Tuhaf anlar vardır hayatta. İnsanın annesinin sırrını keşfetmesi gibi… Ben keşfettim! Sonra gelişen olaylar daha da tuhaftı. Ulan bir de çakal geçinirim. Ben kim miyim? Tabii ki Yiğit! “Yiğit de kim?”demeyin. Hani ‘Yıldızlara Bakıyor Bazılarımız’ kitabındaki ‘Seçim’ öyküsünde, yazarla taşak geçen, hem sevdiğiniz hem de kızdığınız karakter (bakınız kitap). Bari burada biraz reklamını yapayım da sevinsin eziğim. Yok yazar tıkanması yaşıyormuş, yok disiplinli değilmiş. Bırak abi, neyi kasıyorsun o zaman. Okur da yalvarıyordu zaten, “aman ne olur yaz diye!”
Neyse, o devreye girmeden ben devam edeyim. Ailenin örnek çocuğu, biricik evlatlığı abim Hakan, uyuşturucu tedavim için -evet artık kabul ettim ve rahatlıkla söyleyebiliyorum durumumu, öyleyse yaşasın terapi ha ha ha- klinikte yatarken, beni ziyarete geldikten sonra yurt dışına gitti. Gezdi, tozdu ve maalesef geri geldi. Sıkardı tabii böyle bir aileyi bırakmak! Orda kaldığım süre boyunca parçaları birleştirince, beni annemlere gammazlayanın da bu piç olduğuna karar verdim. O da başka bir hikâye. Beyninizi daha fazla yemeden esas hikâyeye gelelim. Hazır mısınız? Bu arada yazarcık gerçekten tıkandı galiba, tık yok baksanıza! Madem öyle, buyurunuz saygıdeğer hanımefendiler, beyefendiler, karşınızda sahnee!
Annemi o gün ilk gördüğümde, bir tek dudakları ve gözleri açıkta kalmıştı. Meğerse yüzüne nem maskesi sürmüş. Ona bakarak ürkmüş gibi yalandan sıçradım.
Lan, şimdi gerçekten sıçradım. Sinsi sinsi yaklaşmış yazar bozuntusu. Elinde kahve, sigara,bir havalar. Ulan pıtrak gibi çoğaldınız zaten, bari farklı bir şeyler yazın. Hayıır, hayır silme yazdıklarımı, hay sokayım böy…
***
Ayla, üzerinde parlak kırmızı renk kimono sabahlığıyla önce esneyerek gerindi, saçlarını tepede aceleyle topladıktan sonra yüzüne nemlendirici bir maske sürdü. Bir tek gözleri ve dudakları açıkta kalmıştı. Kapı hafifçe tıklatıldıktan sonra Yiğit girdi içeri. Annesine bakarak yalandan ürkmüş gibi sıçradı.
“Amanın, anne ne iş!”
“Öylesine işte! Biraz bakım onarım.” Sesi bezgindi. Yiğit Ayla’yı omuzlarından tuttu.
“Senin ihtiyacın mı var Allah aşkına?”
“Herkesin bir şeylere ihtiyacı vardır.” “Güzel laf,” diye düşündü oğlan, yine de annesine fazla kafa yormak istemedi.
“Hadi ben kaçtım.”
“Akşam yemeğe Çetin gelecek.”
“Oo süper. Adamım benim. Ben de gelirim o zaman. Nezahat döktürüyor zaten, aşağıdan nefis kokular geliyor.” Ayla onun bu çocuksu sevincine güldü.
“Serap Teyze gelmiyor mu yemeğe?”
Kadın dalgın bir şekilde elini yüzüne dokundurdu.
“Yok, yurt dışındaymış.”
Yiğit odadan çıkınca, Ayla tuvalet masasının geniş aynasına gözlerini dikti. Sadece maske değildi onu değiştiren, kendi de biliyordu. Neden sonra, “etin sosunu ben hazırlamalıyım,” diye mırıldandı. Eli gene maskeye gitti, yüzüne iyice yapışmıştı.
***
Çetin’in önden yolladığı çiçek sepeti, bahçeye hazırlanmış uzun, ahşap masanın tam ortasında duruyordu. Yemek takımı, masa örtüsü, kadehler, peçeteler, mumluklar, hatta Ayla’nın kıyafeti… Hepsi birbirleriyle uyumsuz olacak kadar uyum içersindeydi.
O da nesi! Yazarcığın telefonu çaldı. Arayan annesiymiş ve sanatçımızın çıkması gerekiyormuş. Oleyy. Bayanlar baylar, öyleyse sıra bendeee!
Alacakaranlıkta tatlı, limonata tadında bir hava vardı. Bizimkilerin taa okuldan kankaları, benim de idolüm Çetin Amca gelmişti. Babamın benden daha çok sevdiği çakma abim de ortalarda yoktu. Daha ne olsun! Salondan bahçeye doğru göz atıp o anın tadını çıkarmak istedim -öyle ya, terapi seanslarında boşa söylemediler, anı yaşa, duygularını fark et, duygularını ifade et zattırı zutturu- yaşayalım bakalım anasını sattığım şu sahte dünyada!
Annemle Çetin Amca ellerinde şarap kadehleriyle masanın kenarında gülüşürken, pederin içeriden yurt dışı şantiyesiyle konuşmaları geliyordu. Hâlâ işkolik şu adam, onu da mı terapiye yollasak? Ha ha ha, sonuçta bu da bir bağımlılık! Bak Çeto Amca’ma, umurunda mı dünya? Hafiften dökülmeye başlamış saçları geriye taralı, çekmiş keten takımları, jilet gibi! Gevrek gevrek gülüyor.
Anneme baktım, güzel kadın Allah için. Hani derler ya, mihrap yerinde. Maske sadece yüzüne değil, ruhuna da iyi gelmiş. Sabahki melankolik havasından eser yok. Kahkaha atmalar, açık bıraktığı saçlarıyla oynamalar…
Birden müzik sesi yükselince irkildim. “Yesterday, when I was young”* diye kadının teki bağırdıkça bağırıyordu. “Bu ne ya tam moruk şarkısı,” diye söylenip bahçeye bakarken, o unutamayacağım sahneyi gördüm. Çetin Amca annemin elini hafifçe tutmuştu, annem de onun gözlerinin içine bakıyordu, sonra yumuşak bir hareketle elini çekti. Yemin ediyorum, her şey ama her şey, kısacık bir anda, tam da anlattığım gibi olmuştu. “Nooluyo lan!” dedim kendi kendime. İnsanın hem bal gibi anladığı, hem de mal gibi anlamazdan geldiği anlardan biriydi. Başım hafif hafif dönmeye başlamıştı. Bu arada itiraf ediyorum, demin sizlere yalan söyledim. Hayatı daha kabul edilir kılan, tatlı, küçücük bir yalan. Eve gelmeden, azcık ama gerçekten çok azcık çekmiştim. “Arkadaşlar ısrar etti,” diye yalanıma devam edebilirim ama beni bilirsiniz veya en azından bildiğiniz kadarıyla -yoksa kim kimi iyi bilebilirmiş ki, hepsi palavra -ben istemediğim sürece kimse bana bir bok yaptırtamaz!
Artık varlığımı belli etme vakti gelmişti. Bahçeye çıktım sessiz adımlarla. Görünce bir an şaşırdılar tabii, bozuntuya vermemeye çalışan halleri beni daha da eğlendirdi.
“Hoş geldin Çetin Amcacım.”
“Vay aslanım benim, hoş bulduk.”
“Oğlum ne zaman geldin, daha geç bekliyorduk seni.” “Belli belli!” dedim. İçimden tabii.
“Şimdi ya, direkt bahçeye geçtim ben de.”
“Özlemişim lan kerata, gel şöyle!” Çeto iri, uzun bedeniyle bir anda sarıldı bana. Ben, pahalı losyon, puro, şarap kokuları içerisinde boğulurken, annem gururlu bir gülümsemeyle bizi izliyordu.
“Karıcım dans edelim mi?” Babam ritmik adımlarla, elindeki rakı kadehini sallayarak anneme yaklaştı. Bardağı masanın üzerine bırakıp dans etmek için elini uzattı. Bizim pederin kafa da bir başka güzeldi herhalde.
Annem onu hafifçe iteleyerek söylendi, “aman Mehmet, nerden çıktı şimdi bu!” Babam zoraki bir kahkaha atarak uzaklaştı. “Nasıl istersen güzelim, şerefine o zaman!” Kadeh tekrar elindeydi ve karısının gözlerinin içine bakıyordu. Ne yapmacık bir sahne!
Çeto’ya baktım, yüzünde biraz müstehzi, biraz nasıl desem, dudaklarından öte bırakmaya kıyamadığı tuhaf bir gülümseme vardı. Şarabından dopdolu bir yudum aldı, yutmadan önce ağzının içinde uzun uzun çalkaladı. Sonra bana göz kırpıp masayı işaret etti. “Hadi aslanım, yemeğe başlayalım artık.”
Yiyeceklerin kokusundan çok gündüz biçilmiş çimlerin taze kokusu gelmişti burnuma. Hiçbir şey olması gerektiği gibi değildi zaten!
Karanlık iyice bastırırken müzik bitmişti. Maskeli balo ise tam gaz devam ediyordu.
***
Gece uyuyamadım, annemle Çeto’nun görüntüsü beynimi tırmalayıp duruyordu. Anlaşılan, bizim peder ayakta uyumuştu! Abi bozuntusu Hakan’dan da bir bok çıkmayacağına göre, ben duruma el koyacaktım. Ne yapmam gerektiğini düşünürken, amaçsızca odamı inceliyordum. Her zamanki gibi darmadağınıktı, Nezahat’in bile girip toplamasını istemiyordum. Sonra gözüm eski aile fotoğraflarına takıldı. Babam hem benim, hem de Hakan’ın odası için çerçeveletip duvara asmıştı. Başta itiraz etmek istedim ama bizim yalaka piç, “çok güzelmiş bu fotoğraflar,” diye atlayınca, ben de sesimi çıkarmadım. Peder çiviyi çakarken “hayatta en önemli şey ailedir, bunu hiç unutmayın,” diye beylik laflarını da kafamıza çakıyordu. Dedemlerin fotoğrafları, annemle babamın düğün fotoğrafları, Hakan’ın Batman, benim Superman kıyafetli çocukluk fotoğraflarımız… Daha da asacaktı, annem kızmıştı. “Yeter ya, depoyu taşıdın buraya!”
Ağzım kurumuştu, su içmek için karanlıkta sessizce merdivenlerden süzüldüm. Mutfağın yan tarafından bodrum kata inen merdivenleri görünce önce bir duraksadım, sonra inmeye devam ettim. Benim için hep esrarengiz havasını korumuş olan deponun kapısına gelince, neden bilmiyorum, bir kolaçan ettim etrafı. İçeri girince dik basamakların yanında duran düşük voltajlı ampulü yaktım. Loş bir ışık ortalığı kaplarken, toz ve nemle karışık bir koku çocukluk anılarımla birlikte canlandı. Ne kadar zamandır inmemiştim buraya. Mahalleden diğer çocuklarla saklambaç oynarken Hakan’la saklanmıştık bir iki kez. Ben ebe olduğumda, birilerini hemen bulamazsam ağlayarak bağırmaya başlardım, bizim mal da bana kıyamaz, mahsustan ebeletirdi kendini.
Ahşap basamakların gıcırtısıyla anılarım da en diplere geri döndü. Depoyu daha iyi algılamak istercesine gözlerimi sonuna kadar açtım. Ne aradığımı tam bilmiyordum ama bir şeyler bulabileceğimi hissediyordum. “Sezgilerine güveneceksin aslanım,” demişti bir keresinde Çetin Amca. Nam-ı diğer Çeto. Babama karşı beni hep kollayan, kayınpederi sayesinde elde ettiği zenginliği, tüccar kafasıyla katlayan adam… Biber gazı ithalatı yaptığını da Hakan bizimkilere söylerken duymuştum. “Çetin Amca niye böyle bir iş yapar ki?” Evet, bu tarz bir şeyler zırvalamıştı. “Lan sığır demiştim, sanki gelip sana bana sıkıyor, bize ne! Nasıl kazanıyorsa kazansın parasını!” Tabii içimden. Ben sadece dinlemiştim, bizimkiler de arkadaşlarına arka çıkmışlardı.
Arabayla o kazayı yaptığımda… Evet, itiraf ediyorum, kafam iyiyken bir çocuğa çarptım ben. Ölmedi ama ölümden döndü bacaksız. Bizim pedere çaktırmadan, gerekli yerlerde hem nüfuzunu hem parasını kullanarak, beni kurtaran da odur. Babam ve Çeto… İki zıt insan! Kanka olmaları bile abes. Bizimki zekâsı, hırsı ve işkolikliğiyle, bir de annemin deyimiyle ballı oluşuyla, parayı gömmüş, sıkıcı bir tip. Çeto ise hep eğlenceli, hep aranan, ne dünyaya küs, ne de dünya ona küs, keyifli bir çakal!
Evin üst katıyla hiç uyuşmayan bir yerdi bu depo. Aşağıdakiler yukarıdakiler hesabı. Bak bak benzetmeye bak da öğren biraz, Yazarcık Hanım! Kutular kutular, eşyalar, eşyalar, kıyafetler, kıyafetler. Pedal çevirme aleti ile gerçek bir bisiklet, klasik gitar ile oyuncak gitar, pederin ve Hakan’ın mühendislikle ilgili kitapları, benim bazı çizgi romanlarım -evet inanmayacaksınız ama ben de okuyorum, tabii sadece resimli olanları- hepsi ama hepsi beni şaşırtmak istercesine yan yana duruyorlardı. Gerçek dünyanın küçültülmüş maketlerinden biri gibiydi burası.
Tozdan yanan gözlerimi kırpıştırarak tekrar iyice açtım. Ahşap sallanan atı ve kılıcı fark edince, güldüm ister istemez. Lan, bunları bile saklamışlardı.
Sonra kapağı yarı açık kalmış gardırobu gördüm. Açtım yavaşça. Modası geçmiş ama hâlen şık şapkalar, şemsiyeler, kocaman tokalı kemerler, küçük saplı deri çantalarla doluydu. Kalın, demir bir boruya, naylondan kılıflarla kaplı ceketler asılmıştı. Geride, en dipte bir koyuluk vardı. Elimi uzatıp dokununca hissettim tüylü yumuşaklığı. Uzun, kürk manto… Babamın hiç sevmemesine rağmen, frapan Ayla Hanım’ın biz küçükken ısrarla giydiği, siyah, sıcak koruyucum… Annem onu giydiğinde, yüzümü tüylerin arasına gömüp kaybolurdum bazen. Abim de benle beraber sokulmak isterdi ama annem yavaşça engellerdi onu. “Dur, kardeşin korkmasın!”
Kürkü usul usul okşamak rahatlatmıştı beni. Demir borunun üzerinden, askısıyla beraber öne doğru kaydırdım. Gösterişli havasını yitirmiş, tüyleri keçeleşmeye başlamıştı. Ceplerini karıştırdım, yedek düğme ve eski bir mendil. Çıkanlar sadece bunlardı.
Annemin arada şeker, sakız saklayarak bana sürpriz yaptığı gizli cebi hatırladım. Elim, mantonun iç tarafındaki, kaygan ve soğuk astara değince önce bir ürperdi. Parmaklarımı cebe hızlıca daldırdım. Küçücük bir fotoğraf karesi çıktı. Loş ışıkta tam seçememiştim. Daha net görebilmek için yüzüme iyice yaklaştırdım resmi: Annem evdeki şöminenin önünde ayakta durmuş, hafif şiş yüzünde heyecanlı bir gülümseme var. Kucağında bebek ve yanı başında, henüz saçları açılmaya başlamamış ama yüzündeki aynı müstehzi ifadeyle Çeto. Fotoğrafı arkaya telaşla çevirince gördüm silikleşmeye başlamış yazıyı: “Hep yanınızda olacağım.” Sadece bu kadar yazılmıştı. Bir de tarih vardı, 8 Kasım 1997. Benim doğum günümden bir hafta sonrası…
Başım yine dönmeye başlamış, fotoğraf terli avucuma yapışmıştı. Arkasındaki ince el yazısını iyi tanıyordum. Babam dalga geçerdi Çetin Amcayla hep: Böyle cüsseli kalıptan, böyle zarif bir el yazısı!
Oturacak bir şeyler aradım, bulamadım. Aslında bir an önce bu tozlu, kuytu yerden ayrılsam iyi olacaktı. Odama gelince, daldığım yerden su üstüne çıkmışçasına derin bir nefes alıp fotoğrafa tekrar baktım, elime daha çok yapışmıştı.
***
Kararımı vermiştim, Çeto ile görüşecektim. Boş atıp dolu bile tutturabilirdim. Annemle konuşmayacaktım, üzülmesini istemiyordum. Evet, itiraf ediyorum, bazen hâlâ ana kuzusu olabiliyordum. Her zaman olmasa da, hayallerimi dinleyen bir o vardı. Oysa insanlar, düşlerimizi değil, yapacaklarımızı merak ederler. Somut, bilindik, yaygın, bu nedenle de saygın olan yapacaklarımızı: Mezun olmak, işe girmek, evlenmek, çoluk çocuğa karışmak ve benzeri ve benzeri ve benzeri…
Bırakın terapistimi, yazar bozuntusu bile başta hayallerimi dinlemiyordu. Silip duruyordu yazdıklarımı. Artık kıskançlığına veriyor, siz saygıdeğer okurlarımın takdirine bırakıyorum kendilerini.
Sıçtık, kapıdan sesler geliyor, döndü hanımefendi! Ayakkabılar çıktı, terlikler giyildi, eller yıkandı, kahve makinesi çalıştırıldı ve hop bilgisayarın başında. Yazılanlar hızlıca okundu, hayret dokunmadı ama klavye gene onda!
***
Yiğit, sekreterlere elini selam anlamında hafifçe kaldırdıktan sonra onların bir şey demesine fırsat vermeden, geniş kapıyı tıklatıp odaya daldı. Çetin, kravatsız, siyah gömleğinin kollarını sıvamış, önündeki dosyayı okuyordu. Delikanlıyı görünce geniş bir gülümseme yayıldı yüzüne. “Vay aslanım, bu ne güzel sürpriz!”
Her zaman yaptığı gibi kocaman sarıldı. “Geç otur şöyle, ne içersin?”
Yiğit koltuğa kasılarak oturdu. “Bir viskini alırım, baba!” Sesi kararlı olduğunu belirtmek istercesine dimdikti. Sessizlik oldu bir anda, kısacık.
“Ne dedin sen?” Çetin’in de sesi dikti.
“Viskiye mi şaşırdın, baba dememe mi?”
Çetin cevap vermedi önce, dudaklarının kıyısına yine o müstehzi gülümseme yerleşmişti. “Sence?” Göz kırptıktan sonra her zamanki gevrek kahkahasını attı. Yiğit, kalbi deli gibi çarparak ona bakıyordu. “Kaygılandığımı belli etmemem lazım,” diye düşündü.
Çetin, sakince odanın diğer köşesindeki bar masasında viskileri doldurdu. Yiğit’in tam karşısına oturup bardağını kaldırdı. “Hadi şerefe be Yiğidim!” Oğlan isteksizce kendi kadehini kaldırdı. Yarım doldurulmuş karamel renkli içkinin arkasından, adamın gri-sarı yüzünü görebiliyordu.
“Sen doktorunun verdiği ilaçlarını alıyorsun değil mi?” Sesi yine her zamanki amca şefkatindeydi. “Annem yumurtlamış tabii,” diye düşündü Yiğit. Başını sallamakla yetindi.
“Kızlar falan, her şey yolunda herhalde, senin gibi yakışıklı delikanlıyı bırakmıyorlardır zaten.”
“Aynen,” dedi Yiğit, yalan söylemeden önce yaptığı hafif esneme eşliğinde.
“Herhangi bir ihtiyaç olursa, çekinme söyle. Şile’deki bizim villanın anahtarları burada, halden anlarız, biliyorsun. Bak, ilerde Çetin Amcam dediydi dersin: Keşkeler ne kadar çoksa, gençliğini o kadar az yaşamışsın demektir!” Yine o gülümseme ve göz kırpma!
“Benim daha ciddi dertlerim var, mesela çakma babam bana zırnık koklatmıyor epeydir.” Gülerek devam etti Yiğit. “Ama artık bana yardım edecek birileri var.” Sesini inceltti iyice. “Size ‘baba’ diyebilir miyim amca?”
Çetin de sesine kısık bir hava verdi ama gülmeden. “ Ne yani, sen şimdi bana şantaj mı yapıyorsun?”
“Ne münasebet babacım, sadece hakkımı arıyorum!”
Çetin ona dikkatlice baktı. Aslında gördüğü ona benzeyen bir oğul muydu, yoksa sadece düşünüyor muydu, tam anlayamadı Yiğit.
“Rahat ol aslanım, kimsenin hakkı Çetin Amca’nda kalmaz!” “Çetin Amca” derken özellikle vurgulamıştı. Esneyerek saatine göz attı, “ooo vakit de epey geçmiş. Akşam benim oğlanlarla, bizim fabrikanın orada buluşun. Ben ararım şimdi, sana uygun bir nakit hazır ederler.”
Yiğit kafasında planladığı miktarı söyleyecekken, Çetin’in kararlı hâli onu vazgeçirdi. Seri adımlarla odadan çıkıp kapının önünde durdu. Arkasına dönüp baktığında, Çetin yerinden kalkmadan viski bardağını ona doğru kaldırmıştı. “Bekleriz her zaman.” “Geleceğim,” dedi Yiğit. İkisinin yüzünde de aynı ifade vardı.
***
Kapı çaldı, yazarcığın komşusu gelmiş. Teklifsiz mutfağa dalıp anlatmaya koyuldu. “Kızım neler oldu, şok şok. Dur bir kahve yapalım önce.”
Yaşadıık, öyleyse güç yine bende!
Eve döner dönmez odama çekilip Çeto ile yaptığım görüşmeyi tekrar gözümde canlandırdım. Herif gayet cooldu. En ufak bir renk vermedi! “Benim oğlanlarla buluşun,” diye ikiz itleriyle hava bile attı bana. Pişkin çakal Çeto!
Çakma babam ve abim işteydiler herhalde, annem de bilmem ne derneğinin siktiri boktan bir kermesinde olduğundan, ev sessizdi. Sadece arada mutfaktan, Nezahat’in kullandığı robotun mekanik sesi geliyordu, kesik kesik beyne oturan cinsten.
Bizimkilerin yatak odasına geçip aynanın önünde kendimi inceledim. Önden, yandan. Dev ayna, ufak tefek bedenimi büyütememişti. Ayakucunda yükselip bir daha baktım, böyle nasıl oldum diye. Lisedeki hocaların benimle ilgili şikâyetleri geldi aklıma. “Zeki ama disiplin sorununun altında gereksiz bir özgüven var, epey şişirilmiş. Ebeveynler olarak bla bla bla…” Bitmeyen kafa ütülemeler… Annem pedere dert yanardı, “çocuğun lider yönünü çekemiyorlar,” diye. Babam çok sıcak bakmasa da kaç kez okul değiştirdim ben böyle.
Aynaya baktım tekrar. Tip olarak ne Çeto ile ne de çakma babamla benzerlik vardı. İkisinin gençlik hallerini fotoğraf albümlerinden biliyordum. Ben, açık tenim, sarı saçlarım ve minyon yapımla bir tek anneme benziyordum. Çeto gibi gülümsemeye çalıştım, gene pek benzetemedim.
***
Akşam tam çıkacağım, bizim mal biraderle karşılaştık. “Nereye böyle oğlum?” diye sordu. Hâlâ abilik derdinde. “Ya yürü git, acelem var,” dedim. Bakakaldı arkamdan!
Benim arabayla topuklayıp Çeto’nun fabrikasının bahçesine park ettim. Hava kararmıştı iyice, gökyüzüne baktım, yıldızsızdı.
Ağır adımlarla bahçede yürürken etrafı kolaçan ettim. Kimsecikler yoktu, hatta terk edilmişlik duygusu veriyordu insana. Hafif ürperir gibi oldum. Adımlarımı sıklaştırırken bir ses duydum arkamda. Hızla döndüm. Tanımadığım, benden yaşça biraz daha büyük bir herif, elinde bira kutusuyla bana bakıyordu. “Ne var, ne bakıp duruyorsun?” diye bağırdım. Anlamsızca sırıttı. “Birini mi arıyordun?” dedi gevşek bir sesle. “Sen kimsin lan, bana cart curt ediyorsun? “Bizim kim olduğumuzu anlarsın şimdi puşt herif, insan gibi soru sorduk sana!” diye haykırdı. Bira kutusunu kenara fırlatırken yüzü kızarmıştı iyice. Yanına kendi gibi üç herif daha gelince anladım niye ‘biz’ dediğini. “Sıçtıık!” dedim, tabii içimden. “Ne o lan tırstın mı?” diye seslendi en zayıfları. Sesi sipsivriydi. Ah, benim tayfa yanımda olacaktı ki! “Cevap versene orospu çocuğu,” diye üsteledi diğeri. Bir yandan bana doğru yaklaşıyorlardı. Yürüyüşleri yaylana yaylana, sakin adımlarlaydı ama yanıma gelmişlerdi bile. Sustalının soğuk, şıkırtılı sesini duydum. Bağırmak istiyordum ama bırak bağırmayı fısıldayamıyordum bile. Göt korkusuydu bu, başka bir boka benzemezdi!
İlk darbeyi hissettim yüzümde, muştaydı! Küfürlü, öfkeli vuruşlar devam ettikçe başımı, gözlerimi korumaya çalışıyordum. Ağzımdan, burnumdan kan gelmeye başlamıştı. Evet, itiraf ediyorum, bir güzel yedim dayağımı! Son olarak yere yuvarlandığımda, sustalının suratıma doğru parladığını gördüm. “Lan tırsık” dedi sivri sesli, “yat kalk bu kadarla kurtardığına dua et!” Üzerime doğru iyice eğilip bıçağın ucuyla yanağımı okşamaya başladı. “Senden bu akşamın anısına ufak bir hatıra alacağım.” Nefesi leş gibi alkol ve sigara kokuyordu, gözleri kanlanmıştı. Elime doğru uzandı, çekmeye çalıştım. “Korkma lan ibiş!” diye güldü.
Bileğimdeki marka saati çıkarıp kendi bileğine taktıktan sonra yukarı doğru kaldırarak inceledi. “Valla zevkli bebeymişsin!” dedi sivri bir gülüşle. Diğerleri de güldüler, sırtlanlara benziyorlardı. “Haydi beyler, kapanışı yapalım o zaman.” Hepsi etrafımda toplandılar, elleri fermuarlarındaydı. Sivri sesli bağırdı. “Ateeeşş!” Fermuarların açılış sesiyle, dördü bir anda üzerime işemeye başladılar. Ağzımı, gözümü ellerimle kapamaya çalıştım ama gene de hissediyordum, keskin sidik kokusunu, alaycı gülümsemelerini… “Hay sikeyim!” dedi sinirle, içlerinden biri. “Nooldu oğlum?” dedi sivri ses. “Abi, fermuar sıkıştı!” Diğer üçü anırırcasına gülmeye başladılar, ben de kıkırdadım yattığım yerden. Hangisi attı anlamadım ama tekmeyi yedim suratımın ortasına. “Sırıtma lan yavşak!” diye bağırdı, tekmenin sahibi. “Seni bir daha buralarda görürsek sadece işemekle kalmaz, süla…” “Abi, araba sesi geliyor!” Sıkışık fermuarlıydı konuşan. Önce bir bakakaldılar sonra toz oldular.
Bildiğim, bilmediğim tüm küfürleri arkalarından savurdum, tabii içimden. Çiş, kan, ter kokusu üçgeni midemi iyice bulandırmıştı. Yattığım yerde yan dönüp öğürerek kustum. Kan vardı kusmuğumda. Hafif kızıla bulanan toprağın nemli kokusu gelmişti şimdi burnuma. Kimdi bunlar, ikiz itler nerdeydi, bilmiyorum. Kafamda onca soruyla ne kadar yattım kara gökyüzünün altında, onu da bilmiyorum. Küçük bir pırıltı bile yoktu, umutla bakabileceğim. Tek bildiğim, her tarafımın ağrıdan patlayacak gibi olması ve hırsımdan ağlamak istememe rağmen, gözlerimin yavaşça kapanmasıydı. Üşümeye başlamıştım, biri üstümü örtseydi ya! Elim bileğime gitti, saatten geri kalan boşluğa dokundu. Anlamını yitirmiş, sadece etin hissedildiği bir boşluk. Saati düşündüm sonra. Çeto geçen sene doğum günümde hediye etmişti.
***
Yazarın komşusu gitmişti nihayet. Zihninin içinde sürekli konuşan öyküsü yüzünden, tam da dinleyememişti zaten kadını. “Şu Yiğit karakterini öldürsem ya artık,” diye düşündü. Bir süre dolaştı evin içinde, saçına kalem taktı, çay demledi, yanı başında gerinip duran kedisini okşadı. Tamam, sevdiği bir karakterdi, aslında bütün karakterlerini seviyordu. Ama Yiğit’i yazmak, bazen ele avuca sığmaz halleriyle didişmek onu eğlendiriyordu, yine de uzatmamasında fayda vardı. Karakter, hazır temiz bir dayak yemişti, iç kanama falan derken öteki dünya fena olmayabilirdi. “Ne zaman bu kadar duygusuz oldum,” diye söylendi kendi kendine. Bilgisayarın başına oturup yazmaya başladı.
Yiğit’in pantolonunun cebindeki telefonu uzun uzun çaldı. Kesildi, sonra bir daha çaldı, çaldı. Oğlan gözlerini zorlukla aralayarak, telefonu yavaşça çıkardı. Hırıltılı bir sesle açtı. “Alo?” “Nerdesin ya? Annem de merak etti. Aloo Yiğit! Duyuyor musun beni?” “Abi çabuk gel! Çeto’nun fabrikadayım.”
Sonra ne dedi, konuşabildi mi, tam farkında değildi. Üşümesi yerini soğuk soğuk terlemeye bırakmıştı. Gözlerinin karardığını, telefonun elinden yanına kaydığını hissetti sadece.
Ayıldığında ambulanstaydı. Başında bu sefer Hakan vardı. Elini omzuna koymuş “iyileşeceksin,” diyordu. “Off yine mi ya!” diye düşündü ama “ben zaten iyiyim!” diye bağıramadı. Hem iyi değildi, hem de bağırmaya gücü yoktu.
***
“Az kalsın ölüyordum,” diyorum doktoruma.
“Anlıyorum,” diyor adam. Bu seferki terapistim, eskisinin aksine ciddi suratlı bir herif!
“Sözlerimi anladığınız gibi duygularımı da anlayabiliyor musunuz?”
Bir an duraksıyor, benden böyle bir tepki beklemiyordu sanki. “Duygularını nasıl tarif etmek istersin o zaman?”
Bak anlamamış işte sığır!
“Ölüyordum derken sadece fiziksel olarak değil, karakter olarak da az kalsın ölecektim.”
Beni sorgulayıcı bakışlarla süzerek konuşuyor. “Fiziksel bir saldırıya uğramak, sadece bedenen değil, ruhen de örseleyici bir durum, tabii”
“Doktorcum, o geçti gitti. Evet, hem bedenen, hem sizin deyiminizle ruhen çok örselendim, aslında daha çok öfkelendim falan filan. Saldırganları teşhis edemediğim için dava da açılamadı.” (Sadece ama sadece siz değerli okurlarıma itiraf ediyorum: Tabii ki teşhis edebilirdim ama ‘hiçbir şey hatırlamıyorum, zaten çok karanlıktı, doğru dürüst göremedim,’diye salladım.”)
Derin bir nefes alıp konuşmamı sürdürüyorum. “Ama öykü karakteri olarak ölmedim, esas ona seviniyorum.”
“Öykü karakteri derken tam olarak neyi kastediyorsun, açıklayabilir misin?”
“Öykü canım, bildiğiniz öykü işte ama çocuk öyküsü değil.”
“Niye çocuk öyküsü değil, deme gereği duydun?”
“Ya bizim Yazarcık, pardon Yazar Hanımefendi bazen dert yanar. Öykü hâlen tam bilinmiyor, bazıları sadece çocuklar için yazıldığını düşünüyor diye. Benim kahramanı olduğum öykü, yetişkin öyküsü.”
“Kahramanı olduğun öyküde, öleceğini mi düşündün?”
“Ben düşünmedim, beni yazan düşündü. Neyse, sonra ikna ettim onu.”
“Seni yazan düşündü,” diye tekrar edip hızla bir şeyler yazıyor elindeki not defterine. Sonra devam ediyor. “Peki, nasıl ikna ettin?”
“Düşlerimi anlatarak yeniden yazabileceğine onu inandırdım. Bende hikâye çok, onun da işine geldi tabii. Bir de, çok sevdiği ukala kedisini balkondan aşağı atmakla tehdit ettim, ha ha ha.”
Doktora bakıyorum, gülmüyor!
“Şaka tabii canım, hiç öyle bir şey yapar mıyım?” (İtiraf ediyorum sevgili okurlarım, tabii ki tehdit ettim, bana pis pis tıslayıp duruyordu iblis suratlı kedi!)
“Düşlerin neler, benimle de paylaşmak ister misin?”
“Ooo, o kadar çok ki ama mesela zihnimi en çok meşgul edenlerden bir tanesi Çeto yani Çetin Amca.”
“Sen ilk geldiğinde, annenin yanında bir bey vardı, hatta ben baban zannettim önce. Annen, ‘Çetin’ diye seslendiğinden aklımda kalmış. Sonra dışarıda bekledi. Söylediğin kişi o mu?”
“Taa kendisi! Ve doğru tahmin, babam gibidir!”
“Ondan bahsetmek ister misin?”
“Ah be Doktorum, büyük hayal kırıklıkları, derin sessizlikleri de beraberinde getirir, bilmiyor musun?” diyorum. Tabii içimden. “Yok, daha sonra, belki! Şu anda güzel hayallerimden konuşmayı tercih ederim.” Bir an tereddüt ediyorum, anlatsam mı? Hadi anlatayım da sevinsin be garibim, ona açıldığımı düşünsün!
“En büyük hayalim yazar olmak.”
“İlginç. Neden yazarlık?”
“Aslında yazarlıktan çok, yazdıklarım beni yansıttığından, yazabilmek benim için önemli olan. Başladım zaten biraz. Burada vaktim bol, okuyorum da bir yandan. Şu anda zihnimde, sizi öyküde bir tip olarak kodladım mesela.”
Nihayet biraz gülümsüyor sevgili doktorum.
İtiraf ediyorum, esas neden, bazen sadece yazarak çoğalabildiğimi, yalnız olmaktan, siz değerli okurlarımla kurtulduğumu düşünmem. Ama terapistimle paylaşmadım, nasıl olsa anlamayacaktı beni.
“Peki, bugünlük burada bitirelim istersen Yiğit. Yazma konusunu, yazar hanımefendini de konuşalım tekrar.”
“Tabii, ne zaman isterseniz.” Göz kırpıp, müstehzi gülümsememle devam ediyorum. “Ben hep buradayım zaten!”
Klinikteki beyaz ötesi odama geri dönüyorum. Havasız kalmış. Demir parmaklı pencereyi aralıyorum biraz. Komodinin üzerindeki kâğıt kalemi alıp yatağa uzanıyorum. Annemle son konuşmalarımız geliyor aklıma. “Oğlum, niçin doğru olmayan şeylere kendini inandırıyorsun? Çetin de çok üzülmüş, ağabeyini zaten zar zor ikna etmiştik, biliyorsun baban da…” Gözlerim kapanıyor ama devam etmem gerek, hayata rağmen, Çeto’ya rağmen.
Kendim için, tüm sahtelikler için büyük harflerle başlığı yazıyorum: MASKE
*Charles Aznavour’a ait “Yesterday When I Was Young” şarkısı