Nuray Salman: 1963 İstanbul doğumlusunuz. İlk, orta, lise öğreniminizi İstanbul’da tamamladınız. 1981-1990 yılları arasında değişik dergi ve gazetede sekreter ve redaktör olarak çalıştınız. 1995 yılında İngilterenin Cambridge şehrine politik mülteci olarak iltica ettiniz.Yine aynı şehirde Anglia Ruskin Üniversitesi’nde İngiliz Dili ve Dilbilim üzerine lisans eğitimi gördünüz. Yazar/Şair Sultan Karataş’ı sizin cümlelerinizle nasıl anlatırsınız? Çocukluğu, gençliği, yazın dünyasına girişini, nasıl başladığını öğrenmek istiyorum…
Sultan Karataş: Çocukluğum, İstanbul’un kenar bir gecekondu mahallesinde geçti. Tüm yoksunluklarına rağmen yaşamımın renkli yılları olarak anımsarım her zaman.
Babam nakliyeciydi, o dönemdeki çevreye kıyasla ekonomik anlamda ciddi bir yoksulluk yaşamadık desem yeridir. Babam iki evliydi… Bu konuyu biraz genişleteceğim zira hayatımda etkisi büyük… Anam, ikinci eş yani, on dört yaşında babamın ilk eşi Zeze’nin üstüne kuma olarak gelir.
Hayatımda derin etkileri olan kişidir Zeze. Zeze, Türkçe’yi yarım yamalak konuşurdu. Onun bu eksik görülen yanı bende bir artıydı. Okuma yazmayı öğrendiğim andan itibaren kalem- kağıda sarıldım, Kürtçe öğrenip Zeze’ye tercüman olmak istedim hep. Dilini konuşamadığım bir ülkeye gittiğimde hep Zeze’yle empati kurdum ve içim hep acıdı.
Çocukluk yıllarım, kuponlarla ansiklopedi edinme zamanlarıydı memlekette… Hatta gazeteler çabucak biterdi ki bu yüzden gazete kuyruğu olduğu günler de hala aklımda. Ders çalışma masam hiç olmadı. Ama bir tahta sehpanın etrafını yastıklarla çevirip, güya odam var havasında ders çalışmaktan büyük haz duydum. Yarı kent-yarı köy kültürüyle yetiştim. Bu iki kültür arasındaki geçirgenlik, sımdı anlıyorum ki benim yazma kaynağım, hayatımın rengi…
Yaşamdan haz almaya çalışan çocuklardan yalnızca biriydim. Mahallenin yaramazları arasında sayılırdım ama kavgacı değildim, daha çok toparlayıcı ve örgütleyen bir özellikti benimkisi…
O zamanlar, sokak oyunları vardı; sek sek, voleybol, yakartopu, birdirbir, saklambaç… Sonbaharları ‘saplama’… Portakal kabuklarından bile oyuncak yaratırdık.
Okul içinde her türlü sosyal faaliyette yer almak isterdim. Anam bu durumuma hep muhalifti ‘her şeye burnunu sokmasan olmaz’ derdi. Babam da aksine, ‘benim kızım ne isterse yapar’ diye yüreklendirirdi ki, girişken bir çocuktum.
Duyarlı bir çocuk oldum aynı zamanda. Bu yüzdendir sanırım, hiç sinik, silik bir kişilik olmadım. Hakkımı savunabilmenin yanında çevremde haksızlığa uğrayan hiç kimse için de sessiz kalamadım. Biraz kabadayılık yanım da vardı sanki. Hatta babamın bir kaç kez’keşke kızım erkek olsaydı’ deme gafleti de olmuştu. Kadın olarak nelerin yapılabileceği öngörüsü eksikti demek. Bu eksikliğe karşın, babamın aydın ve muhalif kimliği hayatıma yön veren temel taşlardan bir tanesidir.
Yazma konusuna gelince; ‘Şiir, matematik gibi kolaydan başlanılıp öğrenilmez. Kolaylık, bir beğeni olarak yerleşiverir insanın kişiliğine, sonra da kolay değiştirilemez’ der Turgut Uyar… Yazmanın özellikle şiir yazmanın ciddi bir iş ve duyarlılık olduğunun bilincinde davranmaya çalışıyorum. Türkiye’deki eğitim hayatım boyunca, okumak ve yazmak hayatımın bir parçası idi. Yaşamımda sekteye uğrayan süreçlerde, okuma ve yazmamın ikinci plana düştüğü zamanlar oldu ancak şimdilerde, yaşamımın merkezi haline geldi.
Nuray Salman: İlk kitabınız Metristen Mektuplar (Anı- 2015), Dilsiz Bir Ağıt (Şiir- 2016), Kısacıktı Boyu Elma Ağaçlarının (Anı-Anlatı 2018). Metristen Mektuplar kitabınızla anılarımızı derinlerden alıp gün yüzüne çıkardınız. Oysa ki bugüne kadar bedenleri ve ruhları yaralı 12 Eylül’ün kadınları hep geride anıldı. O günleri yazmaya karar vermekte zorlandınız mı?
Sultan Karataş: Yukarda anlattıklarımı, yaşadıklarımı Metris günlükleri olarak yazmıştım ki, kitap olarak basıldı. Samimi, içten, olduğu gibi aktarılan anılarla yüklü bir kitap…
12 Eylül, öylesine gelip geçen bir süreç olmadı benim için, bizim kuşak için. Acılarını, yaralarını hala taşıdığımız o günler… Cezaevinde hiç kalmadım ancak cezaevi kapılarını iyi bildiğimi düşünüyorum; anaların, eşlerin, çocukların yaşadıklarının tanığıyım.
O günlere yolculuk yapıyorum da; dünya kirlendikçe kirleniyordu, içeriye dahil olmak, o ‘idealin’ bir parçası olmak çok daha uygun görünüyordu. Dışarıya kapamıştım kendimi… Varsa yoksa cezaevi aşkımdı artık. Yorulsam da, kimi zaman kaçmak istesem de sonuna kadar gittiğim bir davanın yani aşkımın gönüllü neferi olmuştum. Yıllar sonra kendimle ilgili bir karakter tahlili o günlerdeki duruşumu onaylar nitelikte; Kararlı, vefalı ve başladığı işi sonuna kadar götüren bir yapıya sahiptim.
12 Eylül, üç kuşak üzerinde derin izler bırakan bir süreç oldu. 79’da babam öldürüldü. Babam, hayata bakışı ve eğitime verdiği değerle farklı ve bunların da ötesinde benim babamdı. Ve öldürülmüştü… Ardından darbe, ölüm ve silah sesleriyle kurşun seslerinin, yaşadığımız gecekondular üzerinde vızır vızır geçtiği günlerdi.
O süreçte, analar, cezaevinde eşlerini, sevgililerini bekleyen kadınlar adeta konuşulmadı. Aşk, sevmek, sevişmeler tabuydu. Sosyal medyada yazdıklarımı paylaşmam biraz şaşırttı o ‘dönem devrimcileri’mizi ancak onay buldu. Özellikle cezaevi kapılarında yıllarca edindiğim dostlarım, kadın arkadaşlarım, ’12 Eylül kadınları’ diyorum ben onlara… Bu dostlarımın bir çoğuyla kopmamıştım, kopmuş olduklarımla da yeniden buluşmama vesile oldu bu kitap. Çok özel ve değerli paylaşımların olduğu günlerdeki dostluk meğerse çok derinmiş. Yeniden kenetlendik.
Anılar, Metris’in önündeki kahveler, Sağmalcılar’daki dayak ve tünel günleri… Yoksunluklar, konuşulmayanlar yeniden dile geldi. Sonuç olarak, bir gün oluşturulacak bir ’12 Eylül Antolojisi’ne kenarından köşesinden bir katkı olacağı umuduyla mini bir kitap olarak baskıya girdi. Sonuç olarak, bu kitap, o günlere bir tanıklıktı tıpkı ardılı olan ‘Kısacıktı Boyu Elma Ağaçlarının’ gibi… O günler unutulmasın istiyorum.
O günleri yazmakta bir zorlanma hali yaşamadım, düşünmedim daha doğrusu ‘acaba yazsam mı, yazmasam mı?’ diye bir ikilemde olmadım açıkçası. Duygu olarak o günlere yolculuk yapmak bambaşka bir ruh halini yaşatıyor eğer sorulan buysa; özlem, hüzün, acı bazen tatlı bir hoşluk yürekte… Yapı itibariyle, hesaplı yaşayabilen bir insan değilim, yanılgılarım da bu yüzden kimi zaman çok olmuştur. Hesapsız yaşamak ya da iyimserlik kişinin tercihi elbette. Ben tercihimi iyi olandan yana kullandım, zamanın ruhuna ters bir duruş olsa da…
12 Eylül öncesinin paylaşımları ve o darbenin bizde bıraktığı izler, aşklar, yaşananlar, yaşanamayanlar, hayatı sorgulama şansı olmadan onu değiştirmeye çalışmak sevdasında olmak.. Ne büyük bir düş, nasıl bir idealdi ! Ömürleri çaldı, ölümleri doğurdu her gün biraz daha; işkencede, dar ağaçlarında ölüyordu o güzelim insanlar, yaşamadan hayatın baharında… Tüm yaşananlar bana ait bir geçmişin unutulamayacak bir parçasıydı, yazmam için de en doğru zamandı ve de yazdım.
Nuray Salman: Cezaevine girmeyen fakat toplumdaki ekonomik ve sosyal değişimle evden çıkıp çalışmaya başlayan kadınlar için 12 Eylül ne demektir?
Sultan Karataş: Kadın hareketi-feminizm de- Batı’dan sonra, bizde de 80 sonrası canlanmaya başlamıştı. Ekonomik zorluklar ve sosyal değişim arasında bir doğrusallık vardı. Ve kadın ekonomik alanda eşit koşullarda olmasa da çalışmak zorundaydı.
Kadınlar artık ekonomik alandaki varlığıyla, sosyal aidiyetleri de değişiyor ve sokağa çıkan kadın, yaşamı irdeliyordu. Peki cezaevi kaplarındaki kadınlar? Onlar çok daha fazlasının farkındaydı. Bilakis, onlar tam da yaşamın merkezinde ve artık kendileriydi … Eşi, evladı içeride olan kadın hem acılı, hem dirençli hem de mücadeleciydi ve artık yalnızca kendisi yoktu sorumluluk duyduğu, birileri vardı, içeride, dışarıda. Ve bu süreçte cezaevi kapılarında bekleyen kadınlar, anneler tahmin edilemez bir bilinç, algı sıçraması yaşıyordu. Sistemdeki çarpıklıklara, zulme, işkenceye, haksızlıklara birinci elden tanıklık ediyordu. Tanıklık ettikleri mağdurlar; yavruları, eşleri, sevgilileriydi. Annelik, sevgili, eş duygusu insanı nasıl korkusuzlaştırır, nasıl insanı cesur kılar bunu 12 Eylül kadınlarını tanıyanlar bilir.
O dönemlerde önceleri bir dergide, sonraları bir araştırma firmasında çalıştım. 68 kuşağından çok değerli insanlarla bir arada çalışma şansını yakalamıştım. Ancak, 12 Eylül, toplumun tüm kesimlerini mağdur etti, doğrudur. Ancak anaların analığı, kadınların kadınlığı çalındı…
12 Eylül kadınları için 80’ler; acı, yokluk, cezaevi kapılarında nöbet, kendisini yani kadınlığını, özbenliğini, cinselliğini yok saymak demekti. Sorarım, hangi erkek, on yıl, on iki yıl arzusunu, doğasını bastırır ve duygusunu yok sayar hangi erkek???
12 Eylül, sevişmeye sırtını dönen, 12 Eylül kendini adayan, kadın kimliğini yok sayan….
12 Eylül, bizi kendi dogmalarımızda boğan, yüreğimizi, bedenlerimizi kurutan bir çöl…
12 Eylül…
Nuray Salman: 12 Eylül’ün yarattığı Toplumsal yaraların izleri hala silinmedi. Bugün arkanıza baktığınızda neler görüyorsunuz? Her şey geride kaldı diyebilir miyiz?
Sultan Karataş: Yukarıda söylediklerimin üzerine ne ekleyebilirim bilemiyorum ama o günlere dair hep içeride olanların bizzat işkenceye maruz kalanların bir sözü olabilir diye düşünüldü.
12 Eylül zulmünden geriye elbette ki acı, kayıp yani akla gelebilecek her türlü zulmün katmerlisi kaldı. Yaşandı ama bitmedi. Bu acılara direnirken, kadınlar örgütlendi. Örneğin, o süreçte kurulan İHD’nin kurucuları ve aktif olanları ağırlıkla kadınlardı. Bu derneğin 1986’da kuruluşunun esas amacı, cezaevlerindeki işkence ve haksızlıkların artmasına ve toplum üzerindeki baskıcı-otoriter uygulamaların yoğunlaşmasına karşı bir duruş geliştirmekti. Bu şekilde, gerekli yasal yollar kullanılabilecekti. Hatta bildiğiniz üzre, kurucular arasında olan Didar Şensoy’u 1988’de meclis önündeki bir protestoda polisin darp etmesiyle kaybettik…
Yaşananlar, yeni çözüm yollarını dayatıyordu… 90’ların ardından, ‘Barış Anaları’, sokaklardaydı; ‘barış olsun, çocuklarımız ölmesin’ diye seslerini duyurmaya çalıştılar. Ardından, 1995’te Cumartesi Anneleri, Arjantin’deki cunta yönetimi tarafından öldürülen çocuklarının hesabını sormak için ‘Plaza del Mayo’ meydanında toplanan annelerden esinlendi… Her hafta Cumartesi günü, Galatasaray Meydan’ında, darbe süreci ve sonrası gözaltı kayıpları için ‘kayıplar belli, failler nerede ‘ sloganıyla sokaklarda yerini aldılar.
Sözün kısası, kadın yaşamın her alanda çözüm üretmenin yollarını arıyor. Çözümsüzlük kadının doğasına aykırı desem abartmış mı olurum!
Cezaevi kapılarında hiç okuma yazma bilmeyen, hayatında hiç çalışmamış, doğru dürüst Türkçe bilmeyen analar vardı. Bu kadınların değişim sürecine bizzat tanıklık ettim. Oralarda herkesin dili, acısı ortaktı zaten. Kim hangi örgütten, memleketin neresinden, hangi sosyal sınıftan kimsenin umurunda değildi; ortak olan tek şey acımız, kayıplarımız, umudumuz ve direncimizdi…
Bildiğimiz tek gerçek ise, birlikte daha güçlü olacağımızdı. Yoksulluk had safhada düşünsenize, Gülsuyu’ndan, Maltepe’den Metris’e gelen anaları… Kahvelerde yenilen yalnızca kuru bir tost ve çay.
İşkenceye maruz kalmanın bedeli elbette ağır. Kadınlar arasında işkenceden geçenler, tecavüze maruz kalanlar, karnında bebeğiyle işkenceye alınanlar oldukça fazla sayıda. Kadınlar; yıllarını kapılarda tüketen kadınlar; kadınlığını, sosyal kimliğini, kariyerini, eğitimini hiçe sayan bu kadınların bir kısmı terkedildi…
Sonuç olarak, şöyle bir özetlemeyle bu sorunuza yanıtımı tamamlayayım. Toplumda ileri olma kriteri, davranış biçimimiz ve yaşam tarzımız olmalıdır… Bu nitelikleri siyaset ya da bulunduğunuz sosyal statü size kazandırmaz. İnsana yaraşır normlarda kalmak yeterli. İnsanı iyi ve kötü diye ayırmayı öğretti hayat. İnsanların siyasi tercihleri, ideolojileri insani vasıflarını belirlemiyor yani. Böyle olsa idi, sol ideolojiyi savunanların hepsi mükemmel insanlar olmalıydı. Demek ki, insan ve insani değerler tüm ideolojlerin üstünde olmalı. Toplumda, bu değerlerin çoğu hala arabesk yaşanmaktadır.
Göç ve sürgün, adeta yazgı gibi coğrafyamızda. Sürgün diyorum zira bu ‘serüven’in gönüllüsü değildim.
Sürgün olduğunuzda ‘… İki şey vardır ancak ölümle unutulur, bir anamızın yüzü bir de şehrimizin’… İstanbul benim için aşk demek. Sokakları, gürültüsü, çöpü, çamuru, vapuru, denizi, sokak simidi, balık-rakısı…
1995’te oğlumla birlikte İngiltere’nin Cambridge şehrine geldik. Biraz İngilizcem var diye düşünüyordum ilk gittiğimde oysa dilsizdim oysa hem dilsiz hem sağırdım adeta. Anlamıyordum, anlaşılmıyordum. Temel duyularınızı kaybetmek gibi bir şey…
Sokakta, doktorda, resmi yerlerde konuşulan hiçbir şeyi hemen hemen anlamıyordum.
En çok Zeze, üvey anam aklıma geliyordu, hep onunla empati kuruyordum. Ona nasıl üzülürdüm, Türkçe’yi konuşamıyor diye.
Politik sığınmacı oluşumuzun bir dizi artısı olmuştu tabii, sosyal koşullar nispeten iyiydi; barınma, eğitim ve sağlık gibi.
Kafa göz yara yara, bir yerlere varmıştım ki, üniversiteye gitme fikrini aklıma soktu bir İngilizce hocam. Yetersizdim ama yapabilirdim ve yetişkin öğrenciler için hazırlanmış bir kursa başladım; politika, psikoloji ve akademik İngilizce… 2000 senesinde üniversite beni kabul edince duyduğum heyecanı anlatamam… Dil, Tarih okuyacaktım. İki sene devam ettim. Çok zorlanıyordum, geçerdi notlar ama bozuyordu beni. İyi olmalıydı derken okulu iki senenin ardından, ikinci çocuğu doğurmak bahanesiyle ikna ediliyorum, benim de işime geliyor ve okula veda…
2007’de, İngiliz Dili ve Dilbilim okumak üzere üniversiteye kabul ediliyorum ve dört sene sonra mezunum.
Hayat, dört başı mamur akıp gitmiyor tabii… Derken evlilik sona eriyor.
Anlıyorsunuz ki, hiç kimse vazgeçilmez değil…
Yeni bir süreç başlıyordu artık. Önceleri travmatik haller yaşanıyor ister istemez.
Ve bir süre sonra toparlıyorum kendimi. Hayat başka bir yerden başlıyor yeniden…
Yazmaya çalışıyorum. Özel dersler veriyorum. Tercümanlık yapıyorum. Sahaflar, kütüphaneler… Yaşadığım şehrin tüm güzelliklerini keşfe çıkıyorum. Nerdeymişim bunca zaman! Yaprak, börtü böcek, çiçek, insanlar her şey ama her şeyi fark ediyorum. Yaşadığım şehrin nehri bu kadar güzel miydi hep! Her fırsatta saatlerce yürüyüş yapıyorum. Sıkılmıyorum. Her anım dolu dolu.
Bulunduğum şehirde, sık görüşmesem de arkadaşlarım bulunuyor. Küçük bir kasaba, nerdeyse köy, üniversite sebebiyle şehirleşen bir yer. İyi tecrübeler edinebileceğim ortamlarda bulunma fırsatım oldu. Bunlardan en önemlisi, Kadın Kaynakları Merkezi (Women Resource Centre)nde gönüllü çalışmam oldu. Burada dünyanın her yanından kadınlarla İngilizce, el becerileri, matematik vb. kurslarda birlikte olmak hayata başka bir perspektifle bakmamı sağladı. İran, Sudan , Nepal, Şili, Bangadeş hatta Zulu’lu bir çok insan güzeli arkadaşım oldu. Düşünsenize, insan her yerde, her dilde yüreğe dokunabiliyorsa, gerisi teferruat. Hemen hemen hiç İngilizce bilmeyen insanlar kendi aralarında bir iletişim dili buluyor. Gelgelelim bazen aynı dili konuşurken birbirimizi anlayamıyoruz, ulaşamıyoruz birbirimizin kalbine.
‘Dünyanın ve insanın ortak dili sevgi olmalıdır’ demek ne kadar da doğru!.
Nuray Salman: Edebiyatın kapısından anı’larınızı yazarak girdiniz. İkinci kitabınızla şiire yöneldiniz. Birini ötekiyle kıyaslıyacak olsanız neler derdiniz? biri nerede başlar, öteki nerede biter, birinin yeri, ötekine göre neresidir sizce?
Sultan Karataş: Dün unutulmasın derdindeyim.
‘Metris’ten Mektuplar’ı şimdi yazsam o ruh haliyle yazamam mesela, bu nedenle yazılması için doğru bir zamandı.
Şiirlerime gelince, yalnızca birer deneme. Ancak yazmaya devam ediyorum.
‘Kısacıktı Boyu Elma Ağaçlarının’, benim birebir yaşadığım, tanıklık ettiğim 70’li senelerin çocuk Sultan’ı aslında. Açıkgöz, gözlemleyen, duygulu, duyarlı bir çocuk… Bir o kadar da fırlama bir çocuk argo tabirle. Aslında, bu kitap sıcacık İstanbul, kenar mahalle anılarıyla yüklü ve devamı gelecek.
Geçmişe dair güçlü bir hafızam var ve bunu değerlendirmek istiyorum. Yazmam gereken çok hikaye var anlayacağınız.
Nuray Salman: Yeni projeleriniz var mı?
Sultan Karataş: Birkaç projem var. ‘Metris’ten Mektuplar’ın ikinci baskısı revize edilip, birkaç eklemeyle yeniden çıkacak. Bununla uğraşıyorum.
İngilizce’den Türkçe’ye şiir çevirilerine de başladım.
Tagore, Ritsos, Pushkin, Paul Eluard, Neruda, Mayakovski şiirlerinden çeviri çalışmalarım var. Sheakspare’den de, çeviri yapmayı deniyorum.
Mülteci kadınlarla ilgili üzerinde çalışmayı sürdürdüğüm öykülerim var.
Ve mutlaka ZEZE’yi yazacağım. Yüreğimin en sıcak, en acılı, en dilsiz kalmış sırları …
En özgür olan düşlerimiz değil mi ve en büyük çabam özgürlüğümü gerçekleştirmek oldu her zaman. ‘Hayalleriniz varsa yaşıyorsunuz ‘ ve bir demet hayalle yaşamaya devam.
Bu içten söyleşi için, söylenmesi gerekenleri anlatma fırsatı verdiğiniz için çok teşekkür ediyorum sevgili Nuray Salman.
Sevgili Sultan, soruların yanıtları ilginç… Daha gençsiniz, birikimlerinizi yakın geçmişin tarihsel belleği ile, coğrafyasına yerleştirirseniz nehir romana rahatlıkla taşıyabilirsiniz. Başarılar. Sevgiler. İhtiyar Saat.