadar çok sayıda yorumu yapıldı, İngilizce’de bu konuda kitaplar yazıldı. İletişim Yayınları daha önceki Varlık (1961), Adam (1984) baskılarından sonra romanı bu yıl yeniden yayımladı. (2001) Bizim için çok önemli bir konuyu işlediği halde, bizde pek ilgi çektiği söylenemez.
E.M. Forster Hindistan’a Bir Geçit’i 1924 yılında yayımladı. Roman büyük bir ilgiyle karşılandı. Yazarın yakın dostu Virginia Woolf ve birçok eleştirmen romanla ilgili olumlu yazılar yazdılar. Romanın İngiliz emperyalizmine yönelttiği eleştiriler ise bazı kesimlerin tepkisine neden oldu. E.M. Forster, imparatorluk yönetiminin hem yönetenler hem yönetilenler üzerinde yozlaştırıcı etkileri olduğunu düşünüyordu ve Hindistan’da yaşadığı süre içinde gözlemlediği İngilizlerin davranışlarından tiksinti duyuyordu. 1939’da yazdığı bir yazıda, “Dava fikrinden nefret ediyorum ve eğer kendi ülkeme ihanet etmekle dostuma ihanet etmek arasında bir seçim yapmak zorunda kalırsam, ülkeme ihanet etme cesaretini göstermeyi umut ediyorum.” derken İngiliz milliyetçiliğinden duyduğu tiksintiyi dile getiriyordu.
Hindistan’a Bir Geçit romanı üç bölümden oluşur: Cami, Mağaralar ve Tapınak. İlk bölüm, Çandapur kentinin bir betimlemesi ile başlar: “Marabar Mağaraları da olmasa Çandapur kentinin olağanüstü bir yanı yoktur.” tümcesi bizi romanın evrenine sokar. Bu Marabar mağaralarının önemi ve simgelediği her şey ikinci bölümde ortaya çıkacaktır. Romanda sık sık anımsatıldığı üzere Çandapur, Hindistan’ın tümü değildir. Zaten Aziz’in ısrarla savunduğu gibi, “hiçbir şey Hindistan’ın bütününü kucaklayamaz” ve hiç kimse Hindistan’ı tanımlayamaz. İşte Forster’ın yaptığı da bu bilinmezi ve gizemi keşfetmeye çıkmaktır. Ama oryantalistlerin yaptıklarından farklı olarak, Forster, Avrupalı’nın mutlak olarak inandığı Hıristiyanlık veya akılcı düşünce ile Hindistan’ı tanımlamaya girişmez. Tam tersine işe kendi inançlarından, kültüründen ve uygarlığından duyduğu kuşku ile başlar. Madem “Tanrı sevgi demektir”, o zaman İngilizlerle Hintliler arasındaki bu ayrım nedendir ya da insanla diğer yaratıklar arasında neden ayrım gözetilmektedir? İnsan neden evrenin efendisidir? Tanrı sevgi demekse tüm insan ilişkilerinde ya da evrenin tüm yaratıkları arasında sevginin hüküm sürmesi gerekmez mi?
Yazar, ilk bölümde bize Hint ve İngiliz kahramanlarını tanıtır ve onlar arasındaki ayrımları vurgular. Müslüman Hintli bir doktor olan Aziz ve arkadaşlarını birleştiren onların İngilizlere karşı duydukları kuşku ve güvensizliktir. Romanın ana teması olan bir İngiliz’le dostluğun mümkün olup olmayacağını tartışmakta ve eskiden beri burada kalan İngilizlerle yeni gelen İngilizlerin Hintlilere karşı davranışlarındaki farklılığı irdelemektedirler. İngilizler de kendi aralarında Hintlilere karşı önyargılarında birleşmişlerdir. Müslüman olan Hintliler Hindulara güven duymazlar. Hintlilerle İngilizler arasında derin uçurumlar vardır. Aziz gibiler bu uçurumların üstüne köprüler, geçitler kurulabileceği umudunu yitirmemişlerdir. Ama her iki toplumda da çoğunluk, ‘öteki’ne karşı olmakta birleşmekte ve bu tür bir birlik düşmanlığı ve kötülüğü doğurmaktadır. İngilizlerin yönetimde olmaları nedeniyle Hintlilere yönelttikleri anlayış ve sevgi yoksunluğu daha tehlikeli sonuçlar doğuracak durumdadır. İngiliz yargıç Ronny, sevgi ve anlayışı savunan annesi Mrs. Moore’a karşı, “bu zavallı ülkeyi zorla elde tutmak için” burada bulunduğunu savunur. “Biz Hindistan’da hoş ve nazik davranmıyoruz, davranmaya da niyetimiz yok. Daha önemli işlerimiz var.” der (Hindistan’a Bir Geçit, s.58). İngiliz öğretmen Fielding ise kendi topluluğu ile ters düşmek ve tecrit olmak pahasına sevgi ve dostluğu savunur ve aklı selimini hiç yitirmez. “O dünyanın birbirine ulaşmaya çalışan insanların bir küresi olduğuna ve bunu da iyi niyet, artı kültür ve aklın yardımıyla başarabileceklerine inanıyordu.” (A Passage to India, s.80) Adela ise gerçek Hindistan’ı görmek ve tanımak istiyor ama iyi niyetli bile olsa duygusal yönden yetersiz olduğu, kalbin gizli anlama yeteneğine sahip olmadığı ve sevmeyi bilmediği için kötü olaylara neden oluyor.
Romanın diğer önemli ve neredeyse tek olumlu kadın karakteri Mrs. Moore’la (diğer olumlu kadın kahraman da romanın sonunda karşılaştığımız Mrs. Moore’un kızı Stella’dır) Aziz camide karşılaşırlar ve aralarında olumlu bir etkileşim olur. Mrs. Moore inanmış bir Hıristiyan’dır ve Tanrı’nın sevgi olduğuna, tüm insanlar arasındaki ilişkilerin sevgiyle dolu olması gerektiğine inanır. Aziz daha sonra Fielding’in evinde karşılaştığı Mrs. Moore’la Adela’yı Marabar mağaralarında pikniğe davet eder. Romanın ikinci bölümü Mağaralardır. Bu mağaralar içlerinde tuhaf çağrışımlara yol açan ve insanın üzerinde garip etkileri olan yankıların işitildiği karanlık yerlerdir ve romanda kötülüğü temsil ederler. Mrs. Moore bu mağaralardan ürküntü duymuş ve tekrar girmek istememiştir. Aziz, konuklarını iyi ağırlamak için diğer mağaraları da göstermek ister. Adela ve rehberle birlikte giderler. Adela tek başına girdiği mağarada Aziz’in kendisini taciz ettiğini iddia eder, perişan bir şekilde Çandapur’a döner. Tüm İngiliz topluluğu bir anda Adela’ya sahip çıkarak, Aziz’in cezalandırılmasını isterler. Hintliler de Aziz’in yanında yer alarak karşı cepheyi oluştururlar. Aziz’in böyle bir şey yapmayacağına inanan Fielding, kendi topluluğuna sırt çevirerek Aziz’in yanında yer alır. Adela ise Mrs Moore’la konuşunca korkunç bir hata yaptığını fark eder ve Aziz’in suçsuz olabileceğini düşünür, belki de imgelemi onu yanıltmıştır. Ronny onun kuşkularını bastırır. Adela mahkemeye çıktığında ise dışarıda halkın tuhaf bir şekilde heceledikleri ve azizleştirdikleri Mrs. Moore’un adını duyunca Aziz’in suçsuz olduğunu söyler ve dava düşer. Bir yanlış anlama sonucu Aziz, Fielding’in dostluğundan kuşku duyar ve kendi topluluğundan sonra Hintliler tarafından da dışlanan Fielding yurduna döner.
Üçüncü bölüm, Tapınaktır. Olaylardan iki yıl sonra Hindu inanışlarına göre gerçekleşen bir ayinle başlar bölüm. Temsili olarak Krişna’nın doğumu canlandırılmaktadır. Krişna sevgidir, Hıristiyanlığın ve İslam’ın diğer yaratıkları ayırmasına karşılık Hindu inanışı tüm yaratıkları ve nesneleri bir uyum ve bütünlük içinde birleştirir. İnsan da birdir, sinek de, sineğin konduğu taş da. Hepsi de evrenin ruhunun yansımasıdır. Saatler gece yarısını vurduğunda, sonsuz sevgi Krishna’nın şekline bürünür ve dünyayı kurtarır. Tanrı sevgidir. Bu mudur, Hindistan’ın son mesajı diye sorar yazar. Oysa gerisi de vardır. Aziz bu arada Çandapur’dan ayrılmış bir Hindu racanın yanında çalışmaya başlamıştır. Fielding’den gelen bir mektubu yanlış anlamış, onun Adela ile evlendiğini sanmıştır. Oysa Fielding, Mrs. Moore’un kızı Stella ile evlenmiş, karısı ve karısının kardeşi Ralph ile birlikte Hindistan’ı ziyaret etmektedir. Romanın sonunda Aziz, Mrs. Moore’un oğlu Ralph’de Mrs. Moore’u bulur, onunla birlikte bindikleri sandal Hinduların kutlama töreni sırasında Fielding’in Stella ile birlikte bindiği sandalla çarpışır. Bu çarpışma ile Aziz ve Fielding arasında eski dostluk tazelenir, Aziz’in ruhu sonunda İngilizlere duyduğu kinden kurtulur ve Adela’yı da bağışlar. Marabar’ın kötü anıları ve yaydığı kötülük sonunda yenilmiştir, silinmiştir. Ama yine de bu iki insanın dost kalması imkansızdır, Hintliler tam bağımsızlıklarına kavuşuncaya kadar mümkün değildir dost olmaları çünkü dostluk ancak iki eşit insan arasında kurulabilir ve Hindistan istemez onların dost olmalarını, atlar da istemez, kayalar, tapınaklar, sarnıçlar, hapishane, saray, atmaca, konukevi de yüzlerce sesleriyle, “Hayır, daha değil,” derler, gökyüzü de, “Hayır, orada değil,” der.
Bu durumda Fielding’le Aziz’in dostluğu, Hindistan’ın bağımsızlığını kazanacağı zamana, Aziz’in deyişiyle, “her bir lanet İngiliz’i denize atacakları” güne ertelenmiştir. Hindistan bağımsızlığını kazandıktan sonra ve bugün bir İngiliz’le bir Hintlinin dostluğu ne durumdadır? Gerçek anlamda dost olan pek çok İngiliz ve Hintli vardır mutlaka ama Büyük Britanya’nın Hintlilere ve genel anlamda ‘ötekiler’e karşı bakışı ne kadar değişmiştir? Bugün Avrupa, yüzyılların sömürgecilik alışkanlıklarından kurtulma ve ‘öteki’ne karşı tanımladığı kendi kimliğiyle hesaplaşma durumuna gelmiştir. İngiltere’nin Hindistan’a bakışında büyük değişiklikler olsa bile hala dini, inanışları, gelenekleri, yüzlerce tanrıları, kutsal inekleri ile ‘modern’, ‘akılcı’ ve ‘dakik’ olmayan bir Hindistan imgesi vardır. Hint kökenli İngilizce yazan Hintli yazarların romanları en önemli İngiliz edebiyat ödüllerini almakta, kendini yenileyemeyen İngiliz edebiyatı için farklı bir renk ve yeni bir soluk olarak kabul edilmektedir. Yine de Avrupalıların tüm diğer ‘ötekiler’ karşısında kendi kimliklerini ve kültürlerini yeniden tanımlama çabaları, ‘kültürünü koruma’ bahanesi altında ‘yüksek’ konumlarını yitirmeme endişesini de taşımaktadır.
Edward Said, Şarkiyatçılık adlı önemli ve çarpıcı kitabında, “ ‘Biz’, Avrupalıları tüm o Avrupalı olmayan ‘onlar’ karşısında tanımlayan kolektif bir kavramdır… Avrupa kimliğinin Avrupalı olmayan bütün halklardan ve kültürlerden üstün olduğu fikridir.” der. Buradan giderek, bugün de bir Hintli ile bir İngiliz arasında, ‘öteki’ olma ilişkisinin getirdiği ayrımcılık olduğunu söyleyebiliriz. Aslında bu durum, her ilişki için söz konusudur. Said’in söylediği gibi, “Kimliğin inşası (‘inşası’ diyorum, çünkü ister Şark ister Garp, ister Fransız ister İngiliz kimliği söz konusu olsun, başkalarından ayrı bir ortak deneyimler dağarı olsa da kimlik bir inşadır sonuçta), karşıtların, ‘ötekiler’in belirlenmesini gerektirir; bunların fiili halleri, ‘biz’den farklılıklarına ilişkin kesintisiz yorumlara, yeniden yorumlamalara konu olur hep. Her çağ, her toplum kendi ‘Ötekiler’ini yeniden yaratır.” (Şarkiyatçılık, Sonsöz, s. 346-347) Biz, Avrupa’nın doğusunda, Avrupalının ‘ötekisi’ iken, bizim ‘doğu’muzu kendi ‘öteki’miz olarak algılarız.
Bugün küreselleşme karşısında, her kültür kendi kimliğini yeniden tanımlama gereksinimi duyarken, ötekilerin kültürlerini bir renk olarak içine almak, kültürel çeşitliliği ve çoğulculuğu benimsemek durumundadır. Küresel dünya, zengin bir kültürler ve kimlikler mozaiği olma hayalini ne kadar gerçekleştirebilecektir, bilmiyoruz. E.M. Forster’ın Hindistan’a Bir Geçit romanında düşünsel ve simgesel anlamda gerçekleştirdiği ideal budur. O, agnostik bir İngiliz olan Fielding’le Müslüman ve Hintli Aziz’i; Krişna’nın milyonlarca doğumundan biri sırasında, Hinduların bir Hint Tanrıçası adı gibi Esmis Esmur adıyla simgeleştirdikleri Hıristiyan Mrs. Moore’un ruhuyla bütünleşen Brahman’ın “Gel, gel, gel, gel” çağrısıyla barıştırarak kültürel kreolleştirmenin bir örneğini edebi anlamda yaratmıştır. Ama romanı sadece, yazarın zengin düşünce aleminin bir doğrulaması olarak ele almak eksik ve yanlış olur, o aynı zamanda kendi içinde sanatsal bir ritmi olan, karakterlerinin temsili özelliklerinin dışında incelikle ve derinlikle işlendiği, hicvi, mizahı, edebi motifleri, şiirselliği ve ironisiyle güçlü bir edebi yapıttır.
Edward Said’in şu sözlerini anımsamakta yarar var:
“Bütün dünyayı yabancı bir diyar olarak görmek yaratıcı düşünceyi mümkün kılar. Çoğu insan esas olarak tek bir kültürün, tek bir ortam ve yurdun farkındadır; sürgünler ise en az ikisinin bilincindedir ve düşünce çoğulculuğu, onlara farklı boyutların eşanlılığı bilincini getirir; bu öyle bir bilinçtir ki, bir müzik terimiyle açıklamak gerekirse kontrpuan gibidir.”
Said’in anlattığı bu sürgünlük hissini E.M. Forster, Hindistan’da yaşadığı yıllarda duyumsamıştır büyük bir olasılıkla ve sözcüklerle yarattığı müziği, üç bölümlük etkileyici bir konçerto gibi ifade etmiştir.
Şükran Yücel
E.M. Forster, Hindistan’a Bir Geçit: İletişim Yayınları, 2001, Çev. Filiz Ofluoğlu
Edward W. Said, Şarkiyatçılık: Metis Yayınları, 1999, Çev. Berna Ülner
Not. Küresel dünyanın zengin bir kültürler mozaiği olamayacağı, tek tip bir dünyaya bizi mahkûm etmek istediği ortaya çıktı, ne yazık ki.